Ülkemizdeki batı hayranlığı son zamanlarda çoğu zaman Türk ve ait olduğu her şeyi acımasızca kötüleme ve iftiralar ile karalama seviyesine geldi. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı karşı devrimci yobaz güruh bir yana, müstemleke aydını dediğimiz kişiler değil Türk’e, Atatürk’e bile saldırabiliyor, iftira atabiliyor. Bu tipler Türk insanını, Türk tarihini kötülemekle kalmıyor, iftiralar üzerinden Ermenileri, Kürtleri, Yunanı, katleden kötü Türk imajını batılı kökten Türk düşmanlarını aratmayacak şekilde yayabiliyor. Bu tiplerin bugünkü Türk düşmanlığının temelinde gerçekte yatan asıl sebep, kurtuluş ve kuruluşa olan küçümseme ve düşmanlıktır. Bu düşmanlık emperyalizme hizmet eden bir düşmanlıktır. Bu tipler yarattıkları etki ile batılılığı saf batı hayranı, kitleler üzerinde kısa sürede batıcılığa çevirmeyi amaçlarlar. Bir elinde bayrak ve Atatürk rozeti tutup diğer yandan Boğaza demirlemiş Amerikan savaş gemisine secde ederler. Fransız Büyükelçiden Legion D’honneur madalyasını alırken göz yaşlarını tutamazlar. AB ülkelerine giriş yaparken vize alma aşamasındaki aşağılanmalar bir yana havalimanlarında ayrı kapılardan aşağılanarak geçerken bile AB’ye tapınmaya devam ederler ve kendi halkını küçük görerek şikâyet etmekten kaçınmazlar. Bu hastalığın kökleri Osmanlının batı karşısında her alanda yüzyıllarca geri kalmasından sonra arayı kapamak için başlattığı Tanzimat dönemine kadar uzanır.
TANZİMAT VE BATI HAYRANLIĞI
1839-1876 arasında yaşanan Tanzimat Dönemi’nde başlayan batı hayranlığı kısa sürede gerek idarede gerekse halkın belli kesiminde köklü bir yere sahip oldu. Bu hayranlığın çekim alanına 200 yıl önce düşmek doğaldı. Zira Osmanlı Devleti Sanayi Devrimi ve öncesinde dinde reform ile aydınlanmayı başarmış Avrupa devletlerinden çok ama çok gerideydi. Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da başlayan cumhuriyetçilik ve milliyetçilik halkları kralların ve otokratların tebaası bir sürü olmaktan çıkarmış birey haline dönüştürmeye başlamıştı. Aynı dönemde başlayan sanayi devrimi makine gücünü kol gücünün çok üstüne taşıyarak sosyal ve ekonomik alanlarda önceden görülmemiş devrimsel değişimleri tetiklemişti. Ancak Osmanlı her alanda çok gerideydi. Atatürk 1923 yılında bir Alman gazetesine verdiği demeçte bu konuda şunları söylüyordu: ‘’İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri, Türk milletinin Avrupa ile temasına mâni olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak devleti idare etmişler ve Türk milletini gelişmeden hariç bırakmışlardır.’’
OSMANLIDA MODERNLEŞME
18. yüzyılın sonlarından itibaren Batı karşısında bilim, askeri teknoloji ve doktrin eksikliği nedeni ile askeri yenilgiler yaşamış, topraklarını hızla kaybetmeye başlamıştı. Önce ordu ve donanma modernize edilmeliydi. Avrupa’da ilk temaslar ordu ve donanma mensuplarıyla başladı. Avrupa’nın yaşam tarzı da ilk olarak askerler arasında benimsendi. İdarede söz sahibi olan askerler Batı’daki devlet sistemlerini, hukuk yaklaşımını ve ekonomik modelleri bir çözüm olarak gördüler. Batı tarzı modernleşmeyi hedefleyen, hukuki ve idari reformları içeren 1839 Tanzimat Fermanı kültürel hareketlenmeyi de beraberinde getirdi. Avrupa’da eğitim ve öğretim süreci ile yeni fikirler, akımlar ülkeye akın etmeye başladı. Osmanlı tebaası içinde ilk kez vatan bilinci oluşmaya başladı. Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa gibi şahsiyetlerin eserleri ve fikirleri ile Batı edebiyatı, düşünce sistemi ve kısıtlı da olsa demokratik değerleri Osmanlı’yla tanıştı.
KÜLTÜR İTHAL EDİLİRSE ARKASI GELİR
Pax Britannica’nın 1805 Trafalgar Zaferinden sonra en güçlü dönemini yaşadığı bu dönemde Büyük Britanya ekonomik gücünü Osmanlıya dayattı. 1838’de imzalanan Baltalimanı Anlaşması ile Osmanlı toprakları adeta İngiliz pazarına dönüştürüldü. 1853 Kırım Harbi sonrası başlayan dış borçlanma ve Avrupa sermayesinin Osmanlı topraklarına girişiyle sonu 1881 de Duyunu Umumiye ile neticelenen hazinenin iflas süreci başlamış oldu. Tanzimat döneminde (1839-1876) yaşayan nesiller Batı’yı hayranlık derecesinde bir model olarak görmeye başlayan ilk nesillerdir. Bu hayranlık, Osmanlı’da hem devlet yapısında hem de toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamında köklü değişimlere yol açmıştır. Ancak bu süreç, Batı ile Osmanlı toplumunun farklılıkları nedeniyle eleştiriler ve uyumsuzluklarla da karşılaşmıştır. Şüphesiz en büyük uyumsuzluk batılı yani çağdaş uygarlık seviyesine erişmeye başlayan bir toplumun ulusal çıkarlarını batı hayranlığı içinde unutması ve batıcılığa teslim olması ile başladı. Batıcılığa teslim aynı zamanda batının jeopolitik tercihlerine teslimiyet ile baş gösterdi.
JEOPOLİTİK KÖRLÜK
Tanzimatta baş gösteren kör batı hayranlığı gerçekte her yönü ile örnek alınan batının jeopolitik çerçevede Osmanlıyı parçalanacak bir av olarak gördüğünü anlamak istemiyordu. 1880’li yıllarda İngiltere Başbakanı Gladstone ne diyordu: ‘’Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.” Diğer yandan Osmanlı batının ordu ve donanmasını örnek alıp, çoğu İngiliz yabancı müşavirleri her alanda içine sokarken bu kişiler asla Osmanlının güçlenmesi gibi bir tasa içinde değillerdi. Tek dertleri kendi jeopolitiklerine Osmanlı Sultan ve idarecilerinin ne derece hizmet edecekleriydi. Osmanlı aydını batıdan bilim, akıl ve feyz alıyordu ancak batının onun eşsiz coğrafyasını, kaynaklarını ve halkını kullanmasına da izin veriyordu. Örneğin Kırım Harbi öncesi İngiliz ve Fransızlara Ruslara karşı koyabilmek için tüm kapılarını açan Osmanlı idaresi bu sırada İngiliz ve Fransızların her alanda en kritik istihbarat bilgilerini topladığının farkında bile değildi. Nitekim Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Savaşında kullanılan batılı istihbaratının temeli Kırım Savaşında atılmıştı. (Tıpkı 1952’den bu yana tüm gizli bilgilerimizi NATO ile paylaştığımız ve hatta Ergenekon/Balyoz ve Askeri Casusluk kumpaslarında en gizli bilgilerimizin FETÖ üzerinden emperyalizm hizmetine sunulması gibi.)
FEDA EDİLEN COĞRAFYA
Osmanlı hanedanı 1918 sonunda Mondros ateşkesi ile vatanı işgal edildiği halde 1920 yazında Sevr Anlaşması ile parçalanmayı ve son tahlilde saltanatını korumak için milletin hürriyetini ve Türklerin dünya üzerindeki eşsiz coğrafyasını feda etmeyi düşünebiliyordu. Sevr’in ilk adımı şüphesiz batı Anadolu’nun Yunan tarafından işgali ile geldi. Yunanistan’ın İzmir ve batı Anadolu’yu işgali özellikle son 900 yıldır toprağı işgal edilmemiş toprak sahiplerini ve Türk köylüsünü milli güçlerin yanından geri dönülmez şekilde savaşa teşvik etmişti. Yunan işgali batıcıları bile isyan ettirmişti. Eğer Yunan Anadolu’ya çıkmasa Türk halkı Churchill’in de dediği gibi İngiliz’e veya Amerikalılara manda altında teslim olmaya razı gelebilirdi. Ne diyor Churchill? ‘’Türkiye yenilgiyi kabul etmiş ve bunu da hak etiğini düşünüyordu: ‘Cezalandırılacaksak, bunu dostumuz İngiltere yapsın’. İşte Tanzimattan itibaren İngilizlere karşı duyulan hayranlığın son perdesi buydu.
İNGİLTERE VE ABD’YE TESLİM OLMAK
Mondros sonrası karanlık ve ümitsiz dönemde mütareke İstanbul’unda İngiltere’ye teslimiyet; Mustafa Kemal çevresinde milli mücadeleye katılan bazı kişilerde ABD mandacılığı ile ortaya çıkıyordu. Osmanlının, saltanatın ve hilafetin devamını düşünen bu gruplar devletin artık tek başına varlığını sürdüremeyeceğini toprak bütünlüğünü koruyamayacağını düşünüyordu. İstanbul Hükümeti kayıtsız şartsız İngiltere’ye bağlanmak istiyordu. İlginç olan ne İstanbul ne de Anadolu’daki mandacılar İngiliz ve Amerikan mandasının arasında fark olmadığının bilincindeydiler. Tek fark İngiliz ile savaşılmıştı. Padişah ve Damat Ferit ileri derecede İngiliz mandasından yanaydı. Örneğin Vahdettin 24 Kasım 1918’de İngiliz Daily Mail gazetesine verdiği röportajda ‘’İngiltere’ye duyduğu hayranlık ve sevgiyi babasından miras olarak aldığını, eski dostluğu yineleyip, güçlendirmek için elinden geleni yapacağını, imparatorluğun kurtuluş umudunu “Allah’tan sonra İngiltere’ye” bağlılıkta gördüğünü’’ belirtmişti. İstanbul’un yandaş medyası zaten şirazesinden çıkmıştı. Aynı zamanda İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi Refi Cevat (Ulunay) Alemdar gazetesinde şunları yazıyordu: “Bugün hepimizin çok iyi bilmesi gerekir ki İngiltere ve müttefikleri bize düşman değildir…Türklerin kendi güçleri ile adam olmalarına imkân yok. Yatağımıza serilmeden önce bir kere daha İngiltere’ye elimizi uzatmamız gerekir.” Diğer taraftan Amerikan Mandasını savunanlar safça ABD sermayesi ve siyasi desteği sağlayacağına inandıkları Wilson prensiplerini bu amaca uygun görüyorlardı. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale ve Ortadoğu Cephelerinde İngilizlere karşı savaşıldığı halde İngilizlere teslim olmak ve akrabası Amerikalıların mandası altında yaşamak devletin zayıflığı, teslimiyetçiliği ve geriliği ile birleşince tercih edilebiliyordu. Atatürk’ün en yakınındaki Halide Edip Adıvar ve General Refet Bele başta olmak üzere pek çok önemli şahsiyet bile 1919 Eylül’ünde Sivas Kongresine gidilirken bu düşüncedeydi. Eğer Yunan İzmir’e çıkıp hırsızlık, arsızlık, tecavüz, cinayet ve soykırıma varan katliamlar yapmasa Türkler İngilizlere teslim olmaya ve silahlarını teslim etmeye devam ederdi. Bugün bile bırakalım İngilizlere teslim olmayı, keşke Yunan galip gelse diyen ihanet grubunu görünce bunların atalarının Anglosakson hayranlığını anlamak mümkün oluyor.
ATATÜRK’ÜN MANDACILARA CEVABI
Ankara Hükümetinin ilk Dışişleri Bakanı olacak Bekir Sami (Kunduh) Bey 25 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’e şu hususları öneriyordu. ‘’Osmanlı ülkesinin tamamını içine alan meşruluğumuz ve dışarıdaki temsil hakkımız eskiden olduğu gibi devam etmek şartıyla, belirli süre için Amerika mandasını istemeyi milletimiz için en yararlı bir çözüm şekli olarak kabul ediyorum.’’ Halbuki Mustafa Kemal’in mandacılığa bakışı çelik gibi katıydı. Yaveri Mazhar Müfit’e Erzurum Kongresi sonunda şunları söylemişti: “Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına İngiliz himayesine terk etmekle kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını temin etmek için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk istiklalini feda ediyorlar.” 23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresinde manda isteyenlerin telgrafları okunduktan sonra, Mustafa Kemal şunları söylemişti: ” Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hakimiyet hakkına, dışarıda temsil hakkımıza, kültürel bağımsızlığımıza, vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Buna ve böylesine, Amerikalılar değil, çocuklar bile güler. Her şeyin başında Amerikalılar kendilerine hiçbir menfaat temin etmeden böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar! Bu ne hayal ve ne gaflettir! Hayır paşalar hayır, hayır, beyefendiler hayır, hayır, hayır hanımefendiler hayır, manda yok. Ya istiklal ya ölüm var.” Mustafa Kemal, aynı dönemde kendisine batılılara karşı yumuşak davranmasını önerenlere de şöyle demişti: ‘’Fransızları hoş tutmakla ne kazanacağımıza akıl erdiremiyorum. Batı zihniyeti dalkavukluk ve riyakarlık, hele zulüm görmüş bir milletten gelirse, o milletin yaşamak hakkı olmadığına hükmeder. Tersine ahlaksızlık ve zulme karşı avazımız çıktığı kadar haykırmalıyız. Avrupa’ya yaşamaya hakkımız olduğunu anlatmalıyız.’’
BATICILIK KARŞITI ATATÜRK
Büyük batılı bir gücün himayesine girmek ve bağımsızlıktan vaz geçmek jeopolitik bir karardır. Bu yaklaşım batıcılıktır. Ancak batı uygarlığının gerek yaşam koşulları gerekse yaşam tarzından uygun olanları kendi kültürümüze ve yaşam tarzımıza ithal etmek ayrı konudur. Atatürk gerek kurtuluş gerekse kuruluşta batılı olmak ile batıcı olmak arasındaki uçurumu görmüş ve tedbirlerini almıştı. 20 Haziran 1920’de şöyle söylüyordu: ‘’Biz, Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı muhafaza etmekle yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve malum olan her vasıtaları ile Türk milletini emperyalizme vasıta yapmak istemelerine de mâni oluyoruz. Bu suretle, bütün insanlığa hizmet ettiğimize kaniyiz.’’ Ondan sonraki dönemde maalesef bu vizyon terk edildi. Türkiye 1945 sonrası etki alanına girdiği ABD hegemonyası ile devlet teşkilatını, akademi dünyasını, medyasını, ekonomisini batılılık adına batıcı kitleler yaratacak tarzda teslim etti. Türk milleti emperyalizme vasıta yapıldı. Batıdan sadece ilim ve fen alınmadı, batının jeopolitiğinin kenar kuşaktaki en önemli coğrafyada vekil görevi de alındı. 1952’de başlayan ve bugün de devam eden NATO üyeliği ile batının çağdaş uygarlık seviyesine erişme hedefi batının coğrafyamızın gücünün kontrolü ABD’ye bırakılarak onun sadık uç kalesi görevine dönüştü. Batılılık, batıcılığa dönüştürüldü.
BATILILIK VE BATICILIK FARKI
Mustafa Kemal bugün batılılık dediğimiz çağdaş uygarlık seviyesine erişimi batıcılıktan kesinlikle ayrı tutmuştu. Cumhuriyeti ilan etmeden kısa bir süre önce 23 Ocak 1923’te şöyle diyordu: ‘’En ciddi emelim, Türkiye’nin kendi milli kültürü ile uygun düştüğü derecede Batı medeniyetinden ve Batı ilmi ve ticari ilerlemesinden faydalanmasıdır. Türkiye, Batı’nın asri medeniyetinde en kıymetli ne varsa kabul ederek kendi eski kültürünü mükemmelleştirmek konusunda hür olacaktır.’’ Atatürk bu konuşmasından 9 ay sonra Cumhuriyeti ilan etti. O günkü beyanatlarında şunları söylemişti. ‘’Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de çağdaş, dolayısıyla Batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmeyi arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Bir istikamette yürümek azminde olan ve hareketinin ayağında bağlı zincirlerle müşküle sokulduğunu gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür… Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla samimî münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Türkler, bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Yabancılar memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize güçlükler çıkarmaya çalışmamak şartıyla burada daima iyi kabul göreceklerdir. Maksadımız, yeniden yakınlık meydana getirmek, bizi başka milletlere bağlayan ilişkileri artırmaktır. Memleketler muhteliftir; fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü, batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu, bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.’’
ÇAĞDAŞ UYGARLIK SEVİYESİNİ AŞMA HEDEFİ
Atatürk’ün sürekli devrimler ile geri kalmış doğulu köylü çiftçi bir devletten modern batılı bir devlet yaratma hedefi 1925 yılındaki şu beyanatında vücut buluyor: ‘’Türk devriminin amacı, bir taraftan Türk ırkının hayat ve bekasını tehlikeye atan sebepleri ve Türk’ün refah ve mutluluğuna engel olan unsurları ortadan kaldırmak; diğer taraftan, eskimiş, yaşam gücü sönmüş temellere dayanan Doğu milletleri sınıfından çıkarak, hayatını çağdaş esaslar üzerine kuran, medeni bir Batı milleti olmanın gereklerini yerine getirmektir.’’ Atatürk, 1933 yılında, 10. Yıl nutkunda şunu söylüyordu: ‘’Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.’’ Atatürk bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’ni herhangi bir büyük gücün etki alanına sokmadan bağımsız ve tarafsız bir dış politika uygulamak, diğer yandan Türk milli ekonomisini yokluktan devralıp yukarıya taşırken toplumun ve insan hayatının her alanında dönüştürücü devrimler yapmanın zorluğunun da farkındaydı. 10 Ekim 1925 tarihinde bir beyanatında şöyle diyor: ‘’Devrimin temellerini her gün derinleştirmek, takviye etmek lazımdır. Birbirimizi aldatmayalım. Medeni dünya çok ileridedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dahil olmak mecburiyetindeyiz. Bütün safsataları, boş sözleri bertaraf etmek lazımdır. Şapka giyelim mi, giymeyelim mi gibi sözler manasızdır. Şapka da giyeceğiz, Batı’nın her türlü medeni eserlerini de alacağız.’’
TÜRKİYE BİR MAYMUN DEĞİLDİR
Maalesef önce 12 Mart 1971 darbesi daha sonra da özellikle 24 Ocak 1980 Ekonomik kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrası ABD sömürgesine dönüştürüldük. Türkçenin yerini restoran ve mağaza isimlerinde bile özenti İngilizce, Fransızca ve hatta İtalyanca kelimelerle donatan; ana okul ve üniversitelerinde ana dilden daha çok yabancı dil öğrenimine değer veren bir garip topluma dönüştürüldük. Kendi kültürümüzü küçük görürken, saçma sapan Amerikan ve Avrupa kültür uygulamalarını benimsedik. Halloween, Valentines Day, October Festival gibi kendine has batı kültürü uygulamalarını onursuzca taklit ettik. Küreselleşme ve Washington Consensus’u ne diyordu? ‘’Tek dünya devleti, tek dünya kültürü. Ama Anglosakson ya da onun izin verdiği kültürler olmalı.’’ Yani ABD’nin yeni Roma’nın dayattığı kültür. Düşünebiliyor musunuz? İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Amerikalıların en çok nefret ettiği ülke Japonya idi. Zira on binlerce Amerikalıyı öldürmüşlerdi. Daha sonra Japonya ABD’nin Pasifikteki en büyük vekili ve hatta eyaleti oldu. Tamamen batılı ve batıcı oldular. Tıpkı Almanya ve Güney Kore gibi. Bugün Türkiye de bile Japon mutfağı yani Sushi kültürü en az Amerikan Starbucks kahve zinciri kadar yaygın. Sushi’nin Türkiye’de bile yaygınlaşması Japonya’nın ABD’ye tam teslimiyetinin bir sonucudur. Türkiye ABD’ye Japonya gibi teslim olsa bugün dünyanın her yerinde çiğ köfte ya da lahmacun kültürü, sushi gibi yaygınlaşırdı. Mustafa Kemal, bugün pek çok kişinin ABD ve Avrupa taklitçiliğini görmüş gibi 29 Ekim 1930 günü Türk Ocağı’nda verilen resepsiyonda AP Ajansının Amerikalı muhabirinin ‘’Türkiye hangi bakımlardan Amerikanlaşacak?’’ sorusuna şu cevabı veriyor: ‘’Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır; o sadece özleşecektir.’’ Atatürk bu konuda başka bir konuşmasında şöyle söylüyor: ‘’Biz, batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz.’’
ATATÜRK’ÜN UYGARLIK HEDEFİ
Atatürk liderliğinde gerçekleştirilen devrimlerin hepsi Türk insanını batı toplumları gibi çağdaş̧ ve modern bir toplum haline getirmeyi amaçlamaktaydı. Bu devrim hareketleri içinde temel motivasyon Batılılaşma fikri olmuştur. Mustafa Kemal batılılaşmayı bir bütün olarak görmüş; hem Türk insanın yeniliklere hızlı adaptasyonunu hem de onun kıvrak zekasını görerek cesurca temel değişiklikleri cesurca ve kararlıkla uygulayabilmiştir. Ancak asla 100 yıl sonra yarattığı bu toplumun ABD ve AB jeopolitiğinin bir unsuru olacağını hayal bile etmemiştir. 14 Ağustos 1932 tarihinde şunları söylemişti: ‘’Türk milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın yüksek Altay yaylasında doğup yetiştiği için, kartalın meziyetlerini, uzak görüş, süratli uçuş ve bu ruhu barındıracak beden kuvvetini daha ilk başta kazanmıştır. Esasen fiziki ya da zihinsel, sınırlayıcı hiçbir ortamda kalamaz. Bu sebeple o yüksek merkezi doğum yerinin tecrit vaziyetine isyan etmiştir. İşte o ilk Türkler sonra hem batıya hem doğuya, her ikisine doğru ilerlemeye cesaret etti.’’
MİRASYEDİ NESİLLER
10 Kasım 1938 sonrası büyük Atatürk bize üç büyük miras bıraktı. Birincisi coğrafyamız; ikincisi kurtuluş savaşımız, üçüncüsü Türk devrimiydi. Ancak ondan ayrıldıktan sonra bu çok kıymetli üç miras millete unutturuldu. Mirasyedi gibi harcadık. Bugün de büyük mirasın acınacak durumda farkında değiliz. Tekrar hatırlatalım biz emperyalizme rağmen kurulmuş bir devletiz. Dünya üzerinde emperyalizme direnerek ardından yeni bir devlet kurmuş kendi anayasasını kendi yazmış çok az devlet vardır. 1945 ve özellikle 1952 NATO üyeliği sonrası önce kendimize güveni kaybettik. Daha sonra kendi seçtiklerimiz ve ordumuz üzerinden Mustafa Kemal’den ve Kemalizm’den uzaklaştırıldık. Anglo-Sakson emperyalizmine teslim olurken şekilci sözde bir Atatürkçülüğe mahkûm edildik. Bugün Atatürk’ü salt modern hayat tarzı ile özdeş tutan güruhlar var. Onu özgürlük ve bağımsızlık benim karakterim sözü yerine sarı leblebi ve rakı ile hatırlamayı tercih edenler çoğunlukta. 1980 sonrası Atatürk adını kullanan Amerikancı ve NATO’cu bir darbe sonrası neoliberal ekonominin pazarı ve esirine dönüştürüldük. 2002 sonrası devletin kapılarını ABD ve AB onayı ve kolaylaştırıcılığı ile dinci ve bölücü ayrışmanın tüm odaklarına açtık. Kısacası coğrafyamızı ve potansiyel enerjimizi emperyalistlere kullandırdık. Kurtuluşu unuttuk ve kuruluşa ihanet ettik. Onu şekilci ve törensel bir kavrama indirgedik. Kemalizm kavramını- geçtim kelimesini- onun eseri CHP bile kavram olarak kullanmaktan çekinir hale geldi. Bugün dünya alt üst durumda. 2024 sona ererken bizi bu kapkara ortama sokanlara dahili ve harici bedhahlara kolaylaştırıcılık yapan ABD ve AB hegemonyası sona eriyor. Köprüden önce artık son çıkıştayız. Ya üç zenginliğimizin farkına varıp jeopolitik intiharı kabul etmeyeceğiz ya da büyüyerek küçülme tuzağına ve yeni anayasa kumpasına düşerek ikinci Sevr’i gerçekleştireceğiz. Zaman Atatürk’e sözde değil, Kemalizm’e özde dönüş zamanıdır.
(Şüphesiz donanmanın asıl unsuru insan gücüdür. İnsan gücü piramidinde en üstte amiraller altında subaylar ve piramide güç veren teknokrat astsubay, uzman erbaş ve erlerin oluşturduğu uyumlu yapı savaş gemileri kadar önemlidir. Zira bu yapıdaki unsurlar liyakat, bilgi ve tecrübe sahibi değillerse, Atatürk’e, anayasada vazedilen cumhuriyetin kurucu değerlerine bağımlılıkları zayıfsa etkin savaş gücü oluşturamazlar. Cumhuriyet Donanmasının bakım, onarım, harekât ve operasyonel kadrolarının omurgası deniz astsubaylarımızın yetiştiği Deniz Astsubay Hazırlama Okulumuzun kuruluşunun 134. Yılını kutluyorum. Bu yuvanın Beylerbeyindeki tarihi mekanına eski kimliği ve vazifesi ile dönmesi en büyük dileğimdir.)
Cem Gürdeniz