Ülkemiz Cumhuriyetin ikinci yüzyılına büyük bir finansal baskı altında girdi. Ekonomik veriler gerek mikro gerek makro seviyede büyük dalgalanmalar gösteriyor. Sıcak paraya ve yarım trilyon dolar dış borca son derece bağımlı bir makro ekonomik yapı içinde orta sınıf yok oluyor. Toplumun en zengin %20’lik kesimi milli gelirin yarısına sahip. %80’lik kesimin büyük bir bölümü yoksulluk ve hatta açlık sınırına itiliyor. TÜİK verilerine göre 2023’te yoksulluk oranı %21, yoksul sayısı 18 milyona erişti. Bugün için 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 25 bin TL, yoksulluk sınırı 76 bin TL ve net asgari ücret 22 bin TL. Ancak en çarpıcı istatistik Türkiye’de çalışan tüm ücretli kişilerin neredeyse yarısının (%43,6,) yani 41,5 milyon insanımızın asgari ücret ve ona yakın seviyelerdeki gelir ile yaşıyor olmasıdır. 2022’de enflasyon resmi değerler ile %85,5’i; 2023’te genç işsizlik oranı %16,3’ü gördü. Bu arada dış borcumuz sürekli artıyor. 1980 yılında 16,2 milyar dolar olan dış borcumuz (milli gelirin %20’si) 2020’de 457 milyar dolara (milli gelirin %60’ı) yükseldi. Bugün 525 milyar dolar (milli gelirin %45’i) dış borç stoğu altında üretim ekonomisine geçilemiyor. Ekonomik ve finansal baskılar her geçen gün fakirleşen halkımızın iç cephedeki kimyasını ve bütünlüğünü bozuyor. Sahip olanlarla olmayanlar, devleti zenginleşme aracı olarak kullananlar ile kullanmayanlar arasındaki kutuplaşma keskinleşiyor. Bu sürece iktidar ve muhalefetin oy kazanma diğer bir deyişle iktidarda kalma veya iktidara gelme uğruna kullandığı dinsel ve etnik fay hatlarının eklenmesi ve iktidarın devletin temel kurumu olan hukuku siyasallaştırması büyük negatif katkı sağlıyor. İnsanlarımız düşük gelir seviyesi ile ailesini geçindirme derdinde son derece asabi ve hoşgörüsüz duruma düşürüldüler. Cehalet her geçen gün artıyor ve sosyal fay hatlarının kırılması için sömürülmeye son derece uygun hale getiriliyor. Kısacası, Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kemalizm reçetesine 1938 sonrası ihanetinin bedelini 100 yıl sonra halkının büyük kesiminin fakirleşmesi, cehalete sürüklenmesi ve kutuplaşması ile ödüyor.
BU BEDEL JEOPOLİTİK FATURAYA TAHVİL EDİLİR Mİ?
Tarih boyunca maalesef finansal baskılar jeopolitik tavizleri beraberinde getirmiştir. Örneğin 1856 Kırım Savaşında Avrupa’nın güçlü devletleri Osmanlının yanında Rusya ile savaşmış sonunda sonu 1881’de Duyunu Umumiye ‘ye kadar gidecek borçlanma ve tam sömürgeleşme sürecini tetiklemişti. Ya da 93 Osmanlı Rus Harbi sonrasında (1878) maliye iflas etmiş, Rus orduları Yeşilköy’e kadar gelmişti. Sultan II. Abdülhamit, İngiliz Kraliçesi Victoria’nın Akdeniz Donanmasının Marmara Denizine geçmesine izin vermiş ve Rusya, İngiltere’nin nota vermesi ile Yeşilköy’den geri çekilmişti. Faturası II.Abdülhamit tarafından güney kalemiz Kıbrıs Adasının 99 yıllığına İngiltere’ye kiralanması daha doğrusu resmen işgali ile ödenmişti. Devam edelim. 1938 sonrası Ankara batı dünyasına yeniden yaklaşmış, 1946’da abartılan Sovyet tehditleri üzerinden ABD’nin oltadaki balığına dönüştü. 1952’de NATO’ya, 1996’da AB Gümrük Birliğine katılan Türkiye bugün pek çok alanda egemen karar verme ve siyasi bağımsızlığını kaybetmiş durumdadır.
15 TEMMUZ 2016 SONRASI ARTAN BASKILAR
Türkiye Güneydoğu Anadolu bölgesinde Hendek Savaşları olarak bilinen PKK ile mücadele dönemini 2016 Mart ayında başarıyla tamamladıktan kısa süre sonra 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimiyle karşılaştı. Darbe girişiminin sonuçsuz kalması sonrasında ciddi şekilde ekonomik istikrarsızlık içine çekildi. Daha sonra yaşanan COVID dönemi de bu süreci etkiledi. 2016 yılında 3 TL olan dolar 2019’da 5,17 TL’ye, 2021 de 9 TL, 2023’te 23 TL ve 2025’te 39 TL oldu. Dengesiz makro ekonomik politikalar, ile seçim süreçleri ancak en önemlisi ABD ve AB etkileşimindeki finansal oligarşiye AKP iktidarının ve CHP muhalefetinin tam bağımlı olması ve milli, devletçi ve halkçı bir ekonomi modeli geliştirilememesi bu sonucun asıl nedenleri arasında sayılabilir. Bugün maalesef Türkiye jeopolitik sermayesini kullanma aşamasına gelmiştir. Ancak ciddi bir sorun vardır. Batıya finans oligarşisinden kaynak bulabilmek için güzel görünmek ve tavizler vermek arsız ve sınırsız bir mafya tefecisinden para almaktan farksızdır.
2011 SONRASI SURİYE’NİN PARÇALANMASI
Ankara, 2004 yılında KKTC’nin sonunu getirmeyi hedefleyen Annan Planına ‘’Evet’’ diyerek tarihinin en büyük jeopolitik intiharını gerçekleştirmiş ancak Kıbrıslı Rumların plana hayır demesi ile adadaki askeri varlığı ve KKTC’den vaz geçme skandalı önlenebilmiştir. Ankara benzer hatayı İsrail ile arasındaki en önemli tampon devlet olan Suriye’nin parçalanmasına 2011 sonrasında onay ve destek vererek yapmıştır. Bugün İsrail ile aramızda tampon bir bölge kalmamıştır. Daha kötüsü güneyimizde PKK uzantısı PYD/YPG ’nin bağımsız Kürt bölgesi oluşturma faaliyetlerine engel olmamız İsrail tarafından genişlemeci ve emperyalist büyüme olarak değerlendirilmekte ve bu terör gruplarına açık desteğini artırmaktadır. Kısacası talihimiz KKTC’de olduğu gibi Suriye’de yardım etmemiş ve Suriye parçalanmıştır. Bugün Ege ve Doğu Akdeniz’de GKRY ve Yunanistan ile onlarca ciddi güvenlik ve egemenlik sorunu ortada dururken, güneyimizde son derece riskli bataklık bir bölge yaratılmış ve bu bölgede denize çıkışı olan kukla bir Kürt devletinin Irak’taki benzerinin kurulma süreci başlamıştır. Sorun bu bataklığın Türkiye’ye ve geleceğimizin su, tarım ve değerli maden havzası güneydoğu bölgemize yansımalarıdır.
İSRAİL DEVLETİNİN ARTAN TÜRK DÜŞMANLIĞI
İsrail merkezli Jerusalem Post gazetesinde 11 Mayıs 2025 tarihinde imzasız olarak yayımlanan bir makalede, Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki askeri varlığı ve bölgedeki dış politikası, ’yayılmacı’’ olmakla eleştirilirken, Türkiye’nin bölgesel etkisini durdurmanın tek yolunun, Kürtler için Akdeniz’e erişimi olan bağımsız bir devlet kurmak olduğu savunuldu. Türkiye’nin bir NATO üyesi ve Batı için uzun süredir stratejik ortak olduğuna dikkat çeken yazıda, bu durumun Ankara’nın politikalarına karşı koymayı zorlaştırdığı ifade edildi. Ankara’nın Musul, Halep ve Şam gibi stratejik şehirler üzerinde yayılmacı hedefler güttüğü ve bu hedefleri açıkça dile getirdiği öne sürülen yazıda özetle şu ifadelere yer verildi: Ankara, Şam’daki yeni İslamcı yöneticilerle bağlarını ya da İsrail’e karşı ‘savaşa öncülük etme’ ve Kudüs’ü Siyonist varlıktan kurtarma hevesini gizlemiyor. Bugün İsrail’i kaygılandıran şey, Türkiye’nin uzun vadeli stratejik yayılmacılık planlarının bir devamı. Kürtler tek başına Türkiye’yi durduramaz. Türkiye’yi Suriye ya da Irak’ta durdurmanın tek yolu, Kürtlerin kendi siyasal ajandasını kurmasına yardımcı olmak. Tarihsel toprakları üzerinde kurulan, Akdeniz’e Lazkiye üzerinden çıkışı olan bir Kürt ulus devletidir. Kurulduğunda bu devlet, her türlü toprak saldırısını püskürtebilecek savunma araçlarına, gerekli silahlara sahip olmalıdır.’’ Bu mesajla açıkça Türkiye’yi çevreleme ve içten bölme stratejisi resmen ilan edilmiştir. Yazı bir cüretkâr bir mesajdır. Kürtlere “devletleşin”, Batı’ya “barışı Kürtler sağlar”, Türkiye’ye ise “caydırıcılığın çöktü” mesajları veriliyor. Türkiye için gerçek olan mezhepsel motivasyonla Suriye devletinin yıkılmasına neden olduktan sonra Kürtlerin hareket serbestisinin arttığı ve İsrail ile ABD desteğinin artarak bölgede onlar için büyük siyasi ve askeri fırsatlar yarattığıdır. ABD Dışişleri Bakanı Rubio, 23 Mayıs tarihinde ABD’de Senato’da Suriye’de parçalanma ve iç savaş ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyerek Türkiye’ye aba altından sopa göstermiştir. ABD desteğindeki İsrail’in saldırganlığı sınır tanımazken aramızdaki tampon devlet Suriye’nin dağılmasını adeta teşvik ettik. Türkiye kendi iradesi ile Pandora’nın kutusunu açmış ve şimdi merkezkaç kuvvetler, kontrol dışında ABD ve İsrail güdümünde harekete geçmiştir. Türkiye bugün büyük bir enerjisini emperyalizmin yeni bataklığına aktarmak zorunda kalmıştır. Bu durum Yunanistan ve GKRY dolayısı ile ABD ve AB için Doğu Akdeniz ve Ege’de bulunmaz fırsatlar yaratmaktadır.
YUNANİSTAN VE ARTAN TÜRK DÜŞMANLIĞI
21 Mayıs 2025’te İsviçre’de yayınlanan Neue Züricher Zeitung gazetesinde Gerald Kurth imzalı habere göre Yunanistan, 2037 yılına kadar savunma kapasitesini artırmak için 28 milyar avroluk büyük bir silahlanma planı yürürlüğe koyuyor. Planın merkezinde, İsrail’in Iron Dome sisteminden esinlenen “Aşil’in Kalkanı” adlı hava savunma sistemi ve ABD’den alınacak 20 adet F-35 savaş uçağı bulunuyor. Bu hamle, AB’nin “ReArm Europe” adlı 800 milyar avroluk savunma girişimiyle örtüşse de Yunanistan’ın asıl hedefi Türkiye. Atina, Türkiye’yi doğrudan tehdit olarak konumlandırırken, iş birliği yaptığı ülkeler arasında ABD, Fransa ve İsrail öne çıkıyor. Yunanistan geçen ay İsrail’den 38 adet PULS füze sistemi tedarik etti. Bu sistem 300 km menzilli ve Türkiye’nin batısındaki üsleri ve stratejik mevkileri tehdit ediyor. Yunanistan, ayrıca Fransa ile yaptığı anlaşma kapsamında 3 adet Belharra sınıfı fırkateyn tedarik etmektedir. İlk iki fırkateynin 2025 yılı sonunda, üçüncüsünün ise 2026’da teslim edilmesi planlanmaktadır. Ayrıca, dördüncü bir fırkateyn için de görüşmeler sürmektedir. Yunanistan, ABD, İsrail ve GKRY ayrıca Nisan 2025’te Amerikan Kongresinden geçen “Amerikan-Yunan-İsrail Doğu Akdeniz Terörle Mücadele ve Deniz Güvenliği Ortaklığı Yasası” ile artık Türkiye’ye karşı ittifak formatı yaratmışlardır. Bu ittifak tamamen Mavi Vatan karşıtı bir ittifaktır. Her ne kadar enerji Bakanı Türkiye’nin dünyanın en güçlü 4. sismik ve sondaj gemi filosuna sahip olduğumuzu deklare etse de AKP İktidarı 2020 Kasım ayından bu yana Doğu Akdeniz’den tamamen çekildiği halde bu kanun ile Türkiye’ye çıkmaya sakın yeltenme mesajı verilmektedir. 4.. Büyük filo kâğıt üzerinde yarattığı etkisi sahada yaratamıyor ve stratejik sonuca tahvil edemiyor. Diğer yandan 150 milyar avroluk bir finansal temele sahip Avrupa Savunma İşbirliği’ne (SAFE Security Action for Europe) Türk savunma sanayi firmalarının katılabilmesi için, Yunan Savunma Bakanının Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Atina’nın Ege’de karasularını 12 mile çıkarma girişimine karşı aldığı 8 Haziran 1995 tarihli -basında ‘Casus Belli’ -savaş sebebi– olarak yorumlanan Meclis kararının kaldırılmasını şart koşması ayrı bir skandal. Aynı Bakanının geçen günlerde Meis Adasına giderek Yunan MEB ilanında bu adanın kilit rol oynayacağını küstah şekilde söylemesi yenilir yutulur cinsten değil. Benzer skandal 30 Mayıs tarihinde Sözde Ekümenik Patrik olduğunu iddia eden Fener Rum Patriğini ziyaret eden Yunan Genelkurmay Başkanının ziyarette sunduğu hediye ile yaşandı. General Choupis’in Papaza takdim ettiği çerçevelenmiş İstanbul ve Türk Trakya’sını da içeren bir haritanın fotoğraflanması ve medya ile paylaşılması son derece kışkırtıcı bir davranış oldu. Ancak daha kötüsü Dışişleri Bakanlığımız bu hamlelerin hiçbirine cevap vermedi. Vermiyor.
ABD AVRUPA KOMUTANLIĞI (USEUCOM)’UN SINRIMIZDA TATBİKAT YAPMASI
Bu arada güneyimizde ve batımızda yaşanan bu gelişmelere kuzey batı sınırımızda Dedeağaç merkezli Europe Defender 2025 ve kapsamındaki Immediate Response tatbikatı ile denk düşmesi tesadüf değildir. ABD Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı (USEUCOM) tarafından ve ABD’nin ortakları ve NATO müttefiki 29 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen bu tatbikatı sadece Rusya’ya karşı bir hazırlık olarak görmek saflık olur. Bu tatbikat NATO tatbikatı değil. Zaten sınırımızda böyle bir tatbikatın yapılmasına NATO karargahında çalışan hiçbir Türk subayı ve diplomatı onay vermezdi. Ancak NATO bağlısı birlikler de facto görev alıyorlar. Dedeağaç ve Yunanistan üzerinden Türkiye’ye ve Rusya’ya verilen mesajlar çok açıktır. Birinci mesaj ile Ankara Yunanistan ile Ege ve Doğu Akdeniz’de Türk jeopolitiği için kapışırsa karşında sadece Atina’yı değil kolektif batıyı bulur mesajı ile Trakya’nın hinterland ’ini kontrol ediyoruz ve ayrıca Türkiye gerginlikte yalnız kalırsa buradan müdahil oluruz mesajları veriliyor. Rusya’ya da: “Ukrayna dışında başka bir cephe açmayı düşünme, biz Balkanlar’dayız” deniyor. Bu tatbikat, Yunanistan’ın asimetrik caydırıcılık doktrinine doğrudan zemin oluşturuyor. Ancak Yunanistan bu sürecin gerçek sahibi değildir; vekilidir. Bu süreçte Yunanistan savunma algısı içinde Türkiye’ye karşı “yalnız değilim” mesajını verirken Ege adalarına yapılan silah yığınağını meşrulaştırıyor ve kamuoyunu ABD askeri mevcudiyeti hakkında ikna edebiliyor. Kısacası ABD ve AB, 100 yıl önceki gibi Yunanistan’ı batının kullanışlı ucuz kanı ve vekili olarak Türklerin karşısına sürerek hem kendi savunma harcamalarını artırıyor hem de batıya başta Suriye’de ve içerde finansal baskılarla boyun eğmiş iktidara askeri hazırlıklarla mesaj veriyor. Yunanistan kullanılarak Türklerin denizden karaya itilmesi, Kıbrıs’tan vaz geçmesi ve Suriye’de kukla Kürdistan kurulmasına itiraz etmemesi hedefleniyor. Bu baskılara İsrail Suriye üzerinden verdiği askeri ve siyasi hamlelerle ve Yunan silah satışı ile destek sağlıyor.
ÇOK ZORLU SINAV DÖNEMİNDEN GEÇİYORUZ
İktidarın bu hedeflere göstereceği direnç, Suriye ve ülkemizde son yaşananlar paralelinde çok da umut verici görünmüyor. Zaten bu gelişmelerin hiçbirine dışişleri bakanlığı ya da savunma bakanlığı bir cevap vermedi. Kuzeyimizde Almanya, Fransa ve İngiltere Ukrayna’da savaşın devamı ve genişlemesi için her türlü kışkırtmayı artırıyor. Bu durum Karadeniz’de NATO üyesi olmamızdan dolayı karşılaşacağımız emrivakilerin yaratacağı riskleri artıracaktır. Şimdi güneyimizde bir bataklık gelişirken, kuzeyimizde Yunanistan aşırı silahlandırılarak Türkiye iki cephede askeri hazırlığa zorlanıyor. Bu arada Ukrayna Rusya çatışmasında tarafsızlığımızı NATO ve kolektif batı lehinde bozmamız ve Rusya’yı da karşımıza almamız için her yol deneniyor. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye, AB savunması için anahtar ülke söylemine kapılanları anlamak mümkün değil. ABD ve AB, emperyalizme meydan okuyarak, emperyalizme rağmen kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ni asla gerçek dost ve müttefiki olarak görmez. Kullanışlı olduğu kadar destekler. Bu kapsamda Türkiye NATO içinde kaldığı sürece jeopolitik sorunlarının hiçbirini çözemez. Gerçekçi bir değerlendirme ile şunu söyleyebiliriz: “İsrail yeni haritalar çiziyor, Yunanistan füzeyle, silahlanma ile ve bakan seviyesindeki düşmanca deklarasyonlar ile Türkiye’ye küstahça meydan okuyor; ABD sınırımızda tehditkâr ve büyük bir tatbikat yapıyor; AB, Rusya ile NATO üzerinden kapışmamızı istiyor ve böyle kritik ve karmaşık konjonktürde biz hem iktidar hem muhalefet onayı ile anayasadan Türk kimliğini kaldırmak ve iç cepheyi paramparça etmekle meşgulüz. 100 yılı devirmiş Türkiye Cumhuriyeti hâlâ nerede olduğunu tartışıyor. İktidar ve muhalefet ne doktrin üretebiliyor ne de tepki verebiliyor. 2025 Mayıs ayında yaşanan söz konusu gelişmeler, Türkiye’ye karşı bir kuşatmanın sadece harita değil, zihinler üzerinden yürütüldüğünü gösteriyor.
TÜRKİYE’NİN SESSİZLİĞİ
Yaşanan tüm bu olumsuzluklara tepki verilmemesi Batı’yı, İsrail ve Yunanı son derece cesaretlendirmektedir. Bu durumda Yunanistan ve GKRY’ye karşı 1996 Kardak Krizi sonrası oluşan caydırıcılığımız zayıflamış durumdadır. Bu durumun bir nedeni finansal cendere altında İsrail’e karşı siyasi söylemlerde en yüksek perdeden tehditler savurup pratikte hiçbir hamle yapılamamasıdır. Zira iç cephenin paramparça olduğu konjonktürde Hükümet hamle yapsa da emperyalizmin finansal veya siyasi cezalandırması karşısında kamuoyunun desteğini sağlamakta zorlanacaktır. Bugün Gazze’de yaşanan felakete rağmen Kürecik ve İncirlik hala faaldir. Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden İsrail’e akmaya devam etmektedir. Ve hatta Azerbaycan, İsrail’in doğal gaz sahalarında son bir yıldır ara verdiği sondaj işlemlerine yeniden başlamıştır. Bu durum Türkiye’yi boş söylemlerle hareket eden ve caydırıcılığı kâğıt üzerinde kalan bir ülke konumuna çoktan sokmuştur. Hükümetin dış söylemlerinin gerçekte tamamen iç siyasete yönelik bir nevi argo tabirle ‘’gaz alma’’ söylemleri olduğu çoktan ayyuka çıkmıştır. Bu durum Türkiye düşmanlarına muazzam hareket serbestisi vermektedir.
DIŞ KONJONKTÜR VE TEPKİSİZ TÜRKİYE
ABD artık hegemon değildir. Her alanda hızla gerilemektedir. ABD artık söylemleri ile sahadaki uygulamaları arasında yani teori ile pratiği arasında denge kurabilen bir devlet değildir. Bu durum dışişlerine de yansımaktadır. Trump’ın yeni diplomatları ya akrabaları ya emlakçı ya da finansçıdır. O nedenle ABD dış politikası değil yıllık neredeyse aylık değişime uğramaktadır. Türkiye’ye atanan Lübnan asıllı emlakçı ve yeni ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın 25 Mayıs’taki açıklamaları dikkat çekicidir. Şöyle diyor: Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye’yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız. Batı müdahalesi dönemi sona ermiştir. Türkiye, Körfez ülkeleri ve Avrupa ile beraberiz- bu kez askerler, nutuklar ya da hayali sınırlarla değil, Suriye halkının kendisiyle omuz omuza duruyoruz.” Büyükelçi ve kolektif batı söylem ve algılarla aldatmaya devam ediyor. Sykes Picot zaten ABD’nin fiilen bölgeye indiği 1980 tarihli Carter Doktrini ile son ermişti. Yeni bir şey değil. Sykes Picot bitti yerine ABD dönemi bitti denmediği sürece söylemin anlamı yok. Kaldı ki kendi bakanı Rubio Senatoda ondan 2 gün önce Suriye parçalanmanın eşiğinde demişti. Ayrıca Büyükelçi PYD/YPG’nin Şam emrine girmesine ABD’nin neden memnun olmadığına cevap vermiyor. Zira ABD ve ayrılmaz paçası İsrail için otonom Kürt devleti ve bunun Irak Kürtleri ile birleşmesi kaçınılmaz bir vizyon. Bu vizyonun askeri de YPG. Diğer yandan İsrail’in yanında duran ve soykırıma ses çıkarmayan bir ABD, Ortadoğu’da zengin Arap devletlerinin uysal ve vassal idareleri ile halklarının dışında fakir diğerlerinin kalbinde artık bir yer kazanamaz. ABD Ortadoğu’nun genelinde oyun kurucu ve güvenilir arabulucu konumunda yer alamaz. Kredisini ve güvenilirliğini her geçen gün kaybediyor. Suudilerin, Katar ve BAE’nin geçen ziyaretinde ABD’ye yakın durması tamamen kişisel iktidarların devamına destek ve aynı zamanda İsrail’in dizginlenmesi ve İran’a saldırmaması için Trump’ı ikna etmeye yönelikti. O nedenle 1 trilyon dolarlık mafya koruma ücretini önceden ödediler. Zira İran İsrail savaşı başlarsa İran her 3 ülkeye de büyük zarar verir. Diğer yandan Amerikan donanmasının Yemen’de düştüğü durum ortada. Apar topar çekildiler. ABD olmadan İsrail’in İran’a saldırması ise İsrail ve bölge ülkeleri için intihar ile eş değerde olur. İsrail ve ABD, Suriye ve Lübnan’da kazandıklarını zannetseler de orta ve uzun vadede her iki ülke daha çok çekişmeye gebe. ABD bölgede kara askerini konuşlandırmadığı sürece Kürtlere ve İslami terör gruplarına muhtaç kalacaktır. Bu gruplar ile ne istikrar ne barış olur. Bunlar vahşi topluluklar. Kazanılan her şey o nedenle geçicidir. Kısacası Barrack’ın açıklamaları bir diplomatik makyajdan ibaret. ABD’nin gerçek niyeti, bölgedeki askeri yetersizliklerini örtmek; halklara güven veremeyen bir yapıyı romantik retorikle kamufle etmektir. Türkiye ise bu düzende gerek iktidarı gerekse muhalefeti ile hem pasif konuma itilmiş hem de iç cephede emperyal planlara zemin hazırlayan bir zafiyet içindedir. Halbuki zayıflayan ABD, kolektif batı ile sadece kumpas, false flag ve uzaktan füze ve SİHA saldırısı yapabilir. Yemen’de de gördük ki bu tedbirler de kesin sonuç getirmiyor. Türkiye neden bu zafiyeti görmez ve ABD/AB’nin kuyruğuna takılır? Bunu anlamak olası değil. O nedenle Çin, Rusya ve İran üçlüsünün eli bölgede halklara yönelik istikrar ve denge temini için çok daha güvenilir bir tablo sunuyor. Her dakika bir çocuğun öldüğü Gazze ortada iken ABD Büyükelçisinin söyleminin içi boştur ve bir işe yaramaz. Türkiye ise maalesef gücünün farkında olmayan, iç cephede paramparça bir ülke. En kötüsü Kürt konusunda iktidar ve muhalefetin emperyalizm vizyonuna uygun hareket ettiği nadir ülkelerden birisine dönüştü. Demokrasilerde tez ve anti tez olur burada yok. %85 nüfusun çıkarları %15 için feda ediliyor ve bunlar oy uğruna yapılıyor. Unutulmamalıdır ki emperyalizmin tek hedefi Jerusalem Post’un da belirttiği gibi denize çıkan Kürt devletidir. Şu an Türkiye Suriye’de yaratılan fiili durum ile dolaylı olarak buna hizmet eden bir durumdadır. Türkiye gerileyen ABD ve AB’ya rağmen iktidar ve muhalefeti ile her ikisine de kıvançla hizmet etmektedir.
DEĞERLENDİRME
Yaşadığımız bu kuşatma artık Türkiye açısından bir stratejik kırılma eşiği olarak görülmelidir. Bu hamleler, imzasız makaleler, tatbikatlar, silahlanma programları, kışkırtıcı deklarasyonlar Türkiye’nin dış politikasını değil, karar alma refleksini hedeflemektedir. Tatbikatlar, sadece askeri hazırlık değil; gelecekteki operasyonların diplomatik ön kodlamasıdır. İsrail’den Türkiye’nin içlerini vuran füze tedarikleri ile eş zamanlı Jerusalem Post makalesi üzerinden askeri tehdit görünür kılarken, medya mesajları ile hükümet ve muhalefet üzerinde psikolojik üstünlük sağlanmaya çalışılıyor. Gerçekte bu hamleler hep birlikte savaşsız bir etkisizleştirme planını temsil ediyor. Türkiye’nin gerek Trakya’daki tatbikat, gerekse Jerusalem Post makalesi üzerinde sessizliği psikolojik kuşatmayı onaylar niteliktedir. Böylece her geçen gün artan dozdaki saldırganlık ile sürekli tehdit atmosferi yaratılıyor ve Türkiye’nin tepki derecesi ölçülüyor. Tepkiye yönelik bir karar da alınamıyor. Özellikle 2020 sonrası dönemde yani Rosaline A gemisine baskın olayı sonrası kriz yaşamamayı öncelik hâline getiren Ankara, iç cephedeki kırılganlık ve ekonomik baskılar altında “sessiz kalma” refleksine yönelmiştir. AKP’de eğer tepki verilirse yeni yaptırımlar ya da diplomatik dışlanmalarla karşılaşabileceği ve bu durumda seçimlerde büyük kayıplar yaşanabileceği endişesi doğmaktadır. Özellikle İsrail ve ABD’ye karşı hiçbir şekilde tepki verilmemesi, dengeyi koruma stratejisine dayanmaktadır. Bu da her geçen gün caydırıcılığın kaybedilmesi ve vassallaşma demektir. Diğer yandan Türk kamuoyunda ‘’tepki verirsek savaş çıkar” algısı üzerinden yaratılan korku, ekonomik kriz ile katlanmıştır. Bu durum da jeopolitik tavizlerin kapısını ardına kadar açmıştır. Türkiye’nin başta finansal cendere olmak üzere bu çok cepheli baskıya rağmen bırakalım AB ve NATO üyeliğini sorgulaması, dış politikada hâlâ Batı merkezli ittifak hayallerine bel bağlaması, iç politikada suni anayasa tartışmaları ile vakit kaybetmesi de çok ciddi strateji yokluğunun göstergesidir. Caydırıcılık düştüğünde, geri kazanılmasının geciktirilmesi ve yeni tavizlerin kapısını açar. Sadece savunma sanayiine bağlı medya kampanyası ve NATO /Davet tatbikatları üzerinden propaganda ile caydırma yaratılamaz. Hele hele her akşam elinde çubukla televizyonlara çıkan ‘’Baculum Sapiens’’ lerin söylemleri ile caydırma hiç sağlanamaz. Türkiye’ye tehdide varan söz konusu hamle ve davranışlara sert ve içi dolu hükümet açıklamaları, medya kampanyası ve karşı tarafı yeni değerlendirme yapmaya ve irade değişikliğine zorlayacak düşük yoğunluklu askeri hamleler/gerçekçi tatbikatlar ile cevap verilmelidir. Örneğin, Türkiye Jerusalem Post’un baş makalesine sessiz kalınmıştır. Jerusalem Post’a veya benzer İsrail yayınlarına uluslararası hukuk, toprak bütünlüğü ve egemenlik ilkeleri üzerinden çok dilli medya kampanyalarıyla tepki gösterilebilirdi. İsrail’in sistematik soykırımına Kürecik Radarının faaliyetleri geçici olarak durdurularak tepki koyulabilirdi. Ya da Yunan merkezli Amerikan, Europe Defender 2025 tatbikatına tepki olarak Trakya’da büyük çaplı sürpriz (Snap) müşterek tatbikat icra edilebilirdi. Ya da PYD/YPG’nin güçlenmesine karşı 2024 Aralık ayında Şam Hükümeti düşerken Fırat doğusunda noktasal SİHA baskısı veya sınırlı kara harekâtı düzenlenebilirdi. Yunanistan askersizleştirilmiş adalarda silahlanma faaliyetleri nedeni ile BM nezdinde sürekli şikâyet edilebilir ve taciz yaratılabilirdi. Akdeniz’de özellikle Meis adası etrafında sismik ve sondaj faaliyetleri başlatılabilirdi. Hiçbiri yapılmadı.
ÖNERİLER
2016 FETÖ Darbesi sonrası siyasi saiklerle yaşanan yapısal dönüşüm süreciyle, dış politika, savunma, diplomasi ve istihbarat gibi stratejik kurumlar aşırı merkeziyetçilikle fikir üretmede kısıtlandı. Bu da çok aktörlü koordinasyonun ve ortak strateji üretiminin ortadan kalkmasına neden oldu. Türkiye’nin diplomatik ve askerî krizlere tepki refleksi, stratejik kurumlardan değil, günübirlik siyasi merkezden gelmeye başladı. Bu durum, bir stratejiye bağlı yapısal düşünmeyi değil, reaktif refleksleri öne çıkardı. En önemlisi Türkiye artık dış politikada strateji üretme kabiliyeti zayıflamış, bunun yerine reaktif pozisyon almayı alışkanlık haline getirmiş ülke konumundadır. İsrail’in Kürt devleti önerisi, Jerusalem Post yazısı, Dedeağaç tatbikatı ya da Yunan Savunma Bakanı Dendias’ın kışkırtıcı açıklamaları gibi gelişmeler karşısında sessizlik, bu strateji zaafının tezahürüdür. Bu ortamda Ankara, proaktif değil pasif denge arayan, dış dünyada olup bitene yalnızca “duruma göre pozisyon alan” bir yapıya evrilmiştir. Türkiye’nin sessizliği sadece bugünkü riskleri değil, gelecekteki krizleri de kuluçkaya yatırmaktadır. İsrail, ABD, GKRY ve Yunanistan’ın kolektif adımları bir zincirleme hesap planıdır. Bu sinsi plana karşı Türk Kamuoyuna en kısa zamanda ‘’bu gelişmeleri seyretmeyeceğiz” mesajı verilmelidir. Bu çerçevede her yazı ve konuşmamda belirttiğim üzere Kemalist çizgi, halkçı güvenlik ve milli egemenlik temaları üzerinden dış ve güvenlik politikalarının millileştirilmesi gerekmektedir. Unutulmaması gereken temel prensip, NATO’nun, Türkiye’nin güvenliğini değil, Batı’nın çıkarlarını koruduğudur. Örneğin NATO, YPG tehdidini tanımaz, aksine CIA ve MOSSAD’ın kurduğu IŞID ile mücadele aracı olarak görür. Yunanistan’ın silahlanmasına ses çıkarmaz. Sınırımızın dibinde ABD sözde 29 NATO müttefikimizle Türkiye’ye namlularını çeviren tatbikat yapar ve Dışişlerimizden tek bir açıklama gelmez. Kısacası NATO üyeliği, Türkiye’nin jeopolitik iradesini kısıtlamaktadır. Türkiye NATO’ya rağmen askeri gücünü artırmak, gerektiğinde 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’taki soydaşlarınız için yaptığını anavatanımızın ve mavi vatanımızın selameti ve güvenliği için yapabilmelidir. Bugün gerek nüfusumuz gerek askeri yeteneklerimiz 1974 şartları ile kıyaslanamayacak boyuttadır. Ancak stratejik irade ve egemen bağımsızlık irademiz 21.yüzyıldan itibaren kırılmıştır.Bu iradenin geri gelmesi ancak ve ancak hem iktidar hem muhalefetin Kemalizm’in altı oku altında birleşmekten başka çaresi kalmadığı gün mümkün olacaktır. Türkiye’nin kaçınılmaz yarını Kemalizm’dir. Huzur, güven ve refah oradadır.
Cem Gürdeniz
Türkiye’de orta sınıf yok oluyor, halk büyük ölçüde yoksulluk ve açlık sınırında.
— Cem GÜRDENİZ (@cemgurdeniznet) June 1, 2025
Toplum içi kutuplaşma, ekonomik eşitsizlik ve cehalet artışı, iç cepheyi zayıflatıyor.
Dışarda etrafımız çevreleniyor. Yunanistan, ABD, Fransa ve İsrail desteğiyle silahlanıyor ve Türkiye’ye… https://t.co/W6HLTFC0iO