Mustafa Kemal 23 Nisan 1920 tarihinde Millet Meclisini dünyaya ilan ettikten sonra Bakanlar Kurulu ilk toplantısında Rusya’dan askeri yardım talep edilmesine karar verdi. Nitekim 3 gün sonra Lenin’e ünlü 26 Nisan mektubu yazıldı.
UMUR-I BAHRİYE MÜDÜRLÜĞÜ KURULUYOR
Rusya’nın mali yardım ile cephane yardımını kabul etmesi üzerine Karadeniz faaliyetleri başta olmak üzere deniz işlerini planlamak ve yürütmek için 10 Temmuz 1920 tarihinde Ankara’da Umur-ı Bahriye Müdürlüğü teşkil edildi. 5 dairesi olan bu müdürlüğün en önemli görevi Eylül 1920 sonrası Rusya’dan deniz yolu ile gelen lojistik desteği organize etmekti. Umur-ı Bahriye Müdürlüğü Trabzon, Samsun, Amasra, Eğirdir gölünde görevlendirmeler yapmıştı. Ayrıca Karadeniz’de Samsun merkez olmak üzere Hopa, Pazar, Çayeli, Rize, Of, Sürmene, Araklı, Trabzon, Görele, Tirebolu, Giresun, Ordu, Fatsa, Ünye, Terme, Gerze ve Sinop’ta liman başkanlıklarına görevlendirmeler yapılmıştı. Zonguldak merkez olmak üzere de Cide, Kurucaşile, Amasra, Bartın, Filyos, Kilimli, Kozlu, Ereğli, Alaplı ve Akçakoca’da da liman başkanlıkları kurulmuş ve her birinin başında deniz subayları görevlendirilmişti. Doğu Akdeniz, Ege ve Marmara limanları bu listeye dahil değildi, çünkü işgal altındaydılar. Bu bölgeler, işgal güçlerinin iradesi altındaki Osmanlı Bahriye Nezareti emrindeydiler.
SAKARYA ZAFERİ SONRASI
1921 Eylül’ünde Sakarya‘daki millete ve milli hükümete yüksek moral kazandıran zaferden sonra yeni bir stratejik değerlendirme yapılarak deniz faaliyetleri için bazı kararlar verildi. İnebolu’ya Novorossisk, Soçi ve Poti’den yönelik deniz nakliyatının Sivastopol – Amasra hattına kaydırılması; Karadeniz’de Amasra, Akdeniz’de, Fethiye limanının tahkim edilmesi; Amasra limanının ileri harekat üssüne dönüştürülmesi; Düşmanın batı Karadeniz’deki ulaştırma rotalarına baskın saldırılar tertip edilmesi; İzmit ve İzmir körfezlerinin savunma hazırlıklarının planlanması bu kararlar arasındaydı.
FETHİYE’DE DENİZ KOMUTANLIĞI
İtalyanların Akdeniz bölgesinden çekilmesi sonrası boş kalan Fethiye’de önceden Batı Cephesi Komutanlığına bağlanmış bir bahriye yedek grubu ve emrinde de gizli şekilde deniz nakliyatı yapan yelkenliler vardı. Güllük, Bodrum, Gökova, Fethiye ve Dalyan‘da toplamda 8 yelkenli mevcuttu. 1922 yılının başında Fethiye’nin deniz topçusu ve deniz uçağıyla takviyesine karar verildi. 3 Temmuz 1922 itibariyle Fethiye’de 3 top, silahlı Sakarya ve Bodrum yelkenlileri ile tek makineli tüfeği olan izmir yelkenlisi, 4 filika ve 150 kişilik kara müfrezesi mevcut idi.
EMRULLAH NUTKU VE KİTABI
Karadeniz’de büyük taarruz öncesi deniz nakliyat işleri devam ederken savaşın son yılında Fethiye’de yaşanan büyük bir kahramanlık yakın deniz tarihimizdeki şerefli yerini almıştır. ‘’Denizden Sesler Geliyordu’’ isimli kitabında (Özyurt Basımevi, 1973) Kurtuluş Savaşının Deniz Cephesine yani Kuvayı Milliye Donanmasının onur cephesine başlangıçtan itibaren Teğmen rütbesindeyken geçen E.Dz. Binbaşı Emrullah Nutku 23 Temmuz 1922 günü yaşanan Türk Yunan çatışmasına ayrı bir bölüm ayırmıştı. Onun kaleminden devam edelim:
‘’İstiklal Savaşı’nın ikinci ve üçüncü yıllarında Yunan donanması bütün kıyılarımızda özellikle Güney Ege’de sıkı bir abluka kurmuştu. Bu kıyılarımız tamamen silahsız olduğu için karasularımıza kadar sokulan düşman savaş gemileri, buldukları bütün tekneleri hatta kayıkları bile batırmaktan çekinmiyordu. Sahil halkına biraz nefes aldırmak için Akdeniz’de bir müstahkem mevkii kurulması öngörüldü. Bunu düşünen Umur-u Bahriye Müdürlüğü stratejik durum bakımından en elverişli olan Fethiye limanını seçti ve Fethiye Deniz Grubu adında bir birlik oluşturarak Komutanlığı ‘na 16 Mart 1921’de Güverte Binbaşı Necip Bey’i atadı. Bu gruba Kuşadası- Antalya arasındaki kıyıların kontrolü, korunması ve haber alma görevi verilmişti. Bu çetin hizmet her türlü yoksulluk içinde bile başarılacaktı. 1921 Haziran ayı başında 14 subay 60 erden oluşan kadrosu yavaş yavaş gelişerek, 1922 yılında 16 subay 250 erden oluşan bir birlik haline getirildiler. Başlangıçta silah mevcudu 12 mavzer, bir makineli tüfekten ibaretti. Yunandan ele geçirilen dokuz tonluk yelkenliye Bodrum; 19 tonluk balıkçı yelkenlisine de İzmir adı verilmişti. Ayrıca üç çifte filikaları vardı. Bunlar haricinde kendilerine başka bir deniz aracı verilmemişti. Bunlar olmadan denizde iş görülemezdi. Ellerinde bulunan bazı küçük tekneleri birleştirerek Sakarya adında motorlu bir tekne yaptılar. Böylece Bodrum, İzmir ve Sakarya’ya ele geçirdikleri makineli tüfekleri de monte ederek karakol gemisi şekline soktular. Güllük limanının kuzey batısındaki Abuk Köyü batı savaş cephesinin Akdeniz kıyısına dayanan ucundaydı. Düşmanın bu kıyıya çıkarma yapması ihtimaline karşı grup buraya bir makineli tüfek müfrezesi getirerek, köyü denizden gelecek saldırılara karşı güven altına aldı. Ayrıca makineli tüfekle donatılan Fethiye adındaki yelkenli bir tekne de altı ay bu kıyılarda kabaca 240 millik sahil kesimini kontrol altına aldı. Bu grubun emrindeki casuslar da İstanköy, Rodos ve Kalimnos gibi İtalyan Adaları’ndaki faaliyetleri sayesinde çok önemli istihbarat bilgilerini garp cephesine ulaştırmışlardı. Yunan ordusunun ikmal işlerini, sevkiyatları, ulaştırmalarını tam zamanında haber veriyorlardı. Bir ara Trakya‘daki faaliyetleri bile rapor eder duruma geldiler. Bu grubun tahkimatı ile ilgili en büyük faaliyeti İstanbul’daki Muavenet-i Bahriye grubu yürütüyordu. Fethiye kıyılarına gelecek Yunan Savaş gemilerine topla karşılık verilmeliydi. Fethiye limanına birkaç top gönderilmek istenince grup hemen işe koyuldu. 1922 yılının Nisan ayında İstanbul’daki gruptan iki tane 57 mm Krupp top ile 37 mm Maksim topun, İtalyan Bandıralı Bukovina vapuruyla Antalya’ya gönderileceği bildirildi. Bunların Antalya’dan Fethiye’ye aldırılması bir problemdi. Karadan yol ve elverişli taşıt yoktu. Denizden taşınması düşman donanması nedeniyle zordu. Fakat buna rağmen Bahriyeliler bu işi de başardılar ve topları Fethiye ‘ye getirdiler. Artık Fethiye silahı olan bir limandı.
Peki bu toplar nasıl getirilmişti? Büyük Taarruz başlamadan 1922 yılı yaz aylarında düşman Mersin ve Antalya kıyılarını kontrol altında tutuyordu. Bunun ana nedeni Fransız ve İtalyan gemilerinin cephelerimize silah taşımalarının İngilizler tarafından öğrenilmesiydi. 1922 yılının Nisan ayında Muavenet-i Milliye Grubu, Haliç’te yatan Türk savaş gemilerinden söktükleri topları İtalyan Bukovina vapuruna tüccar malı gibi yüklediler. Bu üç top cephanesi deniz yoluyla Antalya Limanı’na vardı ve orada karaya çıkarıldı. Antalya’dan Fethiye’ye getirilmeleri kolay olmadı. 1922 Haziran ayında Antalya limanına İngiliz bandıralı küçük bir gemi gelmişti. Kaptanı ve tayfası Yunan olan bu gemi boştu ve yük arıyordu. Türk denizcileri bunu sezince harekete geçtiler ve tüccar kılığında kaptanla temasa geçerek Fethiye ‘ye değirmentaşı göndermek istediklerini anlattılar. Yüksek navlun teklif ederek kaptanı ikna ettiler. İstanbul’dan değirmentaşı manifestosu ile gelen toplar ambalajı hiç bozulmadan gemiye yüklendi ve Fethiye’ye getirildi. Bu topları gemiden alan kayıkçılar işin farkında değillerdi ama karadaki bahriyeliler farkındaydı. Sandıkları teslim aldıkları zaman sevinçleri sınırsızdı. Çünkü düşmana karşı kullanacakları topları düşman gemisiyle taşıtmışlardı. Fethiye grubunun topçu subayı yüzbaşı İhsan, grup kumandanı tarafından çağrıldığı zaman çok heyecanlıydı. O sırada bir makineli tüfek birliğinin başında Bodrum kıyısında kıyı emniyeti karakol görevlisiydi. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Aldığı emir üzerine birliğin komutasını bir başka komutana devrederek Fethiye ‘ye dönmüştü. Yeni görevi Fethiye limanının toplarla tahkimiydi. İş çok gizli tutulduğundan toplar ambalajları sökülmeden en uygun tepedeki yerlerine çıkarıldılar. Bunların katırlarla dağlara çıkarılması da kolay olmadı. Bu zahmetli işleri yüzbaşı İhsan hem de Bahriyenin en genç subaylarından 19 yaşındaki Teğmen Müfit Rıfat yaptı. (Yüksek Denizcilik Okulu kurucusu Hamit Naci’nin torunu ve Atatürk’ün sınıf arkadaşı Lütfi Müfit Özdeş’in oğludur. Donanmada Tümamiral ve daha sonra senatör olmuştur. Oğlu Emekli Büyükelçi Müfit Özdeş’tir. YN). Önce top bataryalarının betonlarını döktürdüler. Makine Yüzbaşı Mehmet İsmail, bu işin sorumluluğunu aldı. Çalışma şartları pek zordu. Bu bölgede sivrisinek çoktu. Geceleri sivrisinek saldırıları, gündüzleri haziran ayının dayanılmaz sıcakları altında çalışıyorlardı. Bütün bu sıkıntılara rağmen temmuz ayının başında işi bitirdiler. Daha sonra da yeraltı sığınaklarını ve cephanelikleri tamamlayıp eğitimlere başladılar. Her bataryaya yirmişer er ayırdılar Topları söküp takmayı öğrettiler. Önce duran hedeflere daha sonra da hareketli hedeflere nişan talimleri gerçekleştirildi. Yüzen hedeflere gerçek mermilerle atışlar yapıldı.
23 Temmuz 1922 Pazar günü Şeker bayramıydı. Erler neşeli bir tatil sabahının mutluluğunu yaşarken öğle yemeği sırasında yemek bitmeden alarm boruları çalmaya başladı. Batarya komutanı gözetleme yerinden aldığı telefon haberinde Yediburunlar önünden büyükçe bir savaş gemisinin limana doğru gelmekte olduğunu öğrenmişti. Önce inanmak istemedi, sonra yanındaki Teğmen Rıfat’a emir verdi. ‘’Erler topbaşına.’’ İşte alarm borusu bunun için çalınıyordu. Bütün erler sofralarından hızlıca kalktılar ve top başına koştular. Haber bataryanın içinde yayıldı. Dört bacalı bir savaş gemisinin Megri Körfezi’ne girmekte olduğunu herkes öğrenmişti. Türk denizcileri heyecanlarını belli etmeden telaşsız bekliyorlardı. Ancak öyle uygunsuz bir zamanda tedirgin edilmelerinden ötürü hırslıydılar. Yıldırım hızıyla topları donattılar. Dört top birden ateşe hazırdı. Batarya komutanı elindeki dürbünü gözlerine dayayarak gelen gemiyi tanımaya çalıştı. Teğmen Rıfat da yaklaşan kruvazörü dürbünle izliyor, mesafeyi kestirmeye çalışıyordu. Dakikalar böyle heyecan içinde geçti ve sonunda gelen geminin Elli adındaki 3000 tonluk Yunan kruvazörü olduğu anlaşıldı. Sekiz mil hızla ağır ağır pervasız şekilde seyreden bu geminin top bataryalarından haberdar olmadığı belliydi. Artık iş mesafe hesaplayıp mermileri başına yağdırmaktı. Gemi, iki adet 150 milimetrelik, altı adet 105’lik dört adet de 37’lik toplarıyla Türk bataryasından on kat daha üstündü. Buna rağmen Türk denizcileri ilk ateşi açmaktan çekinmediler. Yunan gemisinin alacağı bir isabet savuracağı beş salvoya bedeldi. Rıfat Teğmen artık mesafeyi saptamış kumandanına rapor etmeye başlamıştı. Batarya komutanı yüzbaşı İhsan kruvazörün Kızılada Boğazından içeri girdiğini görüyor, mesafenin biraz daha küçülmesini bekliyordu. Düşman gemisi o kadar korkusuz ve tedbirsiz geliyordu ki Fethiye Limanı’nın kendi şileplerinin taşıdığı toplarla güçlendirildiğinden haberi olmadığı belliydi. Gemi tayfaları baş ve kıç güvertede donatılmış tenteler altında yatmış, güneşlenerek büyük bir iştahla kıyılarımızı seyrediyorlardı. Geminin bu limana girişinin nedeni kıyıda yelken açarak seyreden bir Marmaris kayığını yakalayıp elde etmekti. Rıfat Teğmen bataryasının başında ateş emrini bekliyordu. Teğmen mesafenin 2500 metre olduğunu rapor edince batarya kumandanı yüzbaşı İhsan’ın gür sesi işitildi. ‘’Salvo Ateş’’. Büyük bir gümbürtü koptu. Topların ağzından önce alevler, sonra mermiler savruldu. Mermiler düşman gemisinin çevresine düştü.
Tüm topçular süratli ve etkili ateşe devam ettiler. Geminin yakınında yükselen su sütunları bacalarını aşıyordu. Düşman savaş gemisinde panik içinde büyük bir telaş başladı. Tayfaların koşup kaçıştıkları ve kaportalardan içeriye atladıkları görülüyordu. Keyifleri kaçmıştı. Türk deniz topçusu beş salvodan sonra Elli Kruvazöründen 105’lik toplarla ateş açıldı. 150’lik topları kullanamıyorlardı. Zira tenteler buna engeldi. Düşman gemisine üç mermi isabet etmişti. Hemen manevra yaparak geri döndü ve geldiği rotanın tersinden kaçmaya başladı. Ne yazık ki Türk denizcilerin elinde çok az mermi vardı. Bunları idareli ve ihtiyatlı kullanmaya mecburdular. Muharebe bu nedenle ancak 20 dakika sürdü. Türk bataryası 40 mermi harcadı, bunlardan dokuzu düşman gemisinin değişik yerlerine isabet etti. Geminin baş tarafında görülen yangını söndürmek için tayfa büyük çaba harcıyordu. Bir yandan tenteler fora ediliyor, öte yandan hortumlarla su sıkılıyordu. Gemi son hızıyla limandan çıkmak için fayrap etmiş, bacasından dumanlar yükseliyordu. Gemi kumandanı yaptığı tedbirsizliğin başına neler getirdiğini görmüş, şaşkına dönmüştü. Bir düşman limanına hiçbir savunma hazırlığı yapmadan, bayram yerine gider gibi gelen bu geminin durumu ciddi bir hal almıştı. Kruvazörün ateşinden karada hiçbir zarar olmadı. Mermiler sağa sola tepelere düştü. Bataryaya veya grup karargahına hiçbir isabet sağlanmadı. Bu olay bir daha hiçbir Yunan gemisinin kıyılarımızda görülmemeleri sonucunu verdi. Daha sonra öğrendiğimize göre Elli’de ikinci komutan dahil sekiz kişi yaralanmış, gemi onarım nedeniyle uzun süre harekattan sakıt kalmıştı. Düşmanın gördüğü bu korkulu rüya esasen çok sürmedi. 30 Ağustos büyük zaferi ile gerçekleşen kesin yenilgi ona Türk yurduna saldırmanın acıklı sonucunu gösterdi. Kara orduları kumandanlarıyla beraber topluca esir ve yok edildi. Geri kalanlar da İzmir’de denize döküldü. Türk milleti yurduna saldıranların cezasını vermişti.’’
TÜRK VE TÜRK’ÜN DENİZCİSİ İŞTE BUDUR
Gerçek şudur ki içimizdeki cevher dışardaki kötülük ve onursuzluk cephesi ne kadar büyük olursa olsun ölmez. Çoğunluğu hâkim gücün sahte pırıltısına ve kof gücüne biat etse de Sakarya’da Türkün kaderini değiştiren %1 son sözü söyler. Atatürk’ün keşfettiği o cevher olmasa Kurutuluş mümkün olamazdı. Osmanlının ‘’İstiklal Savaşı’nda Türk Denizcileri’’ eserinde yazar Methi Bayar, 1945 yılında şunları kaydetmişti: ‘’Bütün bunlar gözönünde tutularak denebilir ki, Sakarya Zaferi de Dumlupınar Zaferi de Türk denizcilerinin ikmal işlerini kusursuz başarmalarıyla mümkün olmuştur.’’ Bu işi başaranlar toplamda 233 deniz subayı idi. Bunlar 159 güverte, 68 makine, 5 tabip ve 1 gemi inşa subayı idiler. Kurtuluş Savaşı’nda ikmal teşkilatının başında bulunan Korgeneral Muzaffer Ergüder’in, 1925 yılında bu başarı için sarf ettiği “Kurtuluş Savaşı’nda bir avuç deniz subayımız olmasaydı ne İnönü’ler ne Sakarya ve ne de Dumlupınar ve de dolayısıyla Kurtuluş Savaşı olmazdı” sözlerine ne eklenebilir ki?
ONURSUZLAR VE OMURGASIZLAR TARİHE GEÇMEZ
Osmanlı Bahriye Nezaretinden maaş almaya devam eden yuvalarının ve hanımlarının sıcak kucağında işgali seyreden binlerce denizciye karşılık namus ve onur cephesine geçen 233 kişi. Aradan geçen 105 yıl sonra kimse evinin sobasının sıcağını terk etmeyen binlerce denizciyi anmıyor. Ancak Afif Büyüktuğrul’un, önemli eserlerinden birisi olan ‘’Osmanlı Deniz Harp Tarihi 5. Cilt’’ sayfalarında isimleri açıkça verilen 233 subayın aziz hatırasının önünde saygıyla eğiliyor. Bunlar ne büyük denizcilerdi ki içlerinde henüz 18 yaşında olanlar vardı ve Amiral Afif Büyüktuğrul’un eserinde yazdığı gibi zorluklara onurla katlanan başı göklerde üstün insanlardı. Şöyle yazmış: ‘’İstiklal Savaşı boyunca milli mücadeleye katılan deniz subayları çoğu zaman maaş alamadı…Kara kuvvetlerinin maaşlarını Sovyet Rusya’dan altın alarak getiren denizciler, maalesef savaşı ona buna muhtaç durumda geçirdiler. Karakışta Karadeniz’in soğuk ve sert rüzgâr ve denizleriyle pençeleşen denizcilerin sırtlarına giyecek palto ya da nöbet kaputları, ayaklarına giyecek fotin ya da ayakkabıları yoktu. Buna rağmen denizcilerden tek bir şikâyet sözü yükselmemiş, şikâyet yazıları onlara komuta eden sorumlu kişiler tarafından yazılmıştı. Bunlar da şikayetlerini aldıkları vazifeler gereği olarak yapmışlardı. Yoksa karada olsun denizde olsun İstiklal Savaşı’na katılan denizcilerin göz önünde tuttukları ana prensip vatanın kurtarılması için gerekli savaş malzemesini güvenle taşıyabilmekti. Elbise ve maaş bulsa da bulmasa da bunu yapmaya çalışacaktı. Bu suretle İstiklal Savaşı başında denizciler kendi işlerini kendilerini görmek zorunda kalmışlardı.’’
TEKRAR EDELİM: ‘SAVAŞIN ÖZÜ KAN VE DEMİRDİR’
Alemdar’da, Gazal’da, Rusumat-4’te, Fethiye’de ve daha nice çılgın Türk denizcisinin bulunduğu, irili ufaklı onlarca teknede ve kara birliğinde sadece Kurtuluş Savaşının harp malzemeleri değil, aynı zamanda bağımsızlık, hürriyet ve ulusal onur ateşini taşıdı. Yokluklar içindeki denizciler Mustafa Kemal’e sarsılmaz bir sadakat ve inanç ile bağlandılar ve onun yansıttığı bağımsızlık ve umut ışığında mucizeler yarattılar. Sonunda vatan kurtarıldı. Bugün dahili ve harici güç odaklarının ona saldırmasının ardındaki temel gerçek onun hayal bile edilemeyenleri başarmış olmasıdır. Önce vatan dedi.
AKDENİZ’LE BULUŞMA VE MAVİ VATAN
Dumlupınar Meydan Muharebesi sonunda kazanılan büyük zafer, 16. yüzyıldan itibaren Akdeniz’den uzaklaştırılan Türk milletini yeniden Akdeniz’le buluşturdu. 1 Eylül 1922 sabahı Büyük Türk’ün verdiği ‘’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri’’ emri sadece kara harekatının askeri hedefini değil aynı zamanda Türk’ü Asya kıtasına karaya sürmeye çalışan emperyalizme büyük bir manifestoydu. 9 Eylül sabahı Türk süvarisi İzmir’de Mavi Vatan ile buluştu. Günde ortalama 50-70 km yol katetmişlerdi. Bu büyük buluşma için Mustafa Kemal Atatürk bir yıl sonra verdiği söylevde şunları söylemişti: “Efendiler, Dumlupınar’dan sonra İzmir’de ‘Akdeniz’i, Mudanya’da ‘Marmara’yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Ancak hatırlatmalıyım ki, bugün bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal köyüne gelebilmek için yalnızca Sakarya’dan itibaren harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu tespit ettiğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi yalnızca karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün varlıklarıyla, bilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle, kısacası bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir sınav sahasıdır. Sonuç, yalnızca fiziki gücün değil, bütün güçlerin, özellikle ahlaki ve kültürel gücün üstünlüğünü ortaya koyar. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf, milletçe ve ülkece, bütün maddi ve manevi varlığıyla mağlup edilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olma ve çöküş yalnızca savaş sahasında bulunan orduyla sınırlı kalmaz. Asıl orduya mensup olan millet, korkunç sonuçlarla karşı karşıya kalır…”
Küresel düzenin Atatürk düşmanı hegemonyanın boyunduruğundan kurtulmaya başladığı günümüzde Türkiye ve Türk dünyasının kurulacak yeni dünya düzenindeki bağımsız ve onurlu yeri Atatürk’ün prensiplerine ve kurucu ideolojiye sahip çıkmakla sağlanır. Türklük ve coğrafyamızın gücünü kullanarak Kurtuluşu ve Kuruluşu başaran Atatürk milletine ışık olmaya devam ediyor. O sonsuzluğa emanet edilmiş olabilir. Ancak bugün milyonlarca Atatürk içinde bulunduğumuz dahili şartların kapkaranlık tablosuna rağmen onun fikirlerini taşımaya devam ediyor. Namuslu, onurlu ve vatan bilinci olan kitleler Türk dünyasında her zaman galebe çalmıştır. Aydınlık her zaman karanlığı yener. Atatürk’ün ruhu aydınlığın membaıdır. Ne mutlu Türküm diyene. Ne mutlu Mustafa Kemal’in geçmiş, bugün ve gelecekteki üniformalı ve üniformasız yüce ruhlu başı dik askerlerine.
Cem Gürdeniz