Dünyanın nüfusu sanayi devrimi sonrası hızla arttı. 1820 yılında bir milyar olan küresel nüfus 1973 te 3 milyar, günümüzde 6,5 milyar oldu. Bunun 2,5 milyarı Çin ve Hindistan’a ait. Günümüzde her 15 yılda bir, dünya nüfusu 1 milyar insan artıyor. Bu durum devam ederse 2025 yılında dünya nüfusu 8,5 milyar olacak. Dünyanın mevcut kaynakları kapsamında bu durum ciddi sorunları berberinde getiriyor. Mevcut neo-liberal ekonomi politikaları ve küreselleşme gölgesinde, ekonomik sosyal ve çevresel kriz ve savaşlar kaçınılmaz şekilde insanlığın karşısına çıkıyor. Zira kaynaklar hem kıt, hem de vahşi kapitalizmin küresel hırsı kontrol altına alınamıyor. 1980’ler sonrası küreselleşme şemsiyesi altında uygulanan neo-liberal politikalar sonucu kaynakların tüketimi daha da hızlandı. Bu durum jeopolitiği etkileyecek kadar ciddi sonuçlar yaratıyor. Özellikle Çin ve Hindistan’da orta sınıfın gelişmesi, otomobil sayısının artması gibi pek çok alanda tüketim paternlerini değiştiriyor. Daha çok su, daha çok gıda, daha çok tekstil ve daha çok enerji ihtiyacı dünyanın her alanında karşımıza çıkıyor.
Petrol Azalıyor. Tüm alanlar içinde şüphesiz en öncelikli olan alan enerji. Burada da petrol ve doğal gaz karşımıza çıkıyor. Endüstriyel medeniyet petrolle 1800’lerin sonunda tanıştı. Ancak aradan henüz 150 yıl geçmeden karalardaki çıkarılabilir petrol kaynaklarının çoğu tüketildi. Yani atalarımızın milyonlarca yıl tüketmeden sakladığı petrolü çok değil, 3-4 insan nesli tüketme aşamasına getirdi. Hidrokarbon kaynakları bugün küresel ulaştırmanın yüzde 85’i ile elektrik üretiminin yüzde 25’ini sağlıyor. Gıda endüstrisinde özellikle gübre üretiminde yoğun kullanılıyor. Ayrıca tekstilde kullanılan sanayii hammaddelerinin pek çoğu petrol ve yan ürünlerine bağlı. Dolayısıyla sadece arabamızın benzinini yakarak değil, yediğimiz ve giydiğimizle bile petrol harcıyoruz. Sorun da tam burada başlıyor.
Denizler asıl mücadele alanına dönüşüyor. Karada bilinen rezervlerde petrol tepe (peak) yaptığından artık yeni alanlarda petrol aramak gerekiyor. Bu da büyük yatırım gerektiriyor. (Kabaca 25 trilyon dolar) ABD’nin Ortadoğu müdahaleleri ile Ortadoğu ve Afrika’daki pek çok iç savaş ve Kuzey Buz Denizi, Doğu Akdeniz, Güney/Doğu Çin Denizi ve Japon/Kore Denizlerindeki deniz yetki alanı ihtilaflarının altında bu gerçek yatıyor. ABD’de kaya gazının ve kaya petrolünün endüstriye kazandırılması da bu yönelişi etkilemiyor. Zira kaya gazı ve petrolün çıkarılmasıyla, normal petrol ve doğal gaz çıkarılması arasında yatırım maliyeti ve idame masrafları açısında çok ciddi farklar var. Bu nedenle dev şirketler ve etki alanındaki devletler geleneksel hidrokarbon kaynak alanları ve denizlerdeki kaynaklara yönelişi sürdürüyor.
Deniz Dibi Madenciliği Gelişiyor. Devletlerin denizcilik gücüne özellikle 20’nci yüzyılın ikinci yarısından sonra katılan bir alan deniz diplerinin altındaki hidrokarbon kaynakları başta olmak üzere, her türlü madenin su üstüne çıkarılmasını sağlayan deniz dibi madenciliği (Seabed mining) oldu. Günümüzde bu sektör, devletleri savaşa zorlayacak büyüklükteki çıkarların yoğunlaştığı bir alana dönüştü. Bu nedenle başta Doğu ve Güney Çin Denizleri ile Doğu Akdeniz ve Kuzey Buz Denizi’ndeki zengin kaynak potansiyeli bilinen sondaj alanları, günümüzün yeni altın madenleridir. 1960 yılında ilk modern deniz sondaj platformları geliştirildi. Sadece ABD firmalarının deniz dibi madenciliği için yaptığı yatırımların toplam değeri günümüzde bir trilyon dolar civarındadır. Bu sektör içinde hidrografi, oşinografi, jeoloji, sismoloji, metalürji ve sanayinin birçok kolu iç içe geçmiş haldedir. 2010 yılı itibarıyla, dünyada tüketilen petrolün kabaca % 30’u, doğal gazın % 50’si denizlerden çıkarıldı. Başlangıçta 400 metre derinliğe kadar olan sahalarda çıkarılırken 1985 sonrası bu limitler de aşıldı. 2000 yılından itibaren derinlik limiti ortadan kalktı. 2009 yılında ABD’de 1.500 metreden daha derin deniz dibindeki kuyulardan elde edilen petrol miktarı % 34 oranında arttı. Günümüzde 11.000 metrede kuyu açmak mümkün hale geldi. Bazı istatistiklere göre, 2020 yılında küresel temelde günlük üretilen petrolün % 10’u 400 metreden daha derinlerde açılan kuyulardan sağlanacak.
Gelecek nesillerin ödeyeceği bedel. Diğer yandan Japonya’daki 2011 Takashima nükleer santral faciasından sonra gelişmiş devletlerin nükleer santralları kapatmaya başlamasıyla birlikte, denizlerdeki enerji kaynaklarının önemi daha da arttı. Günümüzde artık sadece hidrokarbon kaynakları değil, özellikle bilgisayar ve haberleşme teknolojilerinde yoğun olarak kullanılan nadir metallerin (rare earth metals) de deniz diplerinin altındaki tabakadan çıkarılma aşamasına gelindi. Bu durum denizlerin değerini daha da arttırıyor. Bu gerçekler ışığında Türkiye’nin halkı ve devleti ile denizler ve diplerinin önemini kavramasını beklememiz gerçekçi olur. Ancak olgular bu yönde değil. Bırakalım diplerini denizin kendisine bile çok uzağız. Halkımız ve hatta aydınlarımızın çoğu, Deniz Kuvvetlerine devlet desteği ile kurulan kumpasın ardındaki nedenlerden birinin, Doğu Akdeniz enerji paylaşımı olduğunu bilmiyor. Doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesinde Türkiye’nin Ergenekon, Poyrazköy, Balyoz ve Askeri Casusluk kumpas davaları ile oyun dışına itilmesinin bedelini, dilerim gelecek nesiller ağır ödemez.
Cem Gürdeniz