24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Anlaşması ile anavatanımızın sınırlarını mühürlerken bu topraklardaki Türk egemenliğini perçinledik. 20 Temmuz 1936’da Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi ile stratejik Boğazlar Bölgemizin kayıtsız şartsız egemenliğini geri aldık. Kıbrıs’ta 38 yıl sonra aynı gün 20 Temmuz 1974’te Girne’de kıyıbaşını tuttuk, Anadolu yarımadasının güneyden kuşatılmışlığına son vererek Doğu Akdeniz jeopolitiğimizi güvence altına aldık. Lozan Barış Anlaşması ile sadece havasını soluduğumuz, suyunu içtiğimiz, bayrağının gölgesinde bağımsız yaşamanın onurunu tattığımız Cumhuriyetimizin doğum belgesini almış olmadık aynı zamanda Türk’ün Akdeniz coğrafyasında yerini tescillemesinin başlangıcını sağladık. Lozan Antlaşması, Sevr sonrası direnişi siyasi zaferle taçlandırarak Türkiye’nin uluslararası eşitliğini pekiştirdi ve denizler üzerindeki haklarımızı yeniden kazandırdı. Bu yönü ile Lozan, sadece kara sınırlarını değil, aynı zamanda Türkiye’nin denizle yeniden buluşmasının da sembolüdür.
KURTULUŞ OLMASA ORTA ASYA STEPLERİNE GERİ DÖNMÜŞTÜK
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkesi ile Osmanlı imparatorluğu çöktü. Denizci bir imparatorluk olamadığı, yaratıcı ve kurucu kökleri olan Türklüğü benimseyip ulus devlet aşamasına geçemediği için Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkasya ve Arap Yarımadası üzerinden parça parça edildi. Birlik ve bağları tutacak ne ekonomik ne askeri gücü kalmıştı. İmparatorluk coğrafyasındaki tüm milliyetler Fransız Devrimi sonrası teker teker kendi milliyetlerini öne çıkararak koptular. Birinci Dünya Savaşı sonunda tarih sahnesinden silindi. Eğer Mustafa Kemal Atatürk, tarih ve talihin hazırladığı yer ve zamanda ortaya çıkmasaydı, denizle yani mavi vatan ile buluşan son Türk kavmi Orta Asya içlerine geri dönmek ve denizlerden tamamen koparılmak zorunda kalacaktı. 1880’li yıllarda İngiltere Başbakanı Gladstone şöyle demişti: “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.”
SEVR TÜRK’Ü DENİZDEN KOPARMAYI AMAÇLIYORDU
Osmanlının çöküşü her cephede o denli hızlı oldu ki emperyalizm Türkleri Anadolu’da küçük bir kara parçasına, Karadeniz’de 600 km. kıyı şeridine mahkûm eden Sevr’in uygulamasına geçti. Sevr sadece atalarımızı yani batı Asya Türklerini değil tüm Türk dünyasını denizden uzaklaştırıyordu. Sevr Antlaşması modern çağda bir ülkeye dayatılmış en kapsamlı parçalama ve egemenlikten yoksunlaştırma anlaşmalarından biriydi. Sevr hâlâ varlığını sürdüren bir millete uluslararası hukuk adı altında dayatılan ve ülkeyi haritadan silmeyi hedefleyen ayrıntılı ve planlı parçalama anlaşmasıydı. Türklerin topraklarının %70’inden fazlasının elden gitmesi, neredeyse “devletsiz” bırakılması ve açık denizlere erişimin yok edilmesi öngörülmekteydi. Tarihte örneği olamayan detaylı, yazılı ve sistematik biçimde bir milleti hem devletsiz hem sahipsiz hem de denizlerden kopuk bırakma amacı taşıyan başka bir anlaşması bulunmamaktadır. Vatanımız Anadolu, tarihin değişik dönemlerinde Türklerin Asya’dan denize doğru batıya yürüyüşünün son durağıydı. Sevr Antlaşması Atatürk ve büyük Türk milleti tarafından yırtılıp atılmasaydı bugün Türk dünyasından hiçbir ülke denizlerle buluşamıyor olacaktı. Dünya tarihinde deniz ve okyanuslara erişemeden imparatorluk kuran devletler sonunda mutlaka yıkılmaya mahkumdurlar. Hamdullah Suphi Tanrıöver şöyle söylüyor: ‘’Milli tarihimiz, Asya’nın iç topraklarından, denizlere doğru binlerce sene zarfında devam eden bir yürüyüş hareketi kaydeder. Türk ırkının siyasî merkezleri, Orta Asya’dan sürekli Akdeniz sahillerine yaklaşmak üzere mevkiini değiştirmiştir. Diyebiliriz ki, Türk milletinin siyasi istikrarı, Akdeniz sahillerine vardıktan sonra meydana gelmiştir.’’
Dünya, 1919 sonlarında teslimiyetçi Osmanlı hanedanının dönemin hegemonu İngiltere baskısı altında artık emperyalizmin her talebini yerine getireceğini bekliyordu. Fakat 1919 ile 1922 arasında Mustafa Kemal liderliğinde Türk isyan etti. Kurtuluş her cephede kanla kazanıldı. Kemal’in askerleri 26 Ağustos 1922 şafağında dünya tarihinin yeni bir safhasını başlattı. 1 Eylül 1922 sabahı Büyük Türk, askerlerine ilk hedef olarak Akdeniz’i gösterdi. 9 Eylül 1922’de Türk’ün ateş, kan ve ihanetle sınanmasının askeri cephesi denizle, Akdeniz’le buluşarak noktalandı. Böylece 10 Ağustos 1920’de Vahdettin Hükümetince imzalanan Sevr Antlaşması neredeyse yoktan var olan ve yeniden tarih sahnesine çıkan Anadolu Türk’ünün gücüyle yok edilmişti. Türk her cephede tekrar denizle Mavi Vatanla buluşmuştu.
LOZAN ZAFERİ
Büyük zaferden kabaca 1 yıl sonra 24 Temmuz 1923’te masada kazanılan Lozan Zaferinin gerçekten eşsiz olan boyutu, denizlere yeniden açılış, tam ekonomik bağımsızlık, kapitülasyonların kaldırılması ve çok uluslu zorlama sisteminin yıkılması ile, uluslararası sistemin yeni bir devleti tam bağımsız ve “eşit aktör” olarak kabul etmek zorunda kalmasıdır. Kaybedilmiş bir devletin askeri-siyasi irade ile yeniden doğuşu, denizlere açılışı ve ekonomik-siyasi bağımsızlığını imparatorluk baskısı/hegemonyaya rağmen kazanmasının dünya tarihinde benzerleri çok azdır. Dökülen kan, toprağa düşen her Mehmet, 1000 yıllık vatan coğrafyasında Türk’ün tarihteki yerini tekrar alarak egemenlik ve bağımsız varlığını tasdik eden Lozan Antlaşmasının itici gücü ve varoluş nedeni oldu. Sevr Antlaşması yırtılıp atılıyor, yepyeni çağdaş, bağımsız, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi ortaya çıkıyordu. Bir İngiliz tarihçisi o günlerde şunları yazıyordu: “Hemen hemen her konudaki Türk istekleri Lozan’da Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından kabul edilmiştir. Dünya, tarihte eşi olmayan bir olayla karşı karşıya kalmıştır. Yenilmiş, parçalanmış bir ulus bu harabe içinden ayağa kalkmışı ve dünyanın en büyük uluslarıyla tam ve eşit koşullar içinde karşı karşıya gelerek, büyük savaşın bu galiplerini dize getirerek her isteklerini kabul ettirmiştir.’’
MAVİ VATANIN İNCİSİ TÜRK BOĞAZLARI
Anadolu’da yaşamak ve hayatta kalmak büyük bir jeopolitik mücadeledir. Denizde kuzeyini, batısını ve güneyini emniyete alamamış bir Anadolu yarımadasında bağımsız yaşamak mümkün değildir. Lozan ile egemenliği mühürlenen ve emniyete alınan Anavatandan sonra sırada Mavi Vatanın incisi Türk Boğazları vardı. Boğazlar, Karadeniz ve Anadolu üzerinden Asya’ya uzanan biri deniz, diğeri de kara olmak üzere iki yol üzerinde bulunduğundan yüzyıllarca bir jeopolitik çekim merkezi oldu. Doğu Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul’a gelmesi ve boğazlara hâkim olmasının çekim noktası budur. Boğazların güvenliği Türk jeopolitiğinin yüzyıllarca en büyük endişe alanı olmuştur. Bu durum, Türk donanmasının gücü ve yeteneklerinden etkilenmiştir. Donanma kuvvetli oldukça hegemonyanın Boğazlar üzerindeki ihtirasları kontrol edilebilmiş, donanma zayıflayınca Boğazlar üzerindeki istekler artmıştır. Zira, Türk donanması, kuvvetli olduğunda boğazları ileriden, en azından Girit geçitlerinden savunabiliyordu. Hatırlatayım Osmanlı döneminde Çanakkale dört kez zorlanmıştır. 1656 yılında Venedik, 1807’de İngiliz, 1912’de İtalyan donanması ve son olarak 1915’te İngiliz-Fransız ortak donanması zorla girmeyi denemiştir.
OSMANLI RUS SAVAŞLARINDAN TÜRK SOVYET DOSTLUĞUNA
Boğazlar sadece bir su yolu değil aynı zamanda Türkiye’nin Karadeniz’den kuşatılmasına engel olacak bir değere sahipti. 1774 Kaynarca Antlaşmasıyla Ruslar ilk kez Karadeniz’de donanma bulundurmaya başladı. Kerç Boğazının Rusya kontrolüne geçmesi sonucu İstanbul’un birinci savunma hattı düşmüş oldu. Böylece Çarlık Rusya’sı ile Osmanlı arasında boğazlar meselesi başladı. Halbuki Ruslar 1699 Karlofça antlaşmasıyla Azak denizi kıyılarına kadar gelip Karadeniz’de ticaret yapmak izni isteyince padişah ‘’ Rusları sarayıma alırım; fakat Karadeniz’e bırakamam’’ demişti. Rus Çarlığı ile sonu antlaşma ile biten 10 savaş yaşandı. Kırım harbinin neticesi olan 1856 Paris antlaşması, Karadeniz’deki bütün Türk ve Rus üslerini yıkmış ve her iki devleti de Karadeniz’de donanma bulundurmaktan menetmişti. Bu rejim de 1870 Berlin antlaşmasına kadar devam etti. 1909 Reval görüşmesinde İngiltere Kralı boğazlar karşılığında Rus çarına Almanya’ya karşı birlikte savaşmalarını önerdi ve bu teklif kabul gördü. Ancak Birinci Dünya Savaşı devam ederken Rusya’da komünist ihtilalin olması çarlık Rusya’sının hedefini gerçekleştirmesini önlemekle kalmadı aynı zamanda Rus İmparatorluğunun çökmesine sebep oldu. Rusya iç savaşı ve Mondros sonrası Türk yurdunun işgali döneminde Atatürk Lenin dostluğu ile başlayan yakınlaşma sayesinde Türk Kurtuluş Savaşına Rusya’dan 300 bin ton cephane sağlandı ve Yunan işgaline son verildi.
GÜVENLİK REJİMİ OLARAK MONTRÖ
Lozan’la egemenliği Boğazlar Komisyonuna terk edilen Boğazlar Bölgesi 1936’da Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi ile tekrar egemenlik alanımıza katıldı. Bu süreçte Sovyetler genç Cumhuriyete destek verdiler ve 13 yıl aradan sonra vatanımızın incisi Türk Boğazlarının tam egemenliğini geri aldık. Atatürk’ün Lozan’dan sonra Montrö’yü, “en önemli antlaşma” olarak nitelendirmesi bu sebeple büyük anlam taşır. Ayrıca Montrö’yü salt bir boğaz deniz geçiş düzenlemesi olarak değil, hem Karadeniz’de bir deniz güvenlik rejimi unsuru hem de Türkiye’nin deniz stratejisinin omurgası olarak görmek gerekir. Cumhuriyet Donanmasının 13 yıl gibi kısa sürede vücuda getirilmesi sayesinde Boğazların egemenliği geri alınmış ve Cumhuriyet, dünyaya Türk Boğazlarını kendisinin koruyabileceğini ispat etmiştir. Bu yönü ile Montrö Sözleşmesi Mavi Vatanımızın ilk ve en önemli kazanımı oldu. Bu sözleşme sadece Boğazların egemenliğini geri vermedi aynı zamanda Karadeniz’de bir güvenlik rejimi tesis etti. Montrö Sözleşmesi bugüne kadar İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve 11 Eylül 2001’e kadar devam eden dönem ile 2001 sonrası ABD güdümündeki terörle mücadele dönemini ancak en önemlisi NATO üyeliğimize rağmen devam etmekte olan Ukrayna Rusya Savaşı dönemini de başarıyla atlattı, atlatmaya devam ediyor. Bugün Montrö Sözleşmesi kuzey jeopolitik eksende Cumhuriyet için büyük bir güvencedir. Batı tarafından Karadeniz’in deniz ortamında son 25 yılda oluşturulan iş birliği ikliminin ve hepsinden önemlisi Montrö Sözleşmesinin ruhunun zedelenmesine izin verilmemelidir. Montrö, Cumhuriyetten büyük bir mirastır.
ABD’NİN MONTRÖ RAHATSIZLIĞI
Diğer taraftan, ABD, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesinin sahibi ve uygulayıcısı olarak Amerikan çıkarları için hayati önemdeki bir alanda karar verici ve hakem rolünde olmasını asla kabullenememiştir. Soğuk savaşta, Montrö’nün açık eleştirisine yönelik bir makale ABD’nin en önemli Denizcilik Dergisi olan USNI Proceedings’in Ağustos 1988 sayısında (Vol. 114/8/1,026) yerini aldı. ABD Dışişleri Danışmanı ve Deniz Hukukçusu Charles Maechling, Jr. tarafından kaleme alınan ‘’Crisis at the Turkish Straits-Türk Boğazlarında Kriz’’ başlıklı yazıda yazar şunu öneriyordu: ‘’Birbirini izleyen her ABD yönetiminin Boğazlar sorununu gündeme getirmekten kaçınması şaşırtıcı değildir. Bu nedenle, ABD politikasının amacı, herkesin ve özellikle Türkiye’nin kaçınmak istediği Sovyet uçak gemilerinin geçişi konusunda bir çatışmayı kışkırtmak değil, bir şekilde karar alma sürecine meşru bir şekilde kendisini dahil ettirmek olmalıdır. Bunu yapmanın en iyi yolu, Montrö Sözleşmesi’ni imzalayanlarla pazarlık ve çekinceler olmaksızın müzakere etmektir. Yararlı bir ikinci adım, Sözleşmeyi gözden geçirecek ve uçak gemileri de dahil olmak üzere kontrollü geçişi mevcut gerçeklerle uyumlu hale getirmenin yollarını araştıracak bir Boğazlar Komisyonu’nun oluşturulması için lobi yapmak olacaktır.’’
NATO VE MONTRÖ DÜŞMANLIĞI
Soğuk Savaş bittikten sonra da ABD’nin en büyük amacı NATO’nun Karadeniz’deki varlığını sürekli kılmak ve 11 Eylül olaylarından sonra Akdeniz’de başlayan Etkin Çaba (Active Endeavour) Harekatının Karadeniz’e genişletilmesini sağlamaktı. Bunun için her yolu denedi. Her şeye rağmen NATO harekâtı Karadeniz’e genişlemedi. Genişleme kararını her defasında Türkiye veto etti ve böylece soğuk savaş döneminde Karadeniz’de uyguladığı denge politikasını devam ettirdi. Soğuk savaşta Ankara, Karadeniz’de hiçbir NATO tatbikatına izin vermemişti. Ancak 2004 sonrası Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyeliği dengeleri alt üst etti. 2022 ‘de başlayan Rusya Ukrayna Savaşında da Türkiye Montrö Sözleşmesinin 19. Maddesini uygulamaya koyarak aktif tarafsızlığını korudu. Ancak denizde gösterilen hassasiyet havada gösterilmedi. Büyük bir jeopolitik aymazlık içinde Romanya’nın hava savunması için hava kuvvetlerimiz aktif olarak görev aldı. Bir daha hatırlatalım. Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin dış politikada bağımsızlığının en önemli unsurlarındandır. İkinci Dünya Savaşında NATO üyesi olmadığımız halde gerek mihver (Almanya) gerekse müttefikler (ABD vd.) yanında savaşa girmemiz için büyük baskılara maruz kaldığımız konjonktürde Montrö Sözleşmesi sayesinde aktif tarafsızlık politikasını etkinlikle uygulayabildik. Bugün NATO üyesiyiz ve NATO üyeliğine rağmen bir savaş durumunda bizi koruyacak en önemli tarafsızlık unsurunun Montrö Sözleşmesi olduğunu son 3 yıldır yaşıyoruz.
MAVİ VATAN VE LOZAN ANTLAŞMASI
Türkiye Cumhuriyeti’nin kara sınırları ve mutlak egemenliği Lozan Anlaşması ile tescil edildi. Ancak barış anlaşmasının imzalandığı konjonktürde donanmasız olmanın etkileri de Lozan’a yansımıştır. Baştan söyleyelim Ege’de 25 derece doğu boylamı doğusunda kalan Türkiye’ye jeopolitik olarak yapışmış durumdaki adaların egemenliği eğer güçlü bir donanmamız olsaydı Türkiye’ye bırakılırdı. Benzer şekilde güçlü bir donanma olsaydı Türk Boğazlarının tam egemenliği Lozan Anlaşmasında yine Türkiye’ye bırakılırdı. 13 yıl beklemek zorunda kalmazdık. Diğer yandan 1923’te kıta sahanlığı kavramı mevcut değildi. Bu kavram ilk kez 1945’te Truman Bildirisi ile gündeme geldi ve 1958 Cenevre Sözleşmesi ile hukuki tanım kazandı. Münhasır Ekonomik Bölge MEB ise ancak 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) ile kavramsallaştı. Karasuları konusunda da o dönemde evrensel bir standart yoktu; genel uygulama 3-6 mil arasında değişiyordu. Bu gelişmelere rağmen karasularının 3 milde kalmış olması açık deniz alanlarının bugüne nazaran %26 daha çok olması nedeniyle bir avantaj idi. Ancak bu avantajı karasularını 1936’da Yunanistan’ın 1964’te Türkiye’nin 6 mile çıkarması ile kaybettik. Açık deniz alanları %75’ten %49’a düştü. Antlaşma, dönemin önceliklerine uygun olarak kara sınırlarını ve büyük adaların egemenliğini netleştirmeye odaklanmıştı. Deniz dibi kaynaklarının paylaşımı veya deniz yetki alanları henüz gündemde olmadığı için bu konular müzakerelerde düşünülmemişti. Benzer şekilde 1923 yılında uluslararası hukukta insan yaşamayan ada/adacık/kayalıklar kavramı da yoktu. Bugün deniz hukuku ve enerji rekabetinin gelişmesiyle jeopolitik önem kazanan ada, adacık ve kayalık ayrımı ve bunların deniz yetki alanı doğurup doğurmayacağı ilk kez 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) ile netleşti. Bu çerçevede Mavi Vatan doktrini, Lozan sonrası çevre denizlerde ortaya çıkan hukuki ve jeopolitik tartışmalara cevap olarak gelişti. Mavi Vatan’ın özü, denizdeki Sevr’e bir manifesto ve denizlerin “Misak-ı Millîsi” olarak tanımlanabilir. Bu vizyon, deniz yetki alanlarını, enerji kaynaklarını, ulaşım yollarını ve askeri gücü bütünleşik bir milli doktrinine dönüştürmeyi hedefler. Doktrin, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e uzanan geniş bir coğrafyada etkin ve caydırıcı bir aktör haline getirmeyi amaçlar. Askeri boyutta, güç intikali, deniz kontrolü, deniz ulaştırmasını koruma, erişim engelleme ve alan yasaklamaya yönelik kuvvet yapısı ve yetenek geliştirmeyi öne çıkarır. Mavi Ekonomi boyutunda ise, Doğu Akdeniz ve Ege başta olmak üzere çevre denizlerde sonuç odaklı sismik ve bilimsel araştırmalar, sondaj faaliyetleri icra etmek, balıkçılık, gemi inşa, limancılık, deniz turizmi gibi temel denizcilik gücü alanlarında gelişmeyi hedefler. Diğer yandan Mavi Vatan doktrininin özünü teşkil eden Türk denizcileşme süreci de kapitülasyonları kaldıran ve kabotaj hakkını Türk’e geri veren Lozan; Boğazlarımızın tam egemenliğini geri alan Montrö Sözleşmesi ile jeopolitik bağlamda bütünlük kazanmıştır. Günümüzde Ege ve Doğu Akdeniz’deki krizlerin özünde, Türkiye’nin AB’nin Sevilla haritası ile kıtaya itilmeye karşı çıkması ve bunu bir doktrine oturtması yatmaktadır. Mavi Vatan Yunanistan’ın 12 mil tehdidi, adaların silahlandırılması, tartışmalı ada adacık ve kayalıkların egemenliği, MEB ilanları gibi çok boyutlu kriz alanlarında Türkiye’nin sergilediği “proaktif” duruş ve alan açıcı bir stratejiyi temsil eder.
HAYATİ ÜÇLEME
Mavi Vatan, Lozan ve Montrö birbiriyle desteklenen bir jeopolitik meşruiyet üçlemesidir. Hayati değerdedirler. Lozan Türkiye’nin siyasi bağımsızlığını temin edip, uluslararası hukuk açısından yeniden doğuşunu simgeler. Aynı zamanda deniz haklarımızın ve yok ettiği kapitülasyonlar üzerinden kabotaj hakkının geri alınmasının zeminini oluşturur; Montrö ise Boğazlar’ın tam egemenliğini garantileyerek, stratejik bir köprü işlevi ile tüm deniz yetki alanlarımızdaki egemenliğimizin kesintisiz devamını sağlar. Kısacası Mavi Vatan’ın bütünlüğünün birinci safhası Lozan Barış Anlaşması; ikinci safhası Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi ile sağlandı. Mavi Vatan doktrini ise söz konusu hukuki kazanımları aktif bir deniz stratejisine dönüştürürken denizlerdeki çıkarlarımızı aktif korumayı, etki ve denge arayışını temsil eder. Lozan Anlaşması ve Montrö Sözleşmesi tarafından oluşturulan hukuki ve stratejik temelleri günümüz jeopolitik sahnesine taşır. Mavi Vatan sadece hukuki kazanımların peşine düşmekle kalmaz, bu kazanımları fiili güç ve teknolojik imkanlarla savunma kararlılığını da içerir.
BUGÜNE DERSLER
Atatürk ne diyor: “Lozan Barış Anlaşması Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın önlenmesidir.” Lozan’ın tamamlayıcıları Montrö ve Mavi Vatan’dır. Bugün her üçüne de saldırılar vardır. Atatürk’ün ifadesi ile büyük suikaste devam etmek isteyen, harici unsurlar kadar Sakarya’dan kaçanların devamı, dahili ihanet unsurlarının da çok olduğunu hatırlatalım. Kendi ellerimizle bataklığa dönüştürdüğümüz Suriye gerek hava sahası gerek kara ve deniz ortamıyla İsrail’in stratejik manevra alanına dönüştü. 2020 Kasım ayından bu yana Ankara, ABD ve AB baskısı nedeni ile Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan’da sismik ve sondaj faaliyetleri yapmıyor. Yunanistan, Ege Denizinde deniz parkları kışkırtması ile deniz yetki alanlarını, egemenliği tartışmalı ada adacık ve kayalıklar üzerinden genişletme amacına doğru ilerliyor. ABD, İngiltere ve AB desteği olmadan yapamayacağı her türlü kışkırtmaya devam ediyor. PKK Türkiye’de silah bırakma görüntüsü verirken Suriye’deki kolları PYD/YPG, ABD ve İngiltere’nin ve dolaylı olarak İsrail’in silahlı unsuru görevine devam ediyor. İsrail, ABD, İngiltere ve AB tarafından Irak otonom Kürdistan benzeri bir bölgenin Suriye’de kurulmasına çalışılıyor. Bu arada küstah ABD Büyükelçisi Osmanlı Millet ve Ümmet sistemi güzellemesi üzerinden Türkiye’ye tuzak kuruyor ve ne iktidar ne de muhalefet bu küstahlığa cevap veriyor. İktidar süresini uzatmak, muhalefet iktidara gelmek için kolektif batıya boyun eğmekten, nüfusumuzun %15’lik bir bölümünü yanına çekmek için geri kalanları risk altına, jeopolitik bütünlüğümüzü tehlikeye atmaktan kaçınmıyor. Halbuki içerde 104 yıl önce Sakarya’yı gerçekleştiren ruhun ikizi katlanarak büyüyor. Büyük çoğunluğun söylemi açık ve nettir. Türklük bir üst kimliktir. Osmanlı’da “millet” deyimi, gerçek bir milleti değil, ümmeti temsil ediyordu. Osmanlı İmparatorluğunu kuran Türkler olduğu halde Osmanlı Sarayı Türkleri yüzyıllar boyu aşağılamış, yönetimden uzaklaştırmıştı. Padişah eşleri arasında bile Türk soyundan gelen çok az kadın vardı. Türklükle hiç ilgisi kalmamış yönetici sınıfın ve de ulemanın, “Etrak-ı bi idrak” diye aşağıladığı, Türkler ancak çiftçi ya da asker olurdu. Ancak yıkılan ve işgale uğrayan Osmanlının küllerinden ana vatanı kurtaran yine onlar oldu. Cumhuriyet ile Türk’ün kaderi yön değiştirdi. Ümmet millete, tebaa vatandaşa, kul yurttaşa dönüştü. Hangi etnik kökenden gelirse gelsin, hangi inanca mensup olursa olsun, cumhuriyete vatandaşlık bağı ile bağlı olan Türk’tür. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşadıkça Milletinin adı Türk olacaktır. Türk olarak kalacaktır. Başka hayallere kapılanlara hatırlatalım. Kurtuluşun zor günlerinde bir Mustafa Kemal Atatürk vardı, bugün milyonlarcası var. Ne Amerikan MAGA ne de küreselcilerin İngiliz finans kapital dünyasının reçeteleri bu topraklarda tutmaz. Türk milleti temelini halkın iradesi ile demokratik seçiminin dışından gelen ama en önemlisi Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyeti aleyhine geliştirilen hiçbir girişime onay vermez. Yaratılan fiili durumlara asla itibar etmez. Cumhuriyet uzun bir yoldur. Bu yol büyük bir savaş ve zaferle başladı. Bu yolun yarınına ancak halk karar verir. Yaşasın Lozan, yaşasın Atatürk, Yaşasın Montrö, Yaşasın Mavi Vatan, Yaşasın Yarın, Yaşasın Cumhuriyet. Ne mutlu Türküm diyene.