Birleşmiş Milletler’in (BM) 80. yılına denk gelen bu yılki oturumu, tarihe not düşecek bir temayla toplandı: “Birlikten Doğan Kuvvet: Barış, Kalkınma ve İnsan Hakları Yolunda 80 Yıl ve Ötesi.”
Ne var ki, birkaç ay önce gerçekleştirilen NATO ve Şanghay İş birliği Örgütü zirvelerinden çıkan bildiriler, bu iyimser temanın oldukça uzağında, bambaşka bir tablo ortaya koymuştu.
Dünyada kalıcı barışı sağlamak, tehditleri önlemek ve uluslararası hukuk çerçevesinde ihlalleri durdurmak amacıyla kurulan BM, Milletler Cemiyeti’nin yarım kalan mirasını devralmıştı.
Özellikle ABD ve Rusya’nın, uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme çabaları, BM’nin bağımsız hareket kabiliyetini her geçen gün zayıflattı.
Bugün Ukrayna’dan Gazze’ye uzanan geniş coğrafyalarda süren savaşlar ve insani krizler karşısında örgütün etkisizliği artık gizlenemez bir boyuta ulaştı.
Filistin meselesi, BM’nin tarih boyunca sergilediği bu yetersizliğin en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
İngiltere’nin bölgedeki sömürgelerini örgüte devretmesinin ardından Kudüs’ü bölmeye kalkışan, daha sonra ABD’nin İsrail yanlısı politikalarıyla adım atamaz hale gelen BM; ne adalet sağlayabildi ne de güven tesis edebildi.
Aynı tablo Kıbrıs sorununda da karşımıza çıktı: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması yönünde beklenen adımlar hâlâ atılmış değil.
Barış Gücü misyonu da savaşın harap ettiği coğrafyalarda kalıcı huzur tesis etmekte yetersiz kaldı.
Her yıl dünya liderlerinin kürsüye çıkıp nutuk attığı Genel Kurul toplantıları ise artık kamuoyunu tatmin etmekten uzak; verilen mesajlar dünyayı ikna etmekten çok birer formaliteye dönüşmüş durumda.
Bu yılki toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın Gazze’deki trajediye dikkat çekmesi, beklenen bir çıkıştı.
Aynı zamanda denizlerimizden çevre coğrafyaya uzanan güvenlik hassasiyetleri ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmasına yönelik vurgu, Türk diplomasisinin olumlu bir yansıması olarak kayda geçti.
Çin ve Rusya Federasyonu liderlerinin katılmadığı oturumda ABD Başkanı’nın yaptığı konuşma ise dikkat çekiciydi.
Düzensiz göç, enerji ve iklim konularına geniş yer ayıran açıklamalar, ülkesini korumaya dönük politikalarını ön plana çıkarırken, Türkiye açısından da dikkate değer başlıklar içeriyordu.
Ne var ki ABD lideri, BM’ye yönelttiği sert eleştirilerde haklı yanlar barındırsa da, örgütün dünya kamuoyunda giderek “ABD’nin çıkarlarına göre hareket eden bir yapı” olarak algılandığını görmezden geliyordu.
BM’nin büyük güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulması ve gerçek anlamda demokratik bir yapıya kavuşması için yıllardır masada duran öneriler var.
Veto yetkisinin kaldırılması ya da daimi üye sayısının artırılması gibi fikirler dillendirilse de güçlülerin direnci bu önerileri hayata geçirmiyor.
Geriye tek bir yol kalıyor:
Güvenlik Konseyi kararlarının, üye tam salt çoğunluğu esas alınarak Genel Kurul’a sunulması.
Böylesi bir adım, BM kararlarını daha demokratik ve hukuka uygun kılacak; kabul edilebilirliği dünyanın tamamı nezdinde anlaşılır bir noktaya taşıyacaktır.
Son sözse: Kristof Kolomb’un yumurtasındadır.
İsmet Hergünşen