Dünya, II. Dünya Savaşı sonrasının “kural temelli” sözde uluslararası sisteminin son demlerini yaşamaktadır. Bu sistem, Bretton Woods, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF ve NATO gibi yapılarla Amerikan hegemonyasını kurumsallaştırırken; 1990 sonrası dönem, tek kutuplu liberal kapitalist düzenin tam anlamıyla tahakküm kurduğu bir sürece dönüşmüştü. 11 Eylül 2001 sonrası tek kutuplu düzen küreselci finans kapitalin emrindeki ABD neocon ve Siyonistlerinin yönetiminde Avrupa, Batı Asya ve Afrika’da harita değişikliklerine dolayısı ile jeopolitiğin değişimine odaklandı. Bir nevi Pasif Üçüncü Dünya Savaşı bu tarihten sonra resmen başlamış oldu. İsrail çevresinde Irak, Libya, Lübnan, Suriye başta olmak üzere pek çok ülke balkanizasyon ile parçalanıp her geçen gün genişleyen bir güvenlik kuşağı yaratılırken Avrupa’da NATO’nun üye sayısı 16’dan 32 ye çıkarıldı. ABD ve kolektif batının soğuk savaş sonrası birlikte hareket etmesi gerçekte yeni sömürgecilik döneminin kapılarını açtı. Demokrasi ihracı, insan hakları ihlali, kitle imha silahlarına sahiplik gibi suçlamalarla doğal kaynaklara sahip devletler aynı zamanda İsrail karşıtı olan devletler çökertildi. Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Sudan, Somali, Lübnan en tipik örneklerdir. Yeni sömürge düzenine Çin ve Rusya’nın birlikte hareket ederek karşı çıkması yepyeni bir dönemi başlattı.
ÖNCE İSRAİL POLİTİKASI
Kısacası bir zamanlar Pax Americana altında dünyaya kural ve düzen ihraç eden ABD jeopolitik önceliklerinde özellikle 1973 Yom Kippur Savaşı sonrasında uyguladığı dış politika gereği zaten kısmi öncelik verdiği İsrail’i bu kez tamamen öne çıkardı ve ileri karakolu yaptı. Bunun ana nedeni ABD’de Yahudi sermayesi ile Siyonist politikanın neoconlar üzerinden buluşmasının tarihte örneği görülmemiş şekilde gerçekleşmesiydi. AIPAC ile MOSSAD kontrolündeki (Epstein dosyaları gibi) şantaj dosyaları ve Amerikan senatörleri ve Kongre üyelerine verilen rüşvetler bu süreçte büyük rol oynadı. Bu durum Birinci Trump döneminde (2017-2021) hızlandı, Kudüs’ün İsrail başkenti yapılması ya da İran ile imzalanan JCPOA Anlaşmasının iptali bu dönemde yaşandı. Sonraki Biden döneminde Ukrayna Savaşının çıkmasına rağmen İsrail’in köktendinci hükümetinin 7 Ekim 2023 saldırıları sonrası Gazze’de tarihte eşi benzeri görülmemiş büyük bir vahşeti başlatılması ve Gazze’yi haritadan silme gayretleri aynı dönemde yaşandı. Biden’ın son döneminde maalesef Türkiye’nin de büyük desteği ile Suriye rejiminin çökmesi İsrail’e en büyük armağan oldu. Suriye hava sahası İran’a en kısa yoldan erişmek için açılmış oldu.
İKİNCİ TRUMP DÖNEMİ.
20 Ocak 2025’te Trump tüm savaşları sona erdirme vaadi ile iktidara gelmiş olsa da o da küreselci finans kapitalin emrindeki Siyonist neoconlara dayanamadı. Gazze’de soykırıma devam edildi. İsrail, özellikle Netanyahu 2023 sonundan itibaren Ukrayna’da tükenen ABD gücünü görmüş ve ABD, Asya Pasifik cepheye yönelmeden tükenmekte olan bu gücü İsrail’in jeopolitik amaçları için kullanmaya zorlamıştır. Suriye’nin çökmüş olmasının moral ve stratejik üstünlüğü ile Netanyahu 6 ay sonra aynı senaryoyu İran için devreye sokmuştur. Burada amaç nükleer silahların önlenmesi değil İran’da iç ayaklanma başlatarak rejim değişikliği ve sonunda aynı Suriye’de olduğu gibi ülkenin parçalanarak küresel finans kapitalin ve Amerikan /İsrail jeopolitiğinin emrine sokulmasıdır. 7 Ekim 2023 Hamas Baskını bu amaç için kullanılmıştır. İsrail gerçekte sömürge kuran ABD ve Avustralya’nın yerleştikleri topraklarda uyguladığı politikaları uygulamaktadır. Filistin’e yerleşmiş ve yerli halkı aradan geçen on yıllarda baskı altında tutmuş ve bugün gelinen son aşamada artık tamamen yok etme kararlılığına geçmiştir. İsrail’in suikast stratejisi sonucu gerilen İran İsrail ilişkileri 2024 Nisan ve Ekim aylarında kısıtlı füze angajmanlarına neden olmuşsa da sırasında İsrail’in 13 Haziran 2025 İran saldırısı bu süreçte son hamle olmuştur. Netanyahu Hükümeti ABD halkına tarihinin en büyük emrivakisini yapmıştır. Amerikan halkı büyük bir çoğunlukla savaş istemediği halde yeni bir savaş cephesi açılmış ve MAGA olduğunu iddia eden ABD Hükümeti Siyonist neoconların daha doğrusu küreselci finans kapitalin arzu ettiği sürekli savaşlar paradigmasına geri dönmüştür. Artık Trump ve ekibinin Önce Amerika tezi sona ermiştir. İsrail bu savaşta o kadar ileri gitmiştir ki Uluslararası Hukukun Nükleer tesislere saldırıyı kesinlikle yasaklamasına rağmen sorumsuzca nükleer serpinti tehdidini göz ardı ederek Natanz ve daha sonra Arak nükleer tesislerine saldırmış ve tüm çevre ülkeleri tehlikeye atmıştır. Bu süreç yaşanırken Trump’ın artık tamamen İsrail kontrolüne girdiği görülmektedir.
İRAN İSRAİL ÇATIŞMASININ GÜNCEL SONUÇLARI.
İsrail, ABD’nin desteği ile 13 Haziran saldırılarını başlattığında İran’da ciddi bir halk ayaklanması başlayacağını bekliyordu. İlk saatlerde asimetrik taktikler ile önde gelen asker ve sivil yöneticileri bilim adamlarını öldürerek, İran hava savunma sistemine ciddi zarar vererek stratejik sürpriz sağladı. İran komuta kontrol sisteminin çökertilerek füze envanterinin kullanılmasının ciddi şekilde örseleneceğini; Arap ülkelerine karşı elde ettiği bu başarının Farsi devlet üzerinde aynı etkiyi sağlayacağını hesapladı. Ancak İran 16 saat içinde ilk şoku atlatarak önceden planlandığı ortaya çıkan bir taktik ile (önce ucuz ve kısa menzilli drone ve füzeler, daha sonra orta menzilli füzeler ve son aşamada en gelişmiş hipersonik ve balistik füzeler) İsrail’in karşı kuvvet ve karşı değer hedeflerini kademeli şekilde vurmaya başladı. İsrail, 2024 Nisan ve Ekim saldırılarında çok yoğun şekilde ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün uçakları ile savaş gemileri füze savunma görevlerinde kullanılmıştı. Bu kez İsrail Amerikan deniz gücünün sadece Arap Denizinde mevcut 5 adet Aegis muhribinin desteğinde saldırılarını başlattı. Bu gemilerin de katkısının ne olduğu tam bilinmiyor. Zira ABD donanması Yemenli Husilere karşı 2025 Mart ayından itibaren yürüttüğü saldırılarda çok sayıda değerli hava savunma mühimmatı kullanmış ve elde edilen askeri başarı, maliyetin çok altında kaldığından harekâtı sonlandırmıştı. Yani ABD aslında Aegis sınıfı gemilerde mevcut çok pahalı füze savunma sistemlerini kısıtlı kullanmaya başladı. Bu durumda İsrail’e yardım etmeleri de kısıtlanmış oluyor. Bir hafta sonunda görüldü ki İran’ın füzeleri ve dronları İsrail’e ciddi hasar veriyor. İran füzeler üzerinden bir yıpratma savaşı yürütüyor. Bu süreçte İsrail’in bütünleşik hava savunma sistemi ve son halkası olan 140 km karelik bir alanı koruyan Demir Kubbe sistemi doyuma ulaşınca tam başarılı olamıyor. Halbuki İsrail, İran üzerinde hava üstünlüğünü sağlayıp halkta moral çöküntü yaratarak İran’da halk ayaklanmasının başlamasını bekliyordu. Aksine molla rejiminin aleyhinde olanlar bile bu saldırılar üzerine devletin yanına geçti. Eğer İran geçmişte Çin veya Rusya’dan modern savaş uçakları tedarik etmiş olsaydı bugün çok daha güçlü durumda olurdu. Ancak bu haliyle bile elindeki füze stokları ve füze üretim yeteneği sayesinde her zaman kısa süreli şok savaşlar kazanmaya alışmış İsrail’e ciddi direnç gösteriyor. İsrail, ABD’nin yardımına muhtaç bir hale gelmiş durumda. Beklemeye tahammülü yok.
ABD’NİN SAVAŞA TARAF OLMASI.
ABD 22 Haziran 2025 günü yani İsrail’in ilk saldırısından 9 gün sonra Pasifik ve Atlantik donanmalarından intikal etmesi beklenen iki ayrı uçak gemisi darbe grubu Arap Denizi ve Akdeniz’e gelmeden Fardow’a 5-6 GBU57 sığınak bombası ile İsfahan ve Natanz’a 30 Tomahawk füzesi attı. Bu saldırı Amerikan Kongresinin onayı olmadan icra edildi. Nükleer tesislere askeri saldırı uluslararsı hukukta yasak olmasına rağmen ABD bu ciddi kuralsızlığı gerçekleştirdi. O nedenle süreç tamamen Trump ve dolaylı olarak Netanyahu’nun siyasi iradesi altında gerçekleşmiş görünüyor. Bu satırlar yazılırken ABD tarafından henüz hasar değerlendirmesi yapılmamıştı. Herhangi bir kirlenme henüz rapor edilmedi. Ancak İran’ın nükleer programının uzun bir süre geriye itildiği İsrail tarafından iddia ediliyor. İran bu saldırı sonrası Amerikan hedefleri artık meşru hedefimizdir ve nükleer programa uluslararası hukuktan doğan haklar paralelinde devam edeceğiz dedi. Şimdi İran’ın tepkisi bekleniyor. İran bu aşamadan sonra çok düşük olasılıklı da olsa geri adım atıp müzakerelere geri dönebilir. Ancak bu seçeneğin yerine büyük bir olasılıkla tırmanmayı artırabilir. Bu olursa İsrail ile savaşa devam etmek ve bu çerçevede bölgedeki Amerikan hedeflerini vurmak/Hürmüz’ü kapatmak ve GCC ülkelerindeki petrol/doğal gaz üretim tesislerine saldırı düzenlemek gibi askeri seçenekleri düşünebilir. Bu yönü ile İsrail–İran Savaşı, ABD’nin fiilen taraf olmasıyla artık sadece bir bölgesel çatışma değil, küresel güç dengelerini belirleyecek bir test sahasına dönüşmüş durumdadır. Bu saldırılar Trump için büyük bir kumar oldu. Şu andan sonra bu saldırılarla ABD artık fiilen batı Asya’da savaşan taraf oldu. İran’ın Elindeki füze stokları ve Hürmüz’ü kapayacak deniz kuvvetleri unsurları söz konusu 13 tonluk bombalar ve 20 Tomahawk füzesi ile yok olmadı. İran’ın nükleer programı geriye itilmiş olabilir ancak savaşa devam azim ve iradesinin yok edilmesi pek kolay değil. Tepki verilmemesi geçici barış sağlar gibi görünse de rejim değişikliği sürecini güçlendirir. O nedenle İran savaşa devam kararı alabilir. Gazze’de yaşanan soykırım devam ederken İran’a yapılan bu saldırı kolektif batı hükümetleri dışında ABD ve İsrail aleyhine de kamuoyu oluşturacaktır. ABD geçmiş savaşlarda sürekli bombardıman ile bir sonuç hiçbir zaman alamadı. Bu kez durum daha da zor. Halihazırda (Türkiye saati ile 22 Haziran 0600) gibi 50 büyük tankerin alışılmışın dışında Hürmüz boğazından geçmek üzere biriktiğine bakılırsa yakın zamanda Hürmüz’ün kapanabileceği tahmininde bulunabiliriz. Uzmanlar Bu durumun petrol varil fiyatlarını 200 $’a kadar çıkarabileceğini belirtiyor. ABD bu saldırı ile Pandora’nın kutusunu açtı. İran kolay kolay geri adım atmayacaktır. Bu süreçte bölgedeki Irak ve Yemen gibi müttefiklerinin ABD ve İsrail karşıtlığı dramatik şekilde artacaktır. Bu durum ayrıca Rusya ve Çin’in küresel jeopolitik duruşunda ABD karşıtlığını üst seviyeye taşıyacak ve gerek Ukrayna gerekse Tayvan Boğazında yaşanacak senaryolar Amerikan çıkarlarını oldukça zorlayacak konuma getirecektir.
YENİ JEOPOLİTİK BLOKLAŞMA
İsrail’in ve ABD’nin İran’a yönelik saldırılarıyla, Ukrayna Rusya savaşında son 3 yılda zaten dengesiz ve kırılgan bir hale dönüşen küresel, kıtasal, bölgesel barış ve istikrar ortamı derinleşerek çok katmanlı bir krize dönüşmüş durumda. Nasıl ki Ukrayna Rusya savaşında aslında NATO ile Rusya savaşmış ise bu kez de İsrail İran çatışması üzerinden ABD-İran çatışması teşvik edildi ve gerçekleşti. Bu krizde Çin ve Rusya, doğrudan müdahale etmeden, diğer müdahale araçlarıyla (istihbarat, ekonomi, donanma varlığı, diplomasi) asimetrik denge kurmaya çalışıyor. Ukrayna Rusya savaşı üzerinden Amerikan hegemonyasına alternatif bir direniş ekseni kurulmuş durumdayken şimdi bu eksen İran üzerinden farklı bir boyuta taşınıyor. Bugün BRICS söz konusu eksenin omurgasını teşkil ediyor. ABD ise BRICS içindeki dayanışmayı ve birlikteliği kırmak için her türlü fırsatı değerlendiriyor. Örneğin Hindistan şimdiden ABD ve İsrail yanına geçmiş görünüyor. Ancak buna Rusya’nın tepkisi mutlaka olacaktır. İsrailli teknisyenlerin geçen ayın Pakistan Hindistan savaşında Hindistan SİHA’larını kullanmalarının ve askeri destek sağlamalarının Pakistan tarafından unutulmadığını görüyoruz. Diğer yandan Çin ve kısmen Rusya uydu ve istihbarat paylaşımı ile ekonomik ambargo bypass sistemleri (CIPS, kripto, takas), Donanma varlığı (Basra Körfezi, Kızıldeniz) Elektronik harp ve siber destek gibi alanlarda İran’a yardım ediyor. Kaçınılmaz şekilde bir direniş gösterilmediği takdirde sıranın kendisine geleceğini görebilen başta Rusya, Çin ve Kuzey Kore gibi ülkeler jeopolitik bloklaşmada İran ile yan yana geliyor. Küresel finans kapital yapı ise savaşların devamı için kendisine ucuz kan ararken aynı zamanda savaşlar ve yıkımlar üzerinden yeni fırsatlar yaratıyor ve post modern sömürgecilik maceralarını teşvik ediyor.
TÜRKİYE NE YAPMALI?
ABD’nin İsrail kontrolündeki neocon ve Siyonist çevreleri ile küresel finans kapital oligarşisinin sürekli savaş paradigması ABD’nin 22 Haziran saldırısı ile yeni bir cepheyi açtı. Bu cephe insanlığa kan ve gözyaşı getirecektir. Türkiye bu aşamadan sonra ABD’nin İran’a yönelik savaş sürecine ortak olmamak için Kürecik radarını kapatmalı ve NATO’ya tahsisli unsurlarının harekât kontrolunu milli kontrole almalıdır. Büyük bir enerji krizine karşı Rusya’dan petrol ithalatının artışı için tedbirleri yürürlüğe koymalıdır.
Türkiye, Ukrayna-Rusya ve İran-İsrail çatışmalarından dersler çıkararak jeopolitikten askeri teknolojik alana kadar acil önlemler almalıdır. Öncelikle Suriye düştükten sonra Türkiye artık İsrail ve ona hükmeden küreselci finans kapital oligarşik yapı ile komşudur. Bu yapının emrinde ABD Silahlı Kuvvetleri, İsrail ve NATO da vardır. Türkiye’nin NATO üyeliği Türkiye’nin savaşa sürüklenerek finans kapitalin kurbanı olmasına mâni olmaz. Aksine içimize kadar giren yapılanması sayesinde Doğu Akdeniz, Ege, KKTC ve Güneydoğu Anadolu’da hayati çıkarlarımız söz konusu olup savaşa zorlandığımız anda tüm gücü ile karşımızda olur. FETÖ yapılanması ile 15 Temmuz FETÖ kalkışmasında NATO ve sözde müttefiklerimizin rolü unutulmamalıdır. Bu kalkışmanın Mart 2016’da başarıyla sonuçlanan Hendek Savaşları sonrası gerçekleştiği dikkatlerden kaçmamalıdır. Diğer yandan NATO’nun 5. maddesi, artık birçok başkentte bir “güvence” değil, bir “varsayım” olarak görülmektedir. Ukrayna örneğinde olduğu gibi, üyelik dışında kalan bir ülkeye doğrudan müdahale edilmemiş, ancak üyeler üzerindeki caydırıcılık da zayıflamıştır. Bugün İsrail’in Türkiye’ye karşı açık tehditler savurmasına rağmen, herhangi bir NATO refleksi yoktur. Ya da Trump Danimarka’nın Grönland adasında gerekirse askeri seçenek kullanırım demesine rağmen tek bir kınama yoktur.
Türkiye’nin Ukrayna Rusya krizinde Montrö Sözleşmesi sayesinde aktif tarafsızlığını koruması NATO üyeliğine rağmen önemli bir kazanımdır. Ancak bu süreçte Ukrayna’ya SİHA satışı ve Hava kuvvetlerinin Karadeniz üzerinde Rusya karşıtı NATO tatbikatlarına katılması son derece yanlış olmuştur. Diğer yandan Suriye’nin devlet olarak çöküşüne İsrail, ABD ve İngiltere ile hareket ederek destek vermemiz jeopolitik intihar olmuştur. Nitekim güneyimizde denize çıkışı olan bir kukla Kürt devletinin kurulmasının kapısını aralayan bu sürece ve aynı zamanda İsrail’in İran saldırısında Suriye hava sahasını sınırsız kullanmasına bir nevi dolaylı destek olunmuştur. 21 Haziran 2025’te SDG Sözde Komutanının Suriye’deki Kürt güçlerin Suriye milli kontrolünde değil kendi kontrollerinde olduğunu deklare etmesi gelinen durumu özetlemektedir.
Günümüzde, finansal baskı altındaki Türkiye’nin kendi çıkarları aleyhine olan söz konusu çok ciddi hatalarına rağmen kolektif batı bir türlü tatmin olmazken doğuda da Türkiye güvenilmez bir devlet olarak öne çıkıyor. Güneyimizde Irak’ta 90’lı ve 2000’li yılların başında yaptığımız hatalar sonucu Irak’ta Kürt özerk bölgesi kuruldu. İsrail savaş uçakları İran’a saldırırken bu bölgeyi de yoğun olarak kullandı. Bu kapsamda Kürecik Radarının faaliyetlerine ara vermediğimiz ve BTC Petrol boru hattı üzerinden İsrail’e petrol sevki devam ettiği sürece batıyı tatmin edebiliriz ancak gerçekler de ısrarla ortaya çıkmaya devam eder. Bu durum Türkiye’yi hem Batı’da hem Doğu’da güvensiz bir ortak hâline getiriyor. Halbuki İran’ın İsrail karşısında direnmesi aynı zamanda Türkiye’nin de bağımsız varlığını koruması açısından çok önemlidir. Düşen bir İran Türkiye’nin doğudan emperyalizm tarafından kuşatılmasının yolunu açar.
İçinde bulunduğumuz kuşatma yalnızca askeri yığınaklar ya da üsler zinciri üzerinden değil, aynı zamanda Türkiye’nin jeopolitik reflekslerinin devre dışı bırakıldığı bir “sessiz çevreleme” ile yürütülmektedir. Güneyden İsrail-Suudi Arabistan-BAE üçlüsünün oluşturduğu eksen ve Suriye’de YPG varlığı, Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs üzerinden ABD’nin derinleşen varlığı, Batı’da Fransa-ABD-Yunanistan uyumu ve doğuda İran’da oluşacak belirsizlik; Türkiye’yi çevreleyen bu stratejik kuşatmanın dört temel eksenini oluşturuyor. Bu tabloya ancak sahadaki hamleler ile cevap verilir. Cevap vermediğimiz her an caydırmamız düşmektedir
Türkiye halen güneyde Suriye üzerinden İsrail, Kıbrıs’ta ABD, Kuzeyde NATO baskısı, Doğuda PKK Koridoru, Batıda Fransa ve Yunanistan tarafından kuşatılmıştır. Türkiye bu kuşatmaya Mavi Vatan doktrini ile cevap vermelidir. Türkiye’nin NATO’daki konumu, bağımsız dış politika hamleleri nedeniyle sorgulanabilir. Ancak Türkiye’nin stratejik konumu, NATO’nun Türkiye ile çalışmaya son vermesini neredeyse imkânsız hale getirdiğinden Türkiye’nin NATO içinde özerk bir politika izlemesi, ittifak içinde yeni dengelerin oluşmasına neden olabilir.
Bu çerçevede Türkiye’nin Çin ile ekonomik bağlarını güçlendirmesi, Rusya ve İran ile daha yakın ilişkiler kurarak Avrasya Blokunu desteklemesi çok önemlidir. Türkiye’nin savunma sanayiindeki başarısı, Pakistan, Malezya ve Endonezya gibi Asya ülkeleriyle askeri iş birliğini artırabilir. Türkiye’nin Orta Asya’da etkisini artırması, Türk devletleriyle (Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan) daha güçlü bir siyasi, ekonomik ve askeri ittifak doğurabilir. Türk Devletleri Teşkilatı, ekonomik entegrasyon ve ortak güvenlik politikalarına dönüşebilir. Bu ittifak, Rusya ve Çin’i rahatsız ederek bölgesel dinamikleri değiştirebilir.
Türkiye, Arap denizi, Akdeniz ve Basra Körfezinde başı büyük belaya girecek ABD ve İsrail’in karşı karşıya kalacağı kritik durumda Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs karşısında yeni hamleler yapmalıdır. KKTC ile Monako modeline geçilerek dış işleri ve savuma sorumluluğu Ankara’ya devredilmeli; adada süratle deniz ve hava üsleri kurulmalıdır. Bu arada Kıbrıs adası batısında kıta sahanlığımızın en güney ve en batı sektörlerinde sismik ve sondaj faaliyetlerine başlanmalı; Libya’ya kendi MEB sahası içinde yaşanan Yunan haydutluğuna karşı fiili destek verilmelidir.
İsrail basını Türkiye’yi olası “son hedef” olarak açıkça TV ekranlarında telaffuz etmesine rağmen Ankara’nın sessiz kalması stratejik karar mekanizmalarındaki suskunlukla ilgilidir. Savunma planları ve hava savunma entegrasyonu (HİSAR, SİPER, S-400 vs.) ve entegrasyon eksikliği gibi yapısal sorunların yanında, karşılıklı caydırıcılığı sağlayacak bir “son silah seçeneğinin” olmaması, Türkiye’yi hem psikolojik hem stratejik olarak savunmasız göstermektedir. Türkiye, “bağımsız bir nükleer caydırıcılık doktrini” geliştirebilecek durumda değilken en önemli caydırma denizaltı filomuzun güçlenmesi ve milli torpido Akya’nın seri üretiminin hızlanmasıyla sağlanabilir. Türkiye denizaltı filosunun yaratacağı stratejik etkiyi Doğu Akdeniz’de yerel deniz kontrolü sağlayarak etkinlikle kullanabilir. Bu filomuzun gemi sayısı hızla artırılmalıdır. Benzer şekilde Doğu Akdeniz hava sahasında ve milli hava sahamızda kısa, orta ve uzun hava savunma sistemleri süratle tamamlanmalı, uzun menzilli hipersonik füze teknolojisine derhal geçilmelidir. Tüm bu gelişmeler Mavi Vatan doktrini altında denizin altında daha derine; havada daha yükseklere ve karada uzun menzilli güç intikalinde daha uzaklara odaklanma ile başarılmalıdır. Unutmamak gerekir ki Türkiye’nin yarımada devleti olarak savunması denizden ve uzaktan başlar. Bu kapsamda hatırlatalım ‘’Doktrinsizlik, son derece tehlikeli bir sessizliktir. ‘’
Cem Gürdeniz