Emperyalizm, doğası gereği hedeflerinden asla vazgeçmez. Özellikle Batı Asya’da, tarih boyunca imparatorluklara ev sahipliği yapmış, medeniyetlerin geliştiği bu geniş coğrafya bugün küresel finans kapitalin yeni sömürü düzeni için merkezî önemdedir. Kızıldeniz, Basra Körfezi, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’i bir kuşak gibi saran bu coğrafya, sadece enerji kaynaklarıyla değil; aynı zamanda nadir toprak elementleri, tatlı su kaynakları, tarım havzaları ve stratejik geçitleriyle yeni yüzyılın mücadele alanıdır.
Bu mücadelede hedef açık ve nettir: Çin, Rusya, İran ve Türkiye gibi bölge devletleri parçalanacak, küçültülecek, kontrol altına alınacak ve birer enerji iletim koridoruna dönüştürülecektir. Batı’nın gözünde bu ülkeler ne birer egemen devlet ne de kültürel-medeni kimlikleriyle değerli varlıklardır. Onlar sadece ham madde sağlayan, ucuz iş gücü sunan ve gerektiğinde çatışma bölgesi olan periferilerdir. Emperyalizmin amacı bu bölgeyi sadece jeoekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik açıdan da kontrol altına almaktır.
Bu hedefe ulaşmak için kullanılan araçlar da nettir: NATO şemsiyesi, Avrupa Birliği’nin ekonomik kılıfı, İsrail’in askeri gücü ve bölgedeki vekil devletler. Özellikle Ukrayna, Yunanistan, Romanya ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gibi ülkeler bu planın ileri karakollarıdır. Türkiye’nin çevresi, adeta bir emperyal kuşatma zinciriyle sarılmıştır.
Birinci ve İkinci Körfez Savaşlarında Çekiç Güç’e verdiğimiz lojistik destek, 2005 sonrası Kuzey Irak’ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasına ses çıkarmayışımız ve Türk firmalarının bölgeye yaptığı devasa yatırımlar, devlet aklından yoksun jeopolitik intihar adımlarıdır. Erbil ve Süleymaniye’deki yatırımlar, Türkiye’nin milli sınırları dışında stratejik bir ekonomik tampon oluşturmak yerine, bölgeyi fiilen ayrılıkçı bir yapı için ekonomik olarak ayakta tutmuştur.
Bu jeopolitik zaafın ikinci perdesi, Suriye iç savaşında yaşandı. Türkiye, İsrail ile aramızda kalan en önemli tampon ülke olan Suriye’nin çökmesine bilerek ya da bilmeyerek katkı sundu. HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) gibi radikal örgütlerin desteklenmesiyle Suriye’nin kuzeyi terör örgütlerine terk edilirken, İsrail 13 Haziran 2025’te İran’a gerçekleştirdiği saldırıda Suriye hava sahasını sınırsız şekilde kullanma özgürlüğü elde etti. Bu durum, Türkiye için geri dönüşü zor bir stratejik kayıptır. Tel Rıfat, Menbiç ve Haseke gibi bölgeler PKK’nın uzantısı YPG’nin kontrolüne geçmiş; ABD ise bu yapıyı “kara gücümüz” diyerek meşrulaştırmıştır.
Türkiye, Kıbrıs’ta da benzer bir gafletin içine düşmüştür. 2004 yılında gündeme gelen Annan Planı’na Türk tarafının “evet” demesi için yürütülen kamu diplomasisi ve baskılar, tarihimize kara bir leke olarak geçmiştir. Eğer Rumlar “hayır” dememiş olsaydı, bugün Kıbrıs’ta Türk varlığı fiilen sona erecek, KKTC tarihe gömülmüş olacaktı. Ne yazık ki bu süreçte ulusal çıkarlarımız AB üyelik süreci uğruna göz ardı edilmiştir. Talih Türk milletine yardım etmiş ve Annan Planı gerçekleşmemiştir. Ancak her zaman talih Türklerin yanında değildir.
Bugün gelinen noktada, Suriye’de ABD ve İsrail hakimiyeti tamdır. Doğu Akdeniz’de ise 2020 Kasım’ından bu yana hiçbir deniz yetki alanı faaliyeti yürütülememektedir. Yunanistan ve GKRY, Akdeniz’de adeta ABD’nin ikinci İsrail’i gibi hareket etmekte, Türkiye’nin deniz jeopolitiği sistematik şekilde boğulmaktadır. Mavi Vatan söylemi artık yalnızca retorikte kalmış, sahada karşılığı olmayan bir iddiaya dönüşmüştür.
Bu çöküş atmosferinde, ABD’nin Ankara büyükelçisi bile, alenen rejim değişikliği çağrısı yapacak kadar ileri gitmekte, “millet sistemi” gibi ayrıştırıcı kavramları gündeme sokabilmektedir. Ancak ne iktidardan ne de muhalefetten ciddi bir tepki yükselmemektedir. Böyle bir dönemde anayasa değişikliği tartışmalarının “terörsüz Türkiye” söylemiyle gündeme getirilmesi ise esas meseleyi perdelemektedir. Türkiye sınırları içindeki PKK tehdidi büyük ölçüde bertaraf edilmiştir; ancak Irak ve Suriye’deki uzantılar ABD eliyle büyütülmekte ve kurumsallaştırılmaktadır. PYD/YPG/SDG hattı, kısa süre içinde meşru aktör haline getirilerek Türkiye’ye tanıtılmak istenecek, ardından Irak ve İran Kürtleriyle birleşerek bir koridor devlet yaratılacaktır.
Bugün Türkiye hem iktidar hem muhalefet düzeyinde ABD-İsrail eksenini karşısına alma cesaretini gösterememektedir. Küresel finans kapitalin baskısı, ekonomik darboğazlar ve siyasi güç kavgaları, milli iradenin önünü kesmektedir. Ancak Türk milleti bu karanlık oyunu görmektedir. Gazze’de çocukların bile askeri hedefe dönüştüğü ve soykırımın açıkça yürütüldüğü bir dönemde, Jerusalem Post’un “Türkiye’nin durdurulması ancak Kürt devletiyle mümkündür” şeklindeki açıklamasına tek kelime edilememesi bu halkın hafızasına kazınmaktadır.
Bugün hâlâ El Kaide bağlantılı unsurlara teslim edilen Suriye, İsrail’in güvenlik stratejisinin parçası hâline getirilmiş, Türkiye ise büyük oyunun dışında bırakılmıştır. Eğer bu gidişat durdurulmazsa, Türkiye yeni bir Sevr ile karşı karşıya kalabilir. Ancak bu kez tehdit tanklarla değil, ekonomi, vekil güçler ve anayasa oyunlarıyla gelecektir.
Devletimiz, 1991’de “bir koyup üç alacağız” denilerek Irak bataklığına sokulmaya çalışılan tuzaktan nasıl kurtulduysa; bugün de ABD büyükelçisinin yönlendirdiği yeni Osmanlıcı hayallere kanmamalı, bal tuzaklarına düşmemelidir. Emperyalizmin sunduğu her “vizyon”, uzun vadede parçalanmayı, bağımlılığı ve çözülmeyi getirmektedir.
Çözüm bellidir: Laik, demokratik, üniter ve tam bağımsız Cumhuriyet. Bu topraklarda ancak Türk milletinin birleştirici gücü, Atatürk’ün kurduğu ulus devlet çatısı altında sonsuza dek varlığını sürdürebilir. Jeopolitik uyanış, önce içerideki zihinleri özgürleştirmekle başlar. Türkiye artık jeopolitik intihar politikalarına değil, tam bağımsızlıkçı, akılcı ve milli bir stratejiye yönelmek zorundadır.
Cem Gürdeniz