PINAR gemisinin hikayesi

Ortaya mükemmel bir hikâye çıktı. Elbette, bu mükemmel hikâyeyi ve Süleyman Sırrı Barlı’yı sizlerle paylaşmamak olmazdı.

Başlığımız da şöyle oldu;

“LÜKÜS HAYAT OPERETİ’nin esin kaynağı Kömür Kralı Armatör Süleyman Sırrı Barlı’nın hikayesi”.
Doğu Karadeniz gazetesi Doğu Karaoğuz “Süleyman Barlı” için şunları yazıyor.

Zonguldak kentinin madencilik tarihini araştıranlara bu isim hiç de yabancı gelmeyecektir. Özellikle eskiler bilir Süleyman Sırrı’nın kim olduğunu, neler yaptığını, madenciliğe hizmetlerini… Tabii bu arada kömür ticareti ile nasıl varlık sâhibi olduğu, ünlü “Lüküs Hayat” operetindeki “Zonguldaklı Kömür Kralı” tipinin onun İstanbul’daki yaşamından esinlenerek yazıldığı…

Ancak, bilenler biliyor, ama bilmeyenler de var. Örneğin, geçen yaz Çaycuma’ya uğradığımda, oranın değerli yazarlarıyla yaptığımız bir sohbet sırasında, bana “Süleyman Sırrı Çaycumalı mıydı, burada mı doğdu?” diye sordular. Ben, o gün, Zonguldak ve çevresinde halâ adı anılmakta olan bu eski madenciyi, “Halkın Sesi” gazetesindeki yazılarımla Zonguldaklılara tanıtmamın iyi olacağını düşündüm. Çünkü, Süleyman Sırrı benim yakınım, annem Hâcer Karauğuz’un amcası. Daha önceki bir yazımda yaşam öyküsünü anlattığım, bu kentin ilk madencilerinden, büyük dedem “Ahmet Ali Ağa”nın en küçük oğlu.

55 yıl ocaklarda geçen bir yaşam

Konuya girebilmem için Ahmet Ali Ağa’dan öncelikle söz etmem gerekecek: Ahmet Ali bir Boşnak’tı. Adriyatik kıyılarındaki Karadağ’ın Bar kazasının, haritalarda Tudjemili veya Tudemili, halk ağzında ise Togamil denilen bir mahallesinde 1830’lu ve 1840’lı yılların arasındaki bir tarihte doğdu.

O sıralarda Zonguldak:Osmanlı’nın kömüre el atması, 1848 yılından sonra gerçekleşmiş, Ereğli ve Kozlu’yu da kapsamak üzere bu yöredeki ocakların işletimi, Hazine-i Hassa tarafından, “Galata Sarrafları” denilen, çoğunluğu Osmanlı uyruğundaki İngiliz bankerlerin oluşturduğu “The Coal Company (Kömür Şirketi) adlı bir şirkete verilmişti. Bu şirkete, yerin yedi kat dibinde kayaları kıracak, oradaki kömür söküp alacak işi bilen işçiler gerekiyordu. Çevre köylerin insanları bu işlerde deneyimsiz oldukları için, İngiliz Şirketi, Hırvatistan, Sırbistan ve Karadağ’dan işçi getirtme yolunu seçer.

O yıllarda bir prenslik olan Karadağ’da ekonomik sıkıntılar yaşanıyordu, halk yoksulluk içindeydi. İngiliz şirketi, Karadağ’da kömür veya taş ocaklarında çalışmış olanları tercihan işe aldı; bunlardan biri de Ahmet Aliidi. Takvimler 1850’li yılları gösteriyordu…

Ahmet Ali, Kozlu’da ocak amelesi olarak işe başlar. Ve bugün İncivez Mezarlığı’ndaki mezar taşında yazılı olduğu gibi, tam 55 yıl ocaklarda çalışır, sabahları gün ağarmadan ocağa girip, günbatımına kadar, yâni gün, güneş yüzü görmeden…

Kozlu, Üzülmez, Kilimli, Çaydamar, Baştarla ve diğer bâzı ocaklarda alın terini akıtarak önce ocak çavuşluğuna, sonra başçavuşluğa getirilen Ahmet Ali,büyük bir azimle, sabırla, aklıyla ve bileğinin gücüyle yıllar sonra emeklerinin karşılığını alır, maden ameleliğinden yükselip maden sâhibi olur. Zonguldak vilayeti kayıtlarında, “Zonguldak ve çevresinin ilk Müslüman madencisi” diye adı geçer. Bir de onun için,“Kömür damarını en iyi koklayan adam” derlermiş.

Ahmet Ali Kilimli’de bulunduğu sırada, oranın yerli ailelerinden birinin kızı olan Havva ile evlenir, mutlu bir evlilikleri olur. Eşine hep “Sultanım” dediğinden, zamanla Havva ismi unutulur, “Sultan Hanım” ismi bellenir. Yaşamlarının sonuna kadar birlikte oldukları bu evlilikten ikisi kız, altı çocukları olur: Yaş sırasıyla, Ayşe, Ali, İsmail, Necibe, Mustafa, Süleyman Sırrı.

Süleyman Sırrı

Süleyman Sırrı, Babası Ahmet Ali Ağa’nın Zonguldak çarşısı içindeki evinde doğdu. Bu ev, bugünkü Gazipaşa Caddesi üzerinde, İstanbul Pastanesi’nin karşısındaki Ziraat Bankası’nın bulunduğu yerdeydi; giriş katı kâgir, üst katları ahşap, üç katlı bir binaydı. 1980’li yıllarda yıkıldı, yerine Ziraat Bankası yapıldı.

Süleyman Sırrı’nın doğum tarihini, 1880’lı yıllar veya 1890’lı yılların başları diyebiliriz. Onun, gençlik günlerindeki en büyük merakı avcılıktı; ağabeyi Mustafa ile birlikte çevre köylere, dağlara, tepelere, ormanlara avcılığa giderlerdi. Diğer taraftan, babasının maden işlerinde en büyük yardımcısıydı. Bir kömür ocağının nasıl yönetileceğini, işlerin nasıl yolunda gideceğini babasından çok iyi öğrenmişti.

Ahmet Ali Ağa, sağlığında malını, mülkünü çocukları arasında paylaştırmak istemiş, ancak bunu gerçekleştirememişti. Ancak bâzı vasiyetleri vardı. Ölümünden sonra, çocukları onun vasiyetine uyarak, bu paylaşımı hakça yaptılar.

Kömür madeninin durumunu görüşmek üzere de, Ahmet Ali Ağa’nın dört oğlu, Ali, İsmail, Mustafa ve Süleyman Sırrı bir gün babalarının Acılık Caddesi 4 numaralı yazıhânesinde toplandılar.

Bu toplantı sırasında Süleyman Sırrı şöyle der kardeşlerine:

“Biliyorsunuz, ben bu ocak işlerinin girdisini çıktısını iyi bilirim. Babam bu mevzuda bana çok şey öğretti. Ocağımızı satarsak bizim için lâf ederler, bu işi yürütemediler derler; ben bu lâfı dedirtmek istemem. Bu yüzden, ben satılmasından yana değilim. İsterseniz idâreyi bana bırakın ki bu işte kâfi tecrübem var, kazanılan parayı hakça paylaşalım”

Konu biraz tartışıldıktan sonra karar verilir: Süleyman Sırrı bu işi üstlenecek, her ay kardeşlerine birer hesap hülâsası vererek kömürden olan kazançları eşit olarak paylaşılacaktır.

Böylece, ailenin en küçük oğlu Süleyman Sırrı işlerin başına geçer, babasından kalan kömür ocaklarını, ülkemizdeki tüm madenlerin devletleştirildiği 1940 yılına kadar yönetir.

Resim 1:Süleyman Sırrı (ayakta) ağabeyi İsmail ile birlikte.
Değerli yazar Ekrem Murat Zaman’ın, kömür havzamıza ait bilgileri ayrıntılarıyla içeren “Zonguldak, İnsan, Mekan, Zaman” adlı kitabında, Ahmet Ali Ağa’nın 1893 yılındaki ocakları şöyle belirtilmiş: “Ocak No. 228 Elik tarlası Ocağı; Ocak No: 35 (demiryolunun sağında); Ocak No. 100 (demiryolunun solunda).” Yâni 1893’de 3 ocağı varmış Ahmet Ali Ağa’nın. Aynı kitapta, 1924-1926 yılları arasındaki ocak sâhiplerini gösteren bir çizelgede ise yine 3 ocağı gözüküyor Ahmet Ali Ağa’nın: “Ruhsat No: 30/228 Acılık Ocağı, Ruhsat No: 81İmamtarlası Ocağı, Ruhsat No: 274 Baştarla Ocağı)”.

1933 yılında, Zonguldak Ticaret ve Sanayi Odası’nca yayımlanan “Cumhuriyetin On Yılında Zonguldak ve Maden Kömürü Havzası” adlı kitapta, Süleyman Sırrı hakkında şunlar yazılı:

Yine evvelce hâli faaliyette (çalışmakta) olup da Cumhuriyet devrinde inkişaf ve tekâmül safhasına giren (geliştirilen) maden müesseselerinden biri de 35/228 numaralı Ahmet Ali ocağıdır. Bu ocağın âmili(işleticisi), Ahmet Ali Ağa zâde (oğlu) Süleyman Sırrı Bey’dir. Ocak, Zonguldak kasabası dâhilinde ve On Temmuz Mahallesi’ndedir. İstihsalâtını(üretimini) şimendiferle Zonguldak Limanı’ndan imrar etmektedir (yapmaktadır).

Süleyman Sırrı Bey, bu ocağa, 1925 senesinde 120000 lira sarfıyla 550 beygir gücünde bir elektrik santralı ve 1 Eylül 1929 tarihinde de 61200 lira sarfıyla, 24 saate vasatî (ortalama) 380 ton kömür yıkayan bir lavuar inşa ettirmiştir. Ayrıca, amele barakaları ve sair tesisatı muntazam ve sıhhî bir şekilde tanzim olunmuştur (düzenlenmiştir). Süleyman Sırrı Bey’in İstanbul’da da bir yazıhânesi vardır.”

1933 yılındaki bu yazıda,35/228 no.lu bir tek ocaktan söz ediliyor. Yalnız, Ekrem Murat Zaman’ın kitabında bunlar 35 ve 228 no.lu iki ayrı ocak olarak belirtilmiş. Dolayısıyla, bu yazıda 35/228 denilirken belki de iki ocak kastedilmiş olabilir. Buradan anlaşıldığına göre, Süleyman Sırrı, 1933 yılında en az bir veya belki de iki ocağın sâhibi durumunda.

Süleyman Sırrı, babasının ölümünden sonra kardeşlerinin pek de ilgilenmediği kömür işine sımsıkı sarılacak, bir taraftan kardeşlerine paylarını verirken, kendisi de bu işten kazandığı parayla büyük bir servetin sâhibi olacaktır.

Barlı kardeşler “Kuvay-ı Milliye” saflarında

İstiklâl Savaşı sırasında, Zonguldak’ta Müftü İbrahim Hakkı (Akça) Efendi başkanlığında kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ilk idâre heyeti listesinde, “Ahmet Ali Ağazâde Ali Efendi” adı yazılıdır; yâni Süleyman Sırrı’nın en büyük ağabeyi Ali (Barlı) Efendi.

Milletin kan ağladığıo acı günlerde, Ali (Barlı) Efendi vatanın kurtuluşu için Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yönetimine girmiş ve önemli görevler üstlenmişti. Örneğin, Cemiyet, Ankara Hükümeti için, Maden İdâresi’nin tartısından geçen kömürlerden ton başına 2 lira toplanması kampanyasını başlatmıştı. Ali Efendi bu kampanyanın öncülerinden biriydi. Ayrıca, Cemiyet olarak maden bölgelerine gidiliyor, orduya gönderilmek üzere yardım toplanıyor, bu yardımlara halk da bağışlarıyla katılıyordu.

Resim 2: Ali Barlı (Ölümü: 1962)

Ali Efendi’nin Kuvvacılara asıl büyük yardımı ise şöyle olmuştu: Ankara Hükümeti, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile yaptığı bir telgraf haberleşmesinde, Zonguldak esnafı ve iş sâhipleriyle temasa geçilerek para toplanmasını ister.  Bu görevi, Ali Efendi severek üstlenir, çünkü yörede herkesi iyi tanıyanlardan biridir. Kendi kazancından da büyük bir miktârı bu işe ayıran Ali Efendi, Osmanlı altını olarak önemli ölçüde bir yardım birikimi sağlar. Kuvay-ı Milliye’den birileri gelecek, bu parayı teslim alacaktır. Ancak, onlar gelinceye kadar, eldeki parayı çevredeki soygunculardan korumak için, evinin ön bahçesindeki havuzu boşaltıp, parayı havuzun dibine gömer ve tekrar havuzu doldurur. Küçük kardeşi Mustafa da ona yardım eder; bir süre sonra Kuvvacılar gelir ve altınlar teslim edilir. (Bu işte ona yardımcı olan Mustafa (Barlı) Efendi benim dedem, bu konuyu ondan dinlemiştim.)

“Karaelmas’ın İlk Madencileri” kitabını yazdığım sıralarda, 2010 yılında, beni İstanbul’da, Florya’dan Erhan Berkman adında bir yazar aradı. Eski bir Floryalı olduğunu, Florya’nın yakın tarihini yazmakta olduğunu ve araştırmaları sırasında karşısına SüleymanSırrı’nın çıktığını söyledi; onun hakkında benden bilgi almak istiyordu.

Süleyman Sırrı’nın, İstanbul’daki yaşamı sırasında Florya’da yaptırdığı bahçe içinde güzel bir köşkü vardı, orada kalırdı.  Erhan Bey, oranın  eskileriyle  konuşmuş ve  isimlerini bile  belirttiği o  kişilerin dediğine göre, Süleyman Sırrı, “Kuvay-ı Milliye’ye 20000 Osmanlı altını yardımettiğini”onlara söylemiş.

Erhan Bey’in bana anlattığı olay şöyle gerçekleşiyor: Bir gün Süleyman Sırrı’nınevinin kapısı çalıyor, gelen kişi “Size Zonguldak’tan, ağabeyinizden bir mektup getirdim” diyerek elindeki mektubu veriyor. Mektupta, ağabeyi Ali (Barlı)Efendi, “Ben, Zonguldak’ta yeni kurulan Müdafaa-i Hukuk teşkilâtında vazife aldım. Kuvvacılara yardım topluyoruz. Memleketin selâmeti için bu şart! Mektubu getiren kişi seni Kuvvacılarla görüştürecek. Aman kardeşim, elinden gelen yardımı esirgeme” diyordu. Ertesi sabah, birlikte Bankalar Caddesi’ndeki, o zamanki adıyla “TheImperialOttoman Bank” adıyla bilinen Osmanlı Bankası’na giderler. Süleyman Sırrı, hiç düşünmeden bankadan 20000 Osmanlı lirası çeker ve elindeki çantaya doldurur. Oradan, Kuvay-ı Milliye’nin Eminönü’ndeki gizli idâre binasına giderler. Bir yorgancıdır orası. Yorgancı giysileri içindeki yüzbaşıya para dolu çantayı teslim ederken, “Daha fazlası gerekirse, onu da vermeye hazırım” der Süleyman Sırrı.

Daha fazlasını verip, vermediğini bilmiyoruz. Ancak, Zonguldaklı maden amelesinin alın teriyle kazanılan bu paranın o tarihte Kuvay-ı Milliye’ye verildiğinin, Süleyman Sırrı’nın ağzından birilerine söylendiğini biliyoruz. Onlar Boşnaktılar, ama bizden biriydiler; Kuvay-ı Milliye’yi desteklediler hep.

Resim 3: Mustafa Barlı (1878-1954)

Ahmet Ali Ağa’nın çocukları, 1934 yılında çıkan Soyadı Yasası’yla, memleketlerini anımsatan bir soyadı aldılar: “Barlı”.

Zonguldaklı kömür kralı

Zonguldak’ta üretilen kömürünü, bulabildiği irili, ufaklı şileplerle İstanbul’a gönderip satarak iyi bir ticaret adamı olduğunu da gösteren Süleyman Sırrı, İstanbul’da, Karaköy’de bir yazıhâne açmış ve işlerini oradan yönetmeye başlamıştı. Artık bir ayağı devamlı İstanbul’daydı; oradaki hareketli yaşamı ve girginliğiyle kısa zamanda tanınacak ve adı şehir litaratürüne geçecekti. Öyle ki, bir zamanların ünlü opereti “Lüküs Hayat”taki“ Zonguldaklı Kömür Kralı” tipinin, Süleyman Sırrı’nın İstanbul’daki yaşamından esinlenerek yazıldığı söylenecekti. 1933 yılında Cemâl Reşit Rey tarafından bestelenen , 1946’ya kadar geniş bir seyirci kitlesi tarafından izlenen bu operet, mevcut düzene ve sosyetik yaşama eleştiriler getiren bir eser olarak bilinir. Bâzı güfteleri Nâzım Hikmet tarafından yazıldığı ileri sürülen bu operetteki Zonguldaklı kömür zengini Rıza Bey  tipinin, Süleyman Sırrı’nın İstanbul’daki yaşamından esinlenerek yaratıldığı o yıllarda ifade edilmişti. Belki de sâdece bir yakıştırmadır, tam olarak bilmiyoruz.

Diğer taraftan, Milliyet gazetesinin köşe yazarlarından Refi’ Cevat Ulunay, 1960’lı yıllarda kaleme aldığı ve benim de okuduğum bir yazısında, Süleyman Sırrı’nın İstanbul yaşamını, avcılığa olan merakını ve çapkınlıklarını anlatmıştı.

Rum güzeli Anna

Gerçekten, Ahmet Ali sülalesinin galiba en akıllı ve beceriklisi olan bu adamın, tabii elinin altında para da olunca, çapkınlığı da olacaktı bir taraftan. Süleyman Sırrı, bekârlık yıllarında, İstanbul’da“Anna” adında çok güzel bir Rum dilberiyle büyük bir aşk yaşamış, bu maceranın yankıları Zonguldak’a kadar gelmişti.

Resim 4: Süleyman Sırrı ve Rum sevgilisi Anna

Aslında, Anna’ya, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir randevu evinde rastlamıştı. Menekşe renkli gözleri, siyah dalgalı saçları, pürüzsüz teni ve gençliğiyle oranın en güzeliydi Anna. Süleyman Sırrı ilk gördüğü anda çarpılmış ve bir daha bırakmamıştı Anna’yı. Hiç düşünmeden kızı o evden çekip almış, Taksim’deki kendi dairesine yerleştirmişti.

Ailenin en yakışıklısı olan ağabeyi Ali gibi, Süleyman Sırrı da, parası bir tarafa, yakışıklı bir adam sayılırdı. Anna, parasını sevdiği gibi herhâlde kendisini de sevmişti bu adamın. Süleyman Sırrı, Paris’ten, Anna’nın çok sevdiği bir tenorun, TinoRossi’nin “J’attendrai” isimli plağını özel olarak getirtmişti sevgilisi için. Dillere desten büyük bir aşktı yaşadıkları… Bu aşk ne kadar sürdü bilemiyoruz; ancak Ahmet Ali’den kalan paralar bitmiyor, Süleyman Sırrı’nın çapkınlıkları da devam edip gidiyordu.

Evlilikleri

Anna’dan sonra başka sevgilileri de oldu tabii Süleyman Sırrı’nın. Ancak, bir süre sonra İstanbul’da, iyi bir aileden gelen Makbûle hanımla evlendiği duyuldu. Artık evlilik hayatına geçiyordu; çapkınlığa son verecek, çocuklarını büyütüp yetiştirecekti, bu kararı almıştı.

Ancak, bir süre sonra Zonguldak’a sık sık gidip gelmeye başladığı görüldü. Bazen orada uzun süreler kaldığı da oluyordu. Sonunda Zonguldak’ta neden fazla kaldığı ortaya çıktı: Orada,“Aliye” isminde güzelliğiyle ünlü bir hanıma âşık olmuştu. Memleketi Zonguldak, İstanbul gibi değildi, küçük yer sayılırdı, lâf olurdu; bu yüzden, Aliye Hanım’la Zonguldak’ta imam nikâhıyla evlendiler. Maden işlerini bahane ederek bu sefer uzun süreler Zonguldak’ta kalan Süleyman Sırrı’nın bu evliliğinden nikâhlı eşi Makbule Hanım’ın haberi oldu mu, bilmiyoruz. Ancak, bir süre sonra boşandıkları duyuldu.

Bundan sonra, Süleyman Sırrı, yaşamında üçüncü evliliğini yapacağı kadına rastladı. Onun da adı “Makbule” idi. Uzun yıllar birlikte yaşadılar. Süleyman Sırrı’nın hiç çocuğu olmadı: Üçüncü eşi Makbûle Hanım’ın ilk evliliğinden doğma “Bülent” adında bir oğlu vardı sâdece.

Resim 5: Süleyman Sırrı Barlı (1939)

 Aile hayatı

Süleyman Sırrı’ya, dedem Mustafa Barlı, “Sülo” derdi. Onun çocuklar arasındaki adı ise, “Sül Amca” idi. Çocukları çok severdi Sül Amca, onları yerine göre hediyelere boğar, sevindirirdi. Zâten eli çok açıktı; Kuvay-ı Milliye’ye yardım ettiği gibi, muhtaç insanlara da olabildiğince yardım ederdi. Zonguldak’taki Ulu Cami’nin arsası, Süleyman Sırrı ve dedem Mustafa Barlı’ya aitti; bu arsayı Cami Yaptırma Derneği’ne hibe etmişlerdi.

Süleyman Sırrı, kardeşleri arasında en çok Mustafa’yı severdi. Kafaları uyuşurdu; ortak bir zevkleri vardı: Avcılık! Bu işin peşinde Zonguldak’ın Göbü, Atikali gibi çevre köylerinde, dere, tepe demeden dolaştıkları gibi, Süleyman Sırrı, İstanbul’a yerleştiği yıllarda hususi (özel) arabasıyla ya kendi gelip kardeşini alır ya da şoförünü gönderirdi arabasıyla ağabeyini İstanbul’a getirmek için. Böylece, iki kardeşin İstanbul’daki av günleri başlardı.

Bu av merakı, sanırım Süleyman Sırrı’nın Çaycuma gibi güzel bir yöreyi çok sevmesine neden oldu. Filyos Çayı’nın oluşturduğu vadi üzerinde kurulmuş olan Çaycuma hem yakındı Zonguldak’a, gidip gelmesi kolaydı, hem de doğasıyla, arazi yapısıyla, havasıyla, suyuyla doğrusu yaşanacak bir yerdi. Zonguldak’ta bulunduğu sürelerde, avcılık merakıyla sık sık o taraflara giden Süleyman Sırrı bir gün kararını verdi; dut ağaçlarının arasında güzel bir arazi satın alarak, oraya tek katlı bir köşk inşa ettirdi.

Artık Çaycuma’da uzun süreler kalıyor, her geçen gün yeni dostlar ediniyordu. Bunun üzerine, bir de su değirmeni satın alarak iyice yerleşti Çaycuma’ya.

Demek ki İstanbul dışında bir yaşamı özlemişti, sanki bir Çaycumalı idi artık. Öyle ki, bugünkü Çaycumalı dostlarımız bile onu Çaycumalı sanıyorlardı.

Resim 6 (Soldan):Mustafa Barlı, Süleyman Sırrı Barlı, Ali Barlı.

Süleyman Sırrı’nın, Çaycuma’nın dut ağaçlarıyla donanan, şırıl sırıl akan bir dere kenarındaki o evinde ben de iki kez kalmıştım. Köşkten önce, orada iki veya üç katlı ahşap bir ev vardı, ilk kalışım o evde oldu; daha sonra köşk yapıldı, bir kez de orada kaldık. Yediğim iri iri dutları unutmuyorum, bir de dere kenarındaki kurbağalar… 1950’li yıllardı…

Süleyman Sırrı’nın, Florya Şenlikköy’deki köşkü de üzüm bağları ve çeşit çeşit meyve ağaçları arasında çok güzel bir görünüme sâhipti. Artık orada da Çaycuma’daki köşkün yerinde de “yeller esiyor” diyemiyorum, çünkü her taraf rant düşkünlerinin elinde, her taraf beton, apartmanlar ve yine apartmanlar…

Resim 7: Yazarımız Doğu Karaoğuz ve Süleyman Sırrı Barlı (1953)

Süleyman Sırrı’nın iş hayatındaki en büyük yardımcısı, ablası Necibe’nin oğlu, yâni yeğeniMustafa Tamer’di. 

Zonguldak’ta 1970’li yıllarda Belediye Başkanlığı yapmış olan Mustafa Tamer, gençlik yıllarından beri dayısının hep yanında olan, onun maden işleriyle ilgili hesaplarını büyük bir titizlikle tutan kişiydi.Onun âdeta vekili gibiydi.

Süleyman Sırrı, yaşlandığında, malını mülkünü bırakacağı kişi olarak Mustafa Tamer’i seçti.Benim bildiğim, Zonguldak’ta babadan kalan büyük bir araziyi, bir arsayı ve evini, Çaycuma’daki köşkünü ve değirmenini, İstanbul’da Taksim’deki dairesinden boşalttığı son derece lüks eşyalarını Tamer ailesine bıraktı. Daha doğrusu, Zonguldak ve Çaycuma’da nesi varsa, hepsini Mustafa Tamer’e verdi.; kendisi de Florya’daki köşküne yerleşti.

Süleyman Sırrı Barlı’nın ölümü

Süleyman Sırrı, son yıllarını Florya’da geçirdi. Üçüncü eşi MakbûleHanım’ı yitirmişti o yıllarda. O köşkte, ölümüne kadar hizmetinde olan bir aşçısı, şoförü ve hizmetçisi vardı.Son yıllarında, köşkünü ve bahçesini, Safiye adındaki hizmetçisinin Yasemin adını taşıyan küçük kızına bıraktığı duyuldu. Safiye, son yıllarında onun hep yanında olmuş, her türlü hizmetini yapmış, onu çok rahat ettirmişti.

Süleyman Sırrı’nın26 Haziran 1963 tarihindeki ölümünde, Ahmet Ali ailesinden hiç kimse yoktu çevresinde…

27 Haziran 1963 tarihli Milliyet gazetesinin 7. sayfasında, Süleyman Sırrı Barlı’nın aşağıdaki ölüm ilânı yayımlandı:

Zonguldak’ın ilk madencisi merhum Hacı Ahmet Ali Ağa’nın oğlu; Fatma İz, Zeynep Gizli, Ethem ve Mustafa Tamer ile Mahmut Ulusoy’un dayıları; Hamide Gürel, Sabiha Barlı, Mukadder Sıdal, Kadir Barlı ve HâcerKarauğuz’un amcaları; Belkıs Morova, Şemsi İz, Necmi İz, Nejat Erdinç, Esat Cafer İz, Necile Kurt, Râdi Gizli, Çağlayan ve Doğu Karaoğuz ile Ayten Alper, Günday Sıdal, Bercis ve Taylan Morova’nın büyük dayıları; Zekai, Azmi, Suat ve Sezai Gürel ile Esin İncealemdaroğlu, Ayşe Çolakoğlu ve Sezer İncealemdaroğlu’nun büyük amcaları,

Eski Madenci Süleyman Sırrı Barlı

Tanrı’nın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi, bugünkü perşembe günü öğle namazını müteakip Şişli Camii’nden kaldırılarak Zonguldak’taki aile kabristanına defnedilecektir.”

Doğu Karaoğuz, 3 Mayıs 2017   

Zonguldak sahillerini süsleyen sembol olmuş bir anıt, 1964 yılında Kadir Barlı tarafından inşa edilen, 2007 yılında azgın dalgalara yenik düşerek şimdi su altında kalan abidesi…
”Kadir Ağa” Anıtı. Sırrı Barlı’nınYeğeni Kadir Barlı tarafından yaptırılan Kadir Ağa Anıtı

ARMATÖR S. SIRRI BARLI

1938-1950 yılları arasında Sırrı Barlı ve ortakları tarafından işletilen Pınar gemisin ilanı
Kayıtlarımıza göre Süleyman Sırrı Barlı ,PINAR ve BARLIU gemilerinin sahipleri olurlar.

PINAR
EX:AGENORİA

AGENORİA
200 gt,76nt,250dwt,Boyu:34,18mxEni:6.28mxSu çekimi:2,74m
Ana Makine:2xC2cyl 340 ihp Plenty

07.10.1903 tarihinde Montrose Shipbulding C.Montrose tezgahlarında Agenoria Steam Ship Şirketi için AGENORİA ismi ile inşa edildi.21.09.1907 yılına kadar çeşitli İngiliz Şirketlerinde çalıştı.1907 yılında A.Piccorda fu L.,Genoa/İtalya’ya satıldı.1909 yılındaA.G.&V.Cosulich,Triest firması tarafından alındı. ZOE COSULICH adını aldı.1922 yılında A.Gargiulo,İstanbul şirketi satın aldı.1923 yılında Hrant H.Gerevamian, İstanbul tarafından satın alındı ve ismi ŞÜKRAN oldu.

PINAR
PINAR

1926 yılında İstanbul Liman İşleri İnhisarı, İstanbul şirketine geçti. İsmi PINAR oldu.1929 yılında Mehmet Tahsin Cerrahoğlu, İstanbul tarafından alındı.1933 Muratzade Mahmut Nedim Bey,1935 Ali Rıza İcealemdaroğlu, İstanbul,1938 Sabiha Barlı, Zonguldak tarafından alındı.

195? Yılında satıldı ve stimli kurtarma gemisine çevrildi.195? Şemsettin İz, Mahmut Ulusoy ve Ortakları, İstanbul,27.12.1960 Algarnacılık Şirketi, İstanbul tarafından satın alındı.1965 yılında kostere çevrildi.
28.04.1979 Algarnacılık Şirketi ile Yalova’da çalıştı.1983 yılında ismi PINAR-I oldu ve yeniden tadil edildi.148gt,83nt,213dwt oldu.

PİNAR I Algarna hali ile Ortaköy’de demirde

2009 yılında Algarnacılık İnşaat,Taşımacılık,Turizm Şirketi tarafından alındı ve ismi ÖNDER KAHYA oldu.2013 yılında RA Madencilik ve Denizcilik Şirketi, İstanbul tarafından satın alındı ve yeniden tadil edildi. İsmi KAHYAOĞLU oldu.753gt,320nt,1148dwt oldu.2015 yılında Ofpet Petrol Ürünleri Gıda İnşaat Şirketi tarafından alındı, ismi AHMET HAMDİ oldu.

2021 yılında Telkar Taşocağı İşletmesi, Trabzon firması tarafında alındı. HACI ABDULLAH ismini alıyor.22.12.2021 yılında tekrar satışa kondu.

18 Eylül 2023 tarihinde Of’ta Karadeniz kıyısında (eski HACI ABDULLAH, eski AHMET HAMDİ) gemisinin son ismi BRABUS olarak tespit edildi. Ana liman Kamerun bayrağı Kribi idi.

AHMET HAMDİ

BRABUS

18 Eylül 2023 tarihinde Of’ta Karadeniz kıyısında (eski HACI ABDULLAH, eski AHMET HAMDİ) gemi son ismi BRABUS olarak tespit edilmiştir. Ana liman Kamerun bayrağı Kribi’dir.

Diğer gemisi;
MV BARLI

BARLI
148gt,98nt
Boyu 33.0m x eni:6,37m xSu çekimi:2,66m
Ana Makine:b&W 215bhp
1945 yılında Süleyman SırrıBarlı ve Ortakları tarafından alınıyor.
1965 yılında hala kayıtlarda görünüyor ama bu yıllarda Kadir Kalkavan tarafından satın alınıyor.Marmara da battığı biliniyor.

BARLI kosterindeki işaretli asit tankı, Çındemir Şirketi tarafından gemiden çıkartılıyor ama önce ciddi bir patlama tehlikesi yaşıyorlar.

LÜKÜS HAYAT OPERETİ

Ağırlıklı olarak Batı müziği tekniklerini kullanarak operet bestelemenin en önemli temsilcilerinden biri olan Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen ve librettosu da Ekrem Reşit Rey’e ait olan Lüküs Hayat, ilk kez 1933 yılında Ses Tiyatrosu’nda Avni Dilligil yönetiminde sahnelenir.

Hilal Akgül tarafından yazılan Lüküs Hayat ile ilgili araştırma yazısında Zonguldaklı zengin Rıza Bey’den bahsedilmekte ve bu da Zonguldaklı Sırrı Bey’in yaşantısında uymaktadır.

CUMHURİYET’İN 10. YILINDA BİR MUHALİF OPERET:
LÜKÜS HAYAT

İstanbul, 19. yüzyıl boyunca, yabancı operet topluluklarının gösterilerine sahne oldu. Bu gösteriler, operete büyük bir ilgi yarattı ve 1930’lu yılların başına kadar olan dönemde besteciler, Türk müziği makam ve usullerini kullanarak, Türk insanının duyuşuna seslenen eserler verdiler. 1930’lu yılların başından itibarense Türk müzik adamları operetlerini ağırlıklı olarak Batı müziği tekniğini kullanarak bestelemeye başladılar. Bu akımın en önemli temsilcisi Cemal Reşit Rey’di. Cemal Reşit Rey’in Lüküs Hayat adlı eseri Türk operet tarihinde son derece ayrıcalıklı bir yer edindi. Üç perdeden oluşan Lüküs Hayat’ın librettolarını Ekrem Reşit Rey yazmış ve Lüküs Hayat ilk kez 1933 yılında sahnelenmişti. Ancak operet, asıl büyük ilgiyi, ilk kez sahnelenişinin yaklaşık yarım yüzyıl ardından buldu: İstanbul Şehir Tiyatroları, opereti 1985 yılından bu yana, genellikle kapalı gişe olarak sergiledi. Bu bildiride, Lüküs Hayat, Türk operet tarihi içindeki yerinden çok, mevcut kötü ekonomik koşullara duyarsız kalan türedi zengin kesime yönelttiği eleştiriler boyutundan ele alınacaktı.

Lüküs Hayat Opereti Üç perdeden oluşan Lüküs Hayat’ın konusu, külhanbeyi bozuntusu, hırsız Rıza’nın, bir “kostümlü balo” da Zonguldaklı zengin Rıza Bey sanılması ve bu balo sırasında kendini “lüks hayat cereyanına kaptırması üzerine kuruludur: Ruhi Bey’le eşi Belkıs Hanım İstanbul Kadıköy’deki köşklerini Zonguldaklı zengin Rıza Bey’e satmak istemektedirler. Belkıs Hanım, Rıza Bey’in gözünü kamaştırmak ve köşkü kendisine satabilmek için akşam yapılacak olan “kostümlü balo”ya onu da davet eder. Belkıs Hanım’ın bir düşüncesi de bu balo sırasında, kız kardeşi Nesrin’le Rıza Bey’in arasını yapmak ve evlenmelerini sağlamaktır. Bu arada Belkıs Hanım’ın amcasının kızı Mısır’daki Atıfet de o gün İstanbul’a gelmektedir. Köşkün hizmetçisi Şadiye, Atıfet’in köşke geleceğini kardeşleri külhanbeyi bozuntusu, hırsız Rıza’yla Fıstık’a bildirir. Plan, Rıza’yla Fıstık’ın balo akşamı köşke gizlice girmeleri ve Atıfet’in elmaslarını çalmaları yönündedir. Rıza, sevgilisi Zeynep’e planı anlatır ve akşam Fıstık’la birlikte köşke gider; ancak yolu şaşırdıklarından, Rıza’yla Fıstık kendilerini ev sahipleriyle konukların arasında, baloda bulurlar. Herkes, Rıza’yı külhanbeyi kostümüne bürünmüş Zonguldaklı, zengin Rıza Bey zanneder; Rıza da bu durumu bozmaz, “Rıza Bey”miş gibi gibi davranır. Gerçek Rıza Bey gelince de, köşkün hizmetçisi Şadiye, Rıza Bey’i kömürlüğe kilitler. Eser, Rıza’nın, Rıza Bey sanıldığı balo ortamında sürer…

1950 yılında çevrilen Lüküs Hayat Film afişi

Lüküs Hayat, bu koşullar içinde, mevcut düzene eleştiriyi dile getiren bir eser olarak, geniş halk kesimleri arasında, 1980’li yılların ortasında da büyük 23 bir ilgi ve beğeni kazanmıştır. Bu dönemde eserin, en fazla alkış alan bölümleri, kolay yoldan –hak etmeden ve/veya yasal olmayan yollardan– zengin olmaları gösteren ve gerçek yaşamda çoğu kez mahkum edildikleri düşünülen küçük hırsızları, külhanbeyi bozuntusu, hırsız Rıza’nın kişiliğinde bir anlamda aklayıp, gerçek yaşamda çoğu kez mahkum edilmedikleri düşünülen “büyük hırsızları”, yine bir anlamda, mahkum eden bölümleridir. İzleyicinin ilgisini, kuşkusuz, türedi zenginlerle ilgili bu bölümlerin yanı sıra, ekonomik açıdan yüksek kesimlerin yaşamlarının sığ ve yalnızca gösteriş üzerine kurulu olmasına ilişkin bölümler de çekmektedir. Ancak bu bölümlerin çektiği ilgi, yapılan gözlemler çerçevesinde, yukarıda anılan bölümlerin çektiği ilgiye göre, bu dönemde, daha az olmaktadır.

“Eskişehir Büyük Şehir Belediyesinin Lüküs Hayat opereti afişinde Şarkı sözlerini Cemal Reşit Rey ile Nazım Hikmet Ran’ın yazdığını görebiliyoruz.
Daha önce bu detaya rastlamamızın nedeni Nazım Hikmet’in uzun süre yasaklı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum”

The post PINAR gemisinin hikayesi appeared first on Denizcilik Dergisi.

DENIZCILIK DERGISI – Haber Linkine Gitmek İçin Tıklayın !
DemirHindi
1 Temmuz 2025 – 11:05