Sene 1920. İstanbul işgal altında. Bahriye Mektebinin bulunduğu Heybeliada’dayız. Ada, diğerleri gibi Rus devriminden kaçan aristokrat ve yüksek burjuva Ruslarla dolu. Mütarekenin yetki verdiği işgal güçleri, Türkleri evlerinden çıkarıp Rusları yerleştiriyor. Aynı yıl Bahriye mektebinden mezun olarak işgal güçlerinin kontrolündeki Osmanlı Donanmasının gemilerine tayin edilen genç subaylar, işgal döneminin hüznü ve karamsarlığı içindeler. Bu subaylardan birisi de Rumelihisarlı Celaleddin (Orhan) teğmendi. Zengin bir ailenin tek oğlu Celal, ilk ve orta tahsilini Bebek’te önce Özel İngiliz Okulunda, sonra Fransız Kolejinde, 1912 yılından itibaren Galatasaray Lisesinde tamamlamış ve 1914 yılında Bahriye Mektebine kabul edilmişti. Sınıf arkadaşı Nazım Hikmet idi.
Heybeliada’daki Rus kızları. İstanbul’un İngiliz güçleri tarafından Şehzadebaşı Polis Karakolu baskını ile fiilen işgal edildiği 16 Mart 1920 gününden birkaç gün sonra Celal Bey sınıf arkadaşı İhsan Teğmen ve onun Heybeli’de tanıştığı Rus yüksek burjuvazisinden nişanlısı Mura Lesli ile birlikte Boğaz’da akşam yemeğindedirler. İhsan ve Mura yakında evleneceklerdir. Celaleddin’in yemek boyunca suratı asıktır. Mura bu duruma dayanamaz ve sorar:” Celal ne oldu? Yüzün neden sapsarı ve asık? Hasta mısın?” Celal cevap verir: “Hayır Mura, hastadan da beterim. Düşmanlar yurdumu istila ettiler.” İki yabancı dil bilen, Boğazlı zengin bir ailenin oğlu Celal Bey’e bu arada adada ayrı ayrı üç Rus genç kızı aşık olmuş ve her birinden evlenme teklifi almıştır. Ancak onun aklı ve gönlü Anadolu’da ufkun üstüne yükselen Mustafa Kemal aydınlığındadır. O ışık, her hazzın ve her mutluluğun üstündeki vatan sevgisinin gönülleri fetheden çelikleşmiş bir yansımasıdır.
Anadolu’ya Kaçan Bahriyeliler. İstanbul’un işgalinden bir yıl önce 1919 başlarında Bahriyeden Kuvayı Milliye’ye katılmalar başlamıştır. Felah Grubu ve Karakol Cemiyeti üzerinden örgütlenen bu geçişlere ilk katılanlar Bahriye Mektebinden oldu. 1919 kışında son sınıf öğrencileri Emirganlı Ekrem Cafer ile Müfit Nihat okulun dört kürekli kikini ( sekiz metrelik ince sandal), yanlarına alt sınıflardan iki öğrenci ve dört mavzer alarak kaçırdılar. Gece boyunca kürek çekerek, Heybeliada’dan Yalova’ya geçtiler. Daha sonra yayan olarak Ankara’ya eriştiler ve milli mücadelenin Kuvayı Milliye Donanmasının ilk ateşini yaktılar. Karadeniz’de Rusya üzerinden deniz yolu ile temin edilecek lojistik desteğin ilk örgütlenmesini başlattılar. Yolu onlar açtı. Arkası geldi. Celal Bey de 1920 yılı yazında Kuvayı Milliye’ye katılmaya kesin karar verdiğinde babası ona şunları söyledi: “Evladım görüyorsun, düşmanlar güçlü. Bizimse neyimiz kaldı ki? Gel vaz geç. Düşmanın dretnotlarını görmüyor musun? Üç beş kırık dökük silahla bunlarla nasıl dövüşeceksiniz? Evladım öleceksin, öleceksin yavrum.”
Bir tarafta İstanbul’daki sahte hedonist hayat, diğer taraftan içinde ölümün de olduğu yarını belli olmayan bir süreç. Celaleddin Orhan hatıratında (Bir Bahriyelinin Anıları, Kastaş Yayınları, 2001) o günleri şöyle anlatıyor: “Adadaki bütün bu güzel kız ve kadınlara rağmen, biz genç teğmenlerin akılları sadece Anadolu’da başlamış olan işgale başkaldırma hareketine bir an önce katılabilmekti. Bunun için geceli gündüzlü kaçış planları hazırlıyorduk. “
Kuvayı Milliye Donanması. Evet. Başardılar. 1919-1922 arasında Bahriye Mektebi mezunu 159 güverte, 68 makine ve bir inşaiye subayı ile beş denizci doktor Anadolu’ya kaçtı ve işgalcilerle işbirliği içindeki Osmanlı Donanmasını terk ederek namus cephesine katıldılar. Toplam 233 denizci Kurtuluş savaşının kaderini değiştirdi. O dönem muvazzaf olan kabaca 1500 subay içinde, sadece 233 kişiydiler. Diğerlerinin çoğu Haliç’teki kıçtankara gemilerini ve İstanbul’daki sıcak yuvalarını terk etmedi. Maalesef Akhisar torpidobotu gibi, 1920 yılı baharında İngiliz Donanması emrinde Kuvayı Milliye’yi yok etmeye giden, Kuvayı İnzibatiye kuvvetlerini İstanbul’dan Karabiga’ya taşıma şerefsizliğini yaşayan gemiler de oldu.
Karadeniz Mucizesi. Anadolu’nun işgalden kurtulması sürecinde, 1919 – 1922 arasında Kurtuluş Savaşının savaş lojistiği yani cephanesi, 233 deniz subayı ve Karadenizli yüzlerce İlyas, Temel, Süreyya’nın çektiği kürekler sayesinde Karadeniz üzerinden sağlandı. Bölgede bulunan, 5 ton üzeri büyüklükte 28 geminin toplam taşıma kapasitelerinin takriben 7800 ton olmasına karşılık, Sovyetler Birliğinin Batum, Tuapse ve Novorosysky limanları üzerinden, İnebolu, Trabzon ve Samsun limanlarına 46 ayda toplam 300,000 ton harp malzemesi taşındı ve Kurtuluş Savaşı destanı yazılabildi. Alemdar’da, Gazal’da, Rusumat-4’de ve daha nice çılgın Türk denizcisinin bulunduğu, irili ufaklı onlarca teknede sadece Kurtuluş Savaşının harp malzemeleri değil, aynı zamanda bağımsızlık, hürriyet ve ulusal onur ateşini taşıdı. Onlar sayesinde Atatürk, “gözüm Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” diyebilmişti. Kurtuluş Savaşı’nda ikmal teşkilatının başında bulunan Korgeneral Muzaffer Ergüder’in, 1925 yılında bu başarı için sarf ettiği “Kurtuluş Savaşı’nda bir avuç deniz subayımız olmasaydı, ne İnönü’ler, ne Sakarya ve ne de Dumlupınar ve de dolayısıyla Kurtuluş Savaşı olmazdı” sözlerine ne eklenebilir ki?
Ölümsüz Kuvayı Milliye Ruhu. Yargıtay’ın 9 Ekim 2013 Balyoz kararı, tasfiye ettiği 134 denizci üzerinden Donanmanın Kuvayı Milliye ruhunu yani Mustafa Kemal ruhunu da söküp atmaya yönelik bir teşebbüstür. Ancak hatırlatalım. O ruh ölümsüzdür. O ruh, 1918 yılının en karanlık günlerinde Heybeliada’da nasıl ortaya çıkmışsa, yine çıkar. O ruhun ölümsüzlüğünü yok edecek ne hukuki, ne askeri, ne siyasi bir güç mevcut değildir.
Cem Gürdeniz