Filozof sakallı Celal Yalnız’ı anarken

Konuk Yazar: Mimar Kaan Çağırman

Eminim çoğumuzun ismini duyduğu Sakallı Celal’in bu kadar farklı bir özelliklere sahip olduğunu tahmin edemezdik. Denizci bir aileden gelen ve bu denizci filozofunu ile sizler için araştırmaya başladık. Aynı zamanda GÜLCEMAL gemisinde Çarkçı olarak da çalıştığını öğrence hikaye daha da enteresan hale geldi. Değerli dostumuz Osman Öndeş’de bilgilendirme gönderince ortaya çok güzel bir hikâye çıktı.

Sevgili Mimar Kaan Çağırman’ın hatırlatması ve Değerli dostumuz Osman Öndeş’in katkıları ile SAKALLI CELAL

Filozof,düşünür, nihrir (Arapça kökenli Osmanlıca- deneyim sahibi, bilgili kimse, mâhir, bilgin),eğitimci, Ata’dan denizci bir ailenin, denizle yolu kesişmiştir. Asıl adı Mahmut Celâl’dir. “Sakallı Celâl” olarak tanınıp sevilmiştir. Çok özel, aydın ve yaşam serüveninde hayranlık verici bir kültür sahibi olan bir kişi idi. 1907 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu.Neşredilmiş bir eser bırakmamışsa da, her biri birer eser olan insanlar bırakmıştır arkasında.

Osmanlı’nın son döneminde eğitim felsefesi tartışmalarının önemli isimlerinden biri olan Satı Bey’le, eski İstanbul Belediye Başkanlarından Ahmet İsvan ve Rasih Nuri İleri’yle sıkıca bağlı idi. Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, “Öğrencim” de dediği Nazım Hikmet, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner ve Ali Sami Yen ile yaşam dünyasında Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent gibi çeşitli seçkim şahsiyetler ile Melih Cevdet Anday, Orhan Veli gibi pek çok şair ve yazar yer alır.

Gelecek kuşaklara ders almaları gereken sözleri miras kalmıştır :

“Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.”

“Türkiye’de aydın geçinenler, Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”

“Meşrutiyeti getirdik olmadı, Cumhuriyeti kurduk olmadı. Biraz ciddiyete ne dersiniz?”

Galatasaray Sultanisi’nden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret’in, “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin” dizesinde ifade edilen yargıya ne pahasına olursa olsun, yaşamı boyunca sadık kaldı.

Celâl Yalnız, ya da mezar taşındaki ifadeyle “Yalınız”, Bahriye Nazırı Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa’nın, Kemal ve Cemal’den sonra üçüncü oğlu olarak 1886‘nın Mart ayında, Kasımpaşa’da dünyaya geldi. Kasımpaşa o asırlardır bahriye muhiti, bahriyenin üssü idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Bahriye Nezareti veya Bahriye Nazırlığı, Osmanlı Deniz Kuvvetleri’nden sorumlu bakanlığa verilen isimdir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarından başlayarak 1867 yılına gelinceye kadar Osmanlı Donanması’nın en yüksek derecedeki sorumlusu Kaptan-ı Derya idi. Ancak 1867 yılında yapılan reformlarda Heyet-i Vükela, yani Bakanlar Kurulu oluşturulmasına karar verildi. Bu kurulda Osmanlı Donanmasını temsil etmek üzere de Bahriye Nazırlığı kuruldu. İlk önceleri Kaptan-ı Deryalık görevini de Bahriye Nazırı yürütmekteydi. Ancak daha sonraları tekrar Bahriye Nazırı’nın emrinde görev yapan bir Kaptan-ı Deryalık kurumu oluşturuldu. 1922 yılında Bahriye Nazırlığının işlevi son buldu.

                                Bahriye Nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa

Divanhane-Bahriye Nezareti Binası

Divanhane oluşundan Bahriye Nezareti olduğu son seneye kadar bu komutanlıkta; 1867 yılından itibaren, 1922 yılı Kasım ayı sonuna kadar; İsmail Hakkı Paşa, Mahmut Nedim Paşa, Abdülhamit Ferit Paşa, Fosfor Mustafa Paşa, Hasan Semih Paşa, Moralı İbrahim Halil Paşa, Sakızlı Ahmet Esat Paşa, Mehmet Namık Paşa,Hüseyin Avni Paşa,Hasan Rıza Paşa,Kayserili Ahmet Paşa, Sakızlı Ahmet Esat Paşa,Mehmet Rauf Paşa, Hasan Rıza Paşa,Mehmet Namık Paşa,Hasan Rıza Paşa,Derviş İbrahim Paşa,Abdülkerim Nadir Paşa,Kayserili Ahmet Paşa, Mehmet Rauf Paşa, İngiliz (Eğinli, Büyük) Said Paşa, Moralı İbrahim Halil Paşa, Ahmet Vesim Paşa,Rasim Paşa, Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa, Ahmet Ratip Paşa, Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa (Tekrar), Mehmet Celalettin Paşa, Yanyalı İbrahim Halil Paşa, Arif Hikmet Paşa, Hüseyin Hüsnü Paşa, Ali Rıza Paşa,Emin Paşa, Arif Hikmet Paşa (Tekrar), Alizoti İbrahim Halil Paşa(Tekrar), Hulusi Salih Paşa,Mahmut Muhtar Paşa, Hurşit Paşa,Mahmut Muhtar Paşa (Tekrar), Çürüksulu Mahmut Paşa, Ahmet Cemal Paşa,Rauf (Orbay) Bey, Ali Rıza Paşa, Mehmet Şakir Paşa, Ahmet Avni Paşa, Hulusi Salih Paşa, Mehmet Esat Paşa, Paşa, Çakıcı Ahmet Hamdi Paşa, Hulusi Salih Paşa, Çürüksulu Ziya Paşa, Hulusi Salih Paşa (Tekrar) Bahriye Nazırı olarak görev yaptılar.

Celal çocukluk yıllarında annesi Ayşe Melek Hanım ile

Kasımpaşa Türk bahriyelilerinin asırlarca yaşam semti, bahriye üssü oldu. Fatih’ten sonra Kanuni’nin büyük bir tersane yaptırması, Kasımpaşa’yı bir deniz ve denizciler muhiti haline getirmişti. Doğal olarak Sadrazama karşı sorumlu “Kaptanpaşa, yardımcıları ve denizcilerin konakları ve evleri bu muhitteydi. Sonrasında Bahriye hastanesine dönüşen “Mekteb-i Fünun-u Bahriye”de (Deniz Harp Okulu) bu bölgede inşa edilmişti.

Sultan II. Mahmut zamanında Haliç’teki 2 numaralı taş havuzun açılış töreninde Bahriye Mektebi’nin harap ve okul olarak uygun olmadığı Padişah’a arz edilmiş ve II. Mahmut da Kasımpaşa’nın Cezayirli Hasan Paşa Konağı’nın yıktırarak Bahriye Mektebi inşa ettirilmesine karar vermiş ve bu işin yapılmasını Kaptan-ı Derya Ahmet Paşa’ya emretmişti. Padişah’ın emirleri doğrultusunda bugünkü hastanenin olduğu tepedeki saat kuleli ilk bina Bahriye Mektebi olarak 1838’de tamamlanmıştır. Mimarı Adam Tahtacıyan’dır.

Çarlık Rusya’da meydana gelen Potemkin Zırhlısı isyanından sonra çok ciddi vesvese rahatsızlığı olan Sultan II. Abdülhamit, Bahriyenin Dolmabahçe’yi topa tutacağından korkup Yıldız Sarayı’na taşınmış ve Müşir Hacı Vesim Paşa’ya, -nedense-Fransızca,” D’earmes la flotte”(Donanmayı silahsızlaştırın) diyebilmişti.

Bu söz üzerine Vesim Paşa; “Kulunuz Türk’üm ve pek Fransızca bilmem! Bildiğim, Donanmayı geliştirip güçlendirmekle görevli olduğum ve bunun için maaş aldığımdır. Amaç donanmayı güçten düşürmekse ben buna alet olamam” diyebilmiştir.

Bu duruşa karşılık olarak II. Abdülhamit, Vesim Paşa’yı bahriye nazırlığından azledip, süresiz evinden çıkmamaya mahkum etmişti. Hüseyin Hüsnü Paşa böylesi zor bir dönemde görev yapmıştır.

Mahmut Celal’in dedesi “Kolağası Ahmet Kaptan”da Osmanlı Donanması’nda , cesaretli ve üstün yetenekli bir deniz subayı olarak yetiştirilmişti. Babası da Mekteb-i Bahriye’ye kaydolup, güverte zabitliği eğitimini tamamlayıp 31 Mart 1871’de Mülazım- ı sâni rütbesi ile donanmaya katılmıştı. Yıllar içinde Bahr-ı Sefit (Akdeniz Filosu) filosuna komutanlık etmiş, Girit Deniz Komutanlığı yapmış, o dönemde Namık Kemal ile yakın dost olmuştu. Abdülhamit dönemi görevlilerinin çoğuyla birlikte II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında nazırlıktan
uzaklaştırılmış, namuslu ve başarılı bir asker olması sebebiyle tekrar Bahriye Nazırlığına getirilmişti. 1909 senesinde 57 yaşında ise bu görevi sona erdi.

Mahmut Celal ya da bilinen adıyla “Sakallı Celal” Hüseyin Hüsnü Paşa , oğulları Kemal ve Cemal’in kendi mesleğini seçmelerini istemiş,onlar da bu isteğe uymuşlardı.. İkisi de zamanla “Jön Türkler” e katılmışlardır. Ortak siyasi görüşleri, padişahlık yönetiminin altında bir de meclisin bulunarak yönetime katılması idi. Sultan II. Abdülhamit’in istibdatına karşıydılar ve Meclis-i Mebusan kurulmasını istiyorlardı.

Bu dönemde Hüseyin Hüsnü Paşazâde Cemal Bey idama mahkum edildi.Babasının itibarı sayesinde cezası Rodos’ta kalebentlik mahkumiyetine çevrildi. Rodos İtalyanlara geçince, Rodoslu Türkleri İtalyanlara karşı silahlandıran Cemal Bey,çıkarıldığı askeri mahkemede, idam talebiyle yargılandı, fakat yaptığı Fransızca savunma o denli etkili oldu ki, İstanbul’a giden bir vapurla Rodos’tan uzaklaştırıldı.

Celal Yalnız’ın yaşam öyküsü

Çocukluk yıllarına dönersek Hüseyin Hüsnü Paşazâde Cemal dönem yaşıtları oyuncaklarla oynarken kendi kendine harfleri öğrenerek ev halkını şaşkına çevirir. İlkokul çağında konaktaki odasından çıkmaz, durmadan Bahriye Mektebi’ne giden ağabeylerinin kitaplarını okur. Babasının “Henüz yaşın küçük” demesine direnerek Fransızca dersleri aldırmalarını sağlar. Kısa zamanda da mükemmel derecede Fransızca öğrenir. Dönemin en iyi eğitim veren okulu olan Galatasaray Lisesi’ne, 1896 yılında kayda gittiğinde hazırlık okumasına gerek
kalmadığını, Fransızcayı çok iyi bildiğini söyler ve bunu kanıtlar.

Galatasaray Lisesi’nde iken derslerinde olağanüstü başarılar elde eder. Bu sırada subay olan ağabeyi Cemal’in padişahın baskıcı yönetimine başkaldırdığı için Beyazıt Meydanı’nda asılacağını duyar. Korkuyla meydana koşar, asılanlar arasında ağabeyi yoktur fakat bu olay,
Sakallı Celal için hayatının en büyük travmasını oluşturur. Ardında aynı okuldaki diğer ağabeyi Nihal, barfikste çalışırken başının üzerine düşer ve hayatını kaybeder. Celal için bu olay bir yıkım olmuştur.

1907’de mezun oluncaya kadar Galatasaray’da geçirdiği 11 yıl, Celal’in özgür, bağımsız, aydınlanmacı kişiliğinde çok etkili olur. Mezuniyetine az bir süre kala aşığı olduğu okulu ile birlikte bütün kitapları ve anıları yanar. Bu onun için ağabeyinin ölümü gibi ağır bir darbedir. Uzun süre kendine gelemez.

Mezuniyetinde muhteşem bir Fransızcası ve elinde her kapıyı açan Galatasaray Lisesi diploması vardır. Basit memurluklar gözüne küçük gelir. Tevfik Fikret Galatasaray Lisesine müdür olunca, bu dahi adamı elinden kaçırmaz ve okulda öğretmenlik yapmasını sağlar. Celal, aralarında Nazım Hikmet’inde olduğu birçok gence ders verir.

Bir süre sonra devlet, Fransızcası kuvvetli 35 genci sınavla Fransa ve İsviçre’ye yükseköğrenim için gönderir. Kazananlardan biri de Celal’dir. Sorbonne’da Siyaset Bilimi okumaya Fransa’ya gönderilir. Kendisi Makine Mühendisliği okumak ister fakat bunu hocasına söyleyemez. Sonra ailesine mektup yazarak devlet büyüklerinden Makine Mühendisliğine geçmesini Sağlamalarını, kabul etmezlerse kendi paraları ile okutmalarını rica eder, ama ailenin maddi imkânı gayet yeterli olmasına karşın bunu reddederler. “Devlet neyi uygun görmüşse onu tahsil et ’’cevabını alır. Bir daha asla kesmemek üzere o gün sakalını uzatmaya başlar.

Fransa’nın en büyük yazar, şair ve düşünürleriyle fikir alışverişinde bulunur. Hür beyni daha da aydınlanır. “Devletin parasını yediğimiz yeter’ ’deyip diploma almadan ülkesine döner. Üsküp’e Fransızca öğretmeni olarak gönderilir. Burada öğrenciler ve halk kendine hayran kalır. Kendi parasıyla okulun önüne futbol sahası yaptırır. Fransa’dan toplar getirtir.

Öğrencilere don ve fanila diktirir, futbolu öğretir. Fakat bölgedeki yobazlar onu şikâyet ederek okuldan attırır. Sebebi; futbolun onlara göre günah olmasıdır. Çünkü Yezitler Hz. Hüseyin’in başını keserek yerde top gibi oynadığı için, futbolun da onu temsil ettiğini söylerler.
İstanbul’a döner. Trablusgarp’ta Mustafa Kemal ve askerlerinin zor durumda olduğunu öğrenir. Bir vapura cephane ve silah yükleyip yola çıkar. Fakat yolda İngiliz devriye teknesi yollarını kesince arkadaşları “Silahımız var kendimizi savunalım’ ’derler ama o karşı çıkar; “Silahları değil aklımızı kullanacağız’’. Muhteşem dili ve siyasi bilgisi ile İngiliz komutanına bu silahları Fransızlara direnen Tunuslu mücahitlere götürdüklerine inandırır ve Mustafa Kemal’e ulaştırır.

Silâhaltına alınmak isterse de “Ülkeye öğretmen lazım’ ’denilerek Kastamonu Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak gönderilir. Yoksulluk, hastalık ve cehaletin olduğu bir dönemdir. Şehirde frengi vardır, bununla mücadele eder. Öğrencilere Fransızcanın yanı sıra tarih ve hayat bilgisi dersleri verir. Yobaz zihniyet onu bir kez daha hedef alır. “Dini bütün bu yerde başı açık geziyor, çocuklara Fransız devrimini anlatıyor, ayaktopu oynatıyor, günahtır” diye Maarif Nezareti’ne şikâyet ederler. Görevden alınır. İzmit Lisesi’ne gönderilir. Burada büyük şair Yusuf Ziya Ortaç ile tanışır.

Sakallı Celal buradan Ankara Lisesi’ne müdür yardımcısı olarak atanır. Burada da öğrencilerine sürekli aydınlanmayı, akıllarını kullanmayı ve hurafelerden uzak durmaları gerektiğini öğütler. “Çocuklar evlerinde ve camide din öğrenebilir ama Fransızca öğrenemez’ ’diyerek din dersi saatini azaltarak Fransızca derslerini arttırır. Mevzuatı delerek Türkiye’de ilk kez İstanbul’dan bir bayan öğretmen getirtir ve atamasını yaptırır. Çok büyük tepki alır.

Okulun lağımı taşar, kimse ilgilenmeyince kendisi açar. Koskoca müdür yardımcısı bu işi yapar mı diye ona işten el çektirirler. Sakallı Celal tepki olarak diğer gün, bir boyacı sandığı bulur ve okulun önünde öğrencilerinin ayakkabısını boyar.
Bakanlıktan bir yazı gelir. Yazıda “Yükseköğrenime öğrenci ihtiyacı olduğu için son ve bir önceki sınıfların durumlarına bakılmaksızın mezun edilmesi gerektiği’ ’yazmaktadır.

Hiç beklemeden burası “Boyacı küpü’’ değil diyerek “Ankara Sultanisi Müdürlüğü” gibi nice eğitimcinin hayallerini süsleyen bir makamdan bir daha öğretmenliğe dönmemek üzere istifa eder.

                                                                      Gülcemal vapuru

Bir süre İstanbul’da hasret giderdikten sonra İzmir’e gitmek için gizlice bindiği Ankara vapurunda Ünlü Şefik (Gogen) Kaptan’a yakalandığı anlatılsa da fakat bu gerçeği yansıtmaz.

Zira o dönemde Ankara gemisi henüz Amerika’dan alınmamıştır ve adı geçen gemi “Gülcemal”dir. Gemide makine dairesinde görev yapar, çünkü her tür makineden anlamaktadır.

Eski İstanbul belediye başkanlarından ve Sakallı Celal’i iyi tanıyanlardan Ahmet İsvan şöyle anlatmıştır; “Celal Bey bir dönem Gülcemal’in çarkçıbaşılığına getirilir. Sanırım Şükrü Kaya bu gemi ile Karadeniz’e giderken Celal Bey kendisine bir mektup gönderip “Sizinle maarif konusunda konuşmak istiyorum “der ve Çarkçıbaşı Celal diye imzalar. Kabul görür ve karşılıklı otururlar.

Celal Bey özetle şunları söyler. “Büyük adam, kendisine sunulmuş olan çeşitli bilim dallarından birine kendini kaptıran ve seçtiği dalda ilerleyen adamdır. Her konuyu bildiğini sanan insan makbul insan değildir. Eğer sizin aklınız matematiğe eriyorsa artık coğrafyadan iyi sonuç almanız beklenemez”

Bu sözleri üzerine Şükrü Kaya “Biz de böyle yapıyoruz, sınıf birincilerine burs veriyoruz!..” deyince Celal Bey, konuşmanın gerisini şöyle sürdürür; “Baktım adam sınıf birincisi olacak kadar ahmak, ben de kestim konuşmayı ve makine dairesine işimin başına döndüm. Çünkü farklı dillerden konuşuyorduk!..”

Aydın’dan İstanbul’a dönüşü

Aydın’a incir fabrikasına işçi olarak gider. Fabrika yönetimine ve üreticilere incir ve üzüm tarımının geliştirilmesini, taşınmasını, kurutulmasını ve paketlenmesini çağdaş tekniklerle öğretir. Fransızca bilen, muhteşem silah kullanan ve fabrikanın karmaşık makinelerini tamir edebilen bu adam olarak tanınır ve gözde biri haline gelir ve “Ustabaşılığa’’getirilir.İşçilere okuma yazma ve Fransızca öğretir. Fabrika sahibine günün tekniklerini, çiftçiye ise Kooperatifleşmeyi öğretir.

Hasta bir işçi ve fakir bir köylüye maaşını verdiği için komünist diye şikâyet edilir. Hakkındaki iftiralara dayanamaz evindeki bütün eşyaları işçilere dağıtıp bir çuval kitapla Ankara’ya döner. Oradan da İstanbul’a…

Çöpçülerin aldığı maaşı düşük bulur. Bunu protesto etmek için Vali konağının önünü süpürmeye başlar. O sırada oradan Rasih Nuri İleri ile hocası Profesör Kerim Erim geçmektedir. O günü Rasih Nuri İleri şöyle anlatır; “Hocam, Profesör Kerim Erim bir anda fırlayıp yerleri süpüren sakallı bir çöpçünün elini öpmeye başladı’’

Sakallı Celal maddi sıkıntı çekse de hayatı boyunca kimseden para yardımı kabul etmemiştir. Elinde büyüyen Mehmet İsvan çok varlık sahibi bir iş adamı olmuş ve hocasına bankada bir hesap açtırmış, fakat vefatından sonra tek bir kuruşuna dokunmadığını görünce baygınlık geçirir.

Yaşamının son dönemi ise Bomonti’deki bir okulda geçer. Bu okulun kütüphanesiyle ilgilendiği için küçük bir miktar para aylık da almaktadır. Orada münzevi şekilde herkesten uzak bir hayat süren İlhan Şevket Aykut’ta bulunmaktadır.

İlhan Şevket sorar bir gün:

” Ne dilerdin Celal Ağabey?”
“Bak İlhan kardeşim; pazar günleri Dostlarımı ziyarete Kadıköy’e geçerim …Şöyle Fenerbahçe Burnu’na kadar uzanayım…’dedim. Yürüdüm gittim. Etraf yemyeşil. Beyaz badanalı bir
Fener. Dibine kadar yürüyüp bir yüce ağacın gölgesine oturdum. Eksik olmasınlar, Prevezeli Kazım’ın Doğan apartmanının ya da Münevver Hanım’ın okulunun bir odasında ömür
tüketeceğime, şu fenerin bekçisi yapsalardı beni ne kadar rahat ederdim!
Bir başınasın…Seyret istediğin kadar ufku, geçen gemileri! Üstelik işin de var, üç kuruş para veriyorlar ve hak ediyorsun bunu.
Gemiler gece karanlığında senin yaktığın fenerle yollarını buluyor. Bir sıfatın bile var: Fener bekçisi Celal’sin ve karanlıktakilere yol gösteriyorsun! Az şey mi bu?..”
Orhan Karaveli, Sakallı Celâl adlı eserinde şöyle diyor onun için:
‘Tek isteği vardı Sakallı Celâl Bey’in; Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan giderek aydınlık günlere ulaşması… Bu uğurda bir şeyler yapabilmek için ‘bin dikene katlandı’. Yeterince yararlı olamamanın üzüntüsüyle göçüp gitti…’
Arkadaşlarının eşleri, ona acıdıklarından sık sık yemeğe çağırırlarmış. (Haldun Taner
Acıdıklarından demiyor da rikkate geldiklerinden diyor. Ben de rikkat desem ne olacak ki.) Onun davetli olduğu evde herkesi bir sevinç sararmış. Çünkü herkes ile çok iyi anlaşır, söyleşirmiş. Ahmet Haşim’e göre Sakallı Celal’i dinlemek; zevklerin en tatlısı, hazların en mutenasıymış. Doğaçlama esprilerle konuşmasını bir şölene dönüştürürmüş. Bir arama sırasında polisler üzerinde bir silah bulmuş ve kimlik istemişler Sakallıdan.
-Yok, demiş.
-Kimin nesisin demişler.
-Ben Japon’um, demiş.
-Ama Türkçe konuşuyorsun.
-Ben, Türkçe konuşabilen Japon’um.
-Peki, bu silahı ne yapacaksın?
-Polisleri vuracağım.
-Niçin?
-Niçini var mı? Ne zaman neyi savunacağınız belli değil. Dün hilafeti savunuyordunuz, bugün Cumhuriyeti. Yarın yine hilafeti savunmaya kalkarsanız… O zaman hepinizi vuracağım bu silahla. Ona göre!
Yanından ayırmadığı bir valizi varmış. İçinde ne mi varmış? Ne olacak; sefertası, Fransızca günlük gazeteler, Fransızca kitaplar…

Birisi için “Çivi gibi adamdır” demiş bir keresinde. İtiraz etmişler.
Ne çivisi yahu. Zayıf, sünepe herifin tekidir o.
-Yanlış anlaşıldım galiba demiş Sakallı. Çivi gibidir derken; kafasına vurmazsanız iş görmez, işe yaramaz demek istemiştim.


Namık İsmail’in atölyesinde resim, Siret Dosdoğru’nun muayenehanesinde diş hekimliği öğrenmiş. Çöpçü ücretlerinin düşüklüğünü protesto etmek için İstanbul’un en lüks semtlerini süpürmüş sırtında smokiniyle. Türk aydınlarını yolculara benzetirmiş. Dümeni bozulmuş,
karaya oturmak üzere Doğu’ya doğru giden bir gemide, arkaya doğru koşup, Batı’ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolculara.
Haldun Taner’e göre, heder olmuş bir değer, ilgisiz bir bilgili idi.

Kurtuluş Savaşı yılları ve hemen sonrası Ankara Lisesi’nde Mahir İz ‘in önce hocası sonra mesai arkadaşı olmuş. Mahir İz, dini bütün bir öğrenci olduğu için Sakallı Celal’in kendisini sevmediğini, hatta kendisine taktığını düşünmüş.
Ankara kadısının oğlu olan Mahir İz; Sakallı Celal’in çok iyi Fransızca bildiğini, fakat derslere geç gelmek, gelmemek, uzun uzun raporlar almak gibi huylarının olduğunu yazar. Ayrıca sağda solda ateizm propagandası yaptığını da.

Yıllar sonra Kadıköy vapurunda karşılaşmış iki eski arkadaş. Mahir İz sormuş:
-Efendim, sizi hala huzura kavuşmuş göremiyorum. Oysa; Mustafa Kemal Paşa sizin istediklerinizi de düşündüklerinizi de hatta düşünemediklerinizi bile gerçekleştirdi. Neden hala memnun değilsiniz, muhalifsiniz?

-Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? diye sormuş Sakallı Celal.
-Perde açılır. Karyolada bir hasta görürsün, bir de ilaçlarını veren hemşire. Biraz sonra; kulaklığı ve beyaz gömleğiyle doktor da gelir. Hastanın nabzına bakar, reçete yazar.
Bu bir oyundur. Ortada aslında ne hasta ne hemşire ne de doktor vardır. Bunların hepsi, bilesin ki rolden ibarettir. İşte, bizim cumhuriyetimiz de “Yaşasın Cumhuriyet” rolünden ibarettir.
-Ne olacak abi bu memleketin hali demişler Sakallı ‘ya.
-Valla demiş. Tanzimat ilan ettik olmadı, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik olmadı. Yahu bir de ciddiyet ilan etsek nasıl olur?

Mustafa Kemal Paşa’ya seslenişi

6 Haziran 1962 yılında hayata gözlerini yummadan önce vasiyetinde;
“Mustafa Kemal’i seviyorum. Ona olan tahmin edilmeyen güçlü özlemimle ölüyorum. Onu öpmek, koklamak isterdim.” diye yazmıştır.
Kaynak olarak kullandığım “Sakallı Celal’ ’isimli eserinde, Orhan Karaveli şöyle diyor;
Tek isteği vardı Sakallı Celal Beyin; Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan giderek aydınlık günlere ulaşması… Bu uğurda bir şeyler yapabilmek için “Bin dikene katlandı’’. Kim bilir, yeterince yararlı olamamanın üzüntüsüyle göçüp gitti.

Sakallı Celal 6 Haziran 1962’de vefat etti. Cenazesi 8 Haziran’da çok sevdiği okulu Galatasaray Lisesi’nden kaldırıldı. Muazzam bir kalabalık uğurladı onu.

Aşiyan’a, çok sevdiği hocası Tevfik Fikret’in yakına gömülmek isterdi.
Cenazesi Aşiyan Mezarlığı’na ulaştı. Kabri oradadır.
Kendisine seçtiği soyadı “Yalnız” idi. Mezar taşında ise;
“Celal Yalınız Bağban Bir Gül İçin Bin Hare Hizmetkar Olur” yazılıdır.
Vefatının 63’ünü yılında rahmetle anıyoruz.

The post Filozof sakallı Celal Yalnız’ı anarken appeared first on Denizcilik Dergisi.

DENIZCILIK DERGISI – Haber Linkine Gitmek İçin Tıklayın !
DemirHindi
6 Haziran 2025 – 09:05