Güney Kore Busan’da 29 Ekim 2025 tarihinde gerçekleşen Trump Xi buluşmasından sonra ortaya çıkan tablo gerçekte Çin ABD rekabetinde bir ateşkesi simgeliyor. Her ne kadar Trump, Çin ve ABD ikilisi için G2 benzetmesini kullanmış olsa da Çin tarafının dünyayı bu şekilde paylaşıma yönelik etki alanlarına bölme fikrine karşı. G2 fikrini ortaya ilk kez 2009 yılında bir makale ile atan Brzezinski bu yaklaşımı tipik bir emperyalist düşünce ekolü içinde yapmıştı. Çin, küresel yönetişime BM ve çok kutuplu bir anlayışla bakıyor. Çin-ABD mücadelesi henüz çözülmüş değil ve bu mücadelenin boyutları sanayi, teknoloji ve jeopolitik dengeler açısından çok daha büyük olacak. Bu durumda ABD, gerçekte 250 yıllık bir devlet olarak 3000 yıllık devlet geleneği olan bir devleti karşısına alıyor. ABD’nin tırmandırma stratejisi artık Çin üzerinde işlemiyor.
BUGÜNE NASIL GELİNDİ?
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ABD, Avrupa’da Sovyet ordularının de facto Berlin’e kadar ilerlediğini ve ardında 50 milyon kayıp bırakarak gelen bir devletin ancak Amerikan askeri gücünün Avrupa’daki varlığıyla durdurulabileceğini biliyordu. Normandiya Çıkarmasının en büyük nedenlerinden biri, Avrupa yarımadasının batısını ABD jeopolitiği açısından emniyete almaktı. 1945 Mayıs ayında Sovyet ve Amerikan (müttefik) orduları Berlin’de buluştu. Savaş bu sayede Avrupa’da tamamen sona erdi. Ancak Pasifik’te iş bitmemişti. Japonya’ya atılan iki Amerikan nükleer bombası, insanlığın ilk cehennem silahını ortaya çıkarmıştı. Bu bombalar yalnızca iki Japon şehrinde yaklaşık 200 bin kişinin ölümüne neden olmadı; aynı zamanda Sovyetlere güçlü bir mesaj da verdi: Avrupa ve Asya’da durmaları gerekiyordu.
SOVYET- AMERİKAN DÜŞMANLIĞI
1945 Mayısına kadar müttefik olan ABD ile Sovyetler Birliği artık eski jeopolitik ayarlarına dönüyordu. Zira Avrupa’nın batısından doğusuna ilerleyen Anglo-Amerikan güçleri liberal kapitalizmi, karşı yönden ilerleyen Sovyetler ise totaliter komünizmi temsil ediyordu. Anglo-Amerikan cephe için Avrasya’nın batı yarımadası mutlak surette Batı kontrolünde olmalıydı; Sovyetler içinse Vistül–Karpatlar hattı, Balkanlar ve çevresi kesin olarak Sovyet etki alanında kalmalı; Karadeniz, Pasifik, Baltık Denizi ve Kuzey Denizi hattı deniz ulaştırması açısından daima açık tutulmalıydı. Sovyetler, aynı zamanda finans kapitalist dünyanın çıkarlarını temsil eden ABD için hem ideolojik hem de jeopolitik bir düşmandı ve yenilmeliydi. Soğuk Savaş böyle başladı. Beraberinde büyük bir silahlanma yarışı da başladı. Artık Pandora’nın kutusu açılmıştı. Hiroşima’dan 4 yıl sonra Sovyetler de bombayı patlattı.
1953 yılında iki rakip sistemin barış içinde yaşamasının imkânsızlığı ve çatışmanın kaçınılmazlığını savunan Stalin’in ölmesi ile Sovyetler ciddi bir rota değişikliğine gitti. 1955 Cenevre Zirvesi, Soğuk Savaş döneminde Batı ile Doğu blokları arasında yaşanan ilk büyük yakınlaşma girişimlerinden biri olarak kabul edilir. Temmuz 1953’te Kore Savaşının bitmesi de bu süreçte önemli rol oynamıştır. 18–23 Temmuz 1955 tarihleri arasında düzenlenen zirvede ABD Başkanı Eisonhower ve Sovyetler Birliği Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı Kruşçev, ilk kez bir araya geldi. Zirvede özellikle Almanya’nın yeniden birleşmesi tartışıldı. Sovyetler Birliği birleşmiş bir Almanya’nın NATO’ya katılmasına kesin olarak karşı çıktı. Zirvede kesin sonuçlar elde edilemese de uluslararası ortamda gerilimi azaltan psikolojik bir ortam yarattı. Düşmanlar ilk kez doğrudan yüz yüze gelerek sınırlarını, korkularını ve çıkarlarını açık biçimde tartıştı. Cenevre ruhu, Soğuk Savaş’ın sıcak çatışmaya dönüşmeden yönetilebileceği, diplomasiyle bir denge kurulabileceği yönündeki umudu temsil ediyordu.
BARIŞ İÇİNDE BİR ARADA YAŞAMA (PEACEFUL CO-EXISTENCE)
Kruschev, Cenevre Ruhunu ideolojik bir çerçeveye oturtarak, bir yıl sonra yani 1956 Şubat’ında yapılan 20. Parti Kongresi’nde ‘’Barış İçinde Bir arada Yaşama (Peaceful Co-Existence)” doktrinini resmen ilan etti. Her ne kadar Lenin zamanında ‘’Kapitalizm ve sosyalizm yan yana var olsalar da barış içinde yaşayamazlar; biri ya da diğeri eninde sonunda zafer kazanacaktır’’ demiş olsa da Kruşçev, ‘’kapitalist ve sosyalist blokların birbirlerini askeri yollarla yok etmeye çalışmadan, farklı toplumsal ve ekonomik sistemler olarak aynı dünyada rekabet edebileceği’’ fikrine dayanıyordu. İdeolojik mücadele bundan böyle savaş alanında değil, ekonomik, bilimsel ve diplomatik yollarla yürütülecekti. Jeopolitik mücadele batı ve doğu blokları NATO ve Varşova Paktları olarak fiziki sınırlar içinde kalmalıydı. Ancak bu doktrinin Sovyetler tarafından ortaya atılmasının bir nedeni sürekli silahlanma yarışının Sovyet ekonomisini ciddi şekilde zorlamasıydı. Barışçıl rekabet, sosyalist modelin ekonomik verimliliğini ispatlamak ve Batı’ya meydan okumak için daha sürdürülebilir bir araç olarak görülüyordu. Diğer bir neden, Sovyetler Birliği’nin uluslararası imajını yumuşatarak yeni bağımsızlığını kazanmış Asya ve Afrika ülkeleri nezdinde sempati kazanmak istemesiydi. Bu çerçevede batı içindeki komünist ve sosyalist hareketleri, sendikaları ve barış örgütlerini destekleyerek ideolojik nüfuz alanını genişletmek hedefleniyordu.
1956 SÜVEYŞ KRİZİ
Barış içinde bir arada yaşama doktrinine en büyük zararı İngiltere, Fransa ve İsrail verdi. Doktrininin ilanından 5 ay sonra ABD’den gizli bir şekilde Mısır’a Süveyş Kanalı Bölgesine asker çıkardılar. Bu hamle Cenevre’de bulunan BM Güvenlik Konseyi’nin iki daimî üyesinin ABD arkasından dahi jeopolitik çıkarları için planlama yaptıklarını ve ilk kez dünya sahnesinde Siyonizm’in jeopolitik cephede aktör olarak kullanıldığı gerçeğini ortaya çıkardı. Bu kez 1956 Kasım ayında Kruschev Sovyet karşıtı öğrenci ayaklanmalarının başladığı Macaristan’a Sovyet tanklarını soktu. Jeopolitik satranç başlamıştı. Bu olaydan 6 yıl sonra bu kez Küba Füze krizi ortaya çıktı. Türkiye’ye yerleştirilen Amerikan Jupiter füzelerine karşılık Sovyetler de Küba’ya Sovyet füzelerini gönderdiler. İki nükleer güç 1962 ekim ayında karşılıklı çatışma aşamasına geldiler. Amerikan Başkanı J.F. Kennedy sayesinde çatışma önlendi.
BREJNEV VE YUMUŞAMA (DETENTE)
14 Ekim 1964 tarihinde Brejnev yeni Sovyetler Birliği Başkanı oldu. Bu döneme Yumuşama damgasını vurdu. Bu siyaset “barış içinde bir arada yaşama” doktrininin diplomatik ve kurumsal biçime bürünmüş haliydi. Yumuşama 1969–1979 yılları arasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında gelişen, iki süper gücün doğrudan çatışmadan kaçınarak ilişkilerini dengeye oturtma politikasını ifade eder. Bu dönem, ideolojik düşmanlığın sona erdiği bir barış süreci değil, nükleer savaş tehlikesinin farkına varan iki sistemin rekabeti kontrollü biçimde sürdürme girişimiydi. 1969’da ABD bu politikayı dış politikanın merkezine yerleştirdi. Aynı dönemde Sovyet lideri Leonid Brejnev de benzer şekilde istikrarlı bir uluslararası ortamın Sovyet ekonomisine nefes aldıracağını düşünüyordu. Bu dönemde taraflar doğrudan diplomatik temaslar kurarak nükleer silahların sınırlandırılması ve Avrupa güvenliği konularında önemli adımlar attılar. 1963’te imzalanan Kısmi Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması (PTBT), 1972’de SALT I (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması), 1975’te ise Helsinki Nihai Senedi bu dönemin dönüm noktalarıydı. Aynı zamanda ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile diplomatik yakınlaşması (1972 Nixon–Mao görüşmesi) Sovyetler üzerinde stratejik baskı kurarak üç kutuplu bir denge yarattı. ABD’nin Çin ile yakınlaşması Sovyetleri Asya’da farklı rotaya itti.
ÇÖKEN YUMUŞAMA VE YENİ DÖNEM
Yumuşama, 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve aynı yıl ABD’de Jimmy Carter yönetiminin sertleşmesiyle sona erdi. Bu iki gelişme, Soğuk Savaş’ın “barış içinde bir arada yaşama” ve “yumuşama dönemini fiilen bitirdi. 1979 sonunda Afganistan’ın işgali, Sovyetler açısından 20. yüzyılın Vietnam’ı haline gelirken; 8 ay önce İran’da Şah rejiminin yıkılması ve ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikini kaybetmesi, Washington açısından “kenar kuşak” (rimland) jeopolitiğinde dev bir gedik açtı. ABD, bu jeopolitik kaybı telafi etmek için çevreleme (containment) stratejisinin konsolidasyonunu canlandırdı. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi, NATO’nun güney kanadında istikrarı sağlamak ve Sovyet yayılmasına karşı batı bloğunu sağlamlaştırmak amacıyla desteklendi. Aynı dönemde Pakistan’da General Ziya-ül Hak’ın iktidarı ve “İslamizasyon” politikaları, Afgan direnişinin ideolojik ve lojistik üssü haline geldi. Bu çerçevede geliştirilen Yeşil Kuşak Doktrini, İslam dünyasındaki radikal unsurları Sovyet karşıtı bir kalkan olarak örgütlemeyi amaçlıyordu. Bu stratejinin doğu kanadında, Polonya’da Solidarność (Dayanışma) hareketi, Papa II. Jean Paul’un desteğiyle Sovyet blokunda ilk toplumsal kırılmaları yarattı. Böylece hem Orta Doğu’da hem Doğu Avrupa’da, détente sonrası dönemin yeni Soğuk Savaşı başlatıldı. Bu gelişmeler, 1945 sonrası kurulan iki kutuplu dengenin çözülme sürecini hızlandırarak, ABD ve küresel finans kapitalin çıkarları lehine yeni bir jeopolitik dönüşümün zeminini hazırladı. Sonuçta, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla komünizm yenilmiş, Sovyet jeopolitiği paramparça edilmişti. Washington artık sadece ideolojik değil, ekonomik bir zafer de kazanmıştı. Sıra Rusya’nın ve eski Sovyet coğrafyasının neoliberal reçetelerle yağmalanmasına gelmişti. Bu yeni dönem, küreselleşme ve kural temelli dünya adı altında tek kutuplu neocon ve Siyonist Amerikan düzeninin ve finansal kapitalizmin küresel egemenliğinin başlangıcını simgeliyordu.
ABD VE ÇİN İLE BARIŞ İÇİNDE BİR ARADA YAŞAMA MÜMKÜN MÜ?
Sovyetler Birliği ve Rusya aksine ABD ve Çin Kore savaşları sırasında 1950-1953 arasında 3 kez fiilen savaştılar. 1996 yılında da 3.Tayvan krizi sırasında ABD’nin Tayvan Boğazından aynı anda 2 uçak gemisi darbe grubunu geçirmesi Çin için donanma uyanışının en büyük tetikleyicisi oldu. Diğer yandan Çin ile ABD rekabeti, Sovyetler/Rusya ABD rekabeti gibi yoğun şekilde vekiller üzerinden yürütülmüyor. Bugünkü ABD–Çin rekabeti, Barış İçinde Bir Arada Yaşamayı farklı bir biçimde ortaya koyuyor. İki boyut söz konusu. Öncelikle o dönemdeki gibi ideolojik bir rekabet yok. Ancak jeopolitik ve ekonomik rekabet had safhada. Çin ideolojik değil, sistemik bir rakip. Sovyetler Birliği dünya devrimini ve komünist ideolojiyi ihraç etmeye çalışırken, Çin bugün dünya ticaretini ve üretimini şekillendiriyor. Sovyetlerin aksine rejim ihraç etmiyor, yeni ekonomik düzen ihraç ediyor. Bu nedenle Çin’in hedefi sistemsel hâkimiyet üzerinde küresel ticaret yollarını, üretim zincirlerini, nadir metalleri ve yapay zekâ temelli dijital ortamı kontrol etmek olarak ortaya çıkıyor. Bu yaklaşım, ideolojik çarpışma yerine yapısal rekabeti öne çıkarıyor. Ancak ABD için bakış açısı sadece ekonomik değil sahip olduğu askeri endüstriyel yapının istekleri ile küresel finans oligarşisinin istekleri paralelinde hem ekonomik hem jeopolitik. ABD 1945 -1990 arasında Sovyetleri ekonomik cephede açtığı büyük farkla yenerek ideolojik zafer kazandı. Aynı zamanda Sovyetlerin 1941-1945 arasında ardında 50 milyon kayıp bırakarak büyük bir hırsla batıya doğru ilerlediği Avrupa yarımadasında, jeopolitik çerçevede kazandığı tüm etki ve ilgi alanlarını geri aldı. Bugün Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini isteyecek derecede zafer sarhoşluğu içindeler. ABD, soğuk savaşı tek kurşun atmadan hem ideolojik hem de jeopolitik boyutta kazanmış olmanın heyecanından henüz kurtulmuş değil. Halbuki gerçekler bugün çok farklı. Artık iki kutuplu bir bloklar sistemi yok; bunun yerine çok merkezli, ağ tabanlı bir rekabet düzeni var. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, BRICS+ ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi platformları, ABD’nin klasik müttefiklik zincirlerinden farklı bir “etki ağları” sistemi oluşturuyor. Bu, ideolojik duvarların yerini stratejik ağlara bırakan yeni bir alan paylaşımı modeli olarak ortaya çıkıyor. Her iki güç de kendi etki çevresinde istikrar ve refahı güvence altına almaya çalışıyor. Ayrıca nükleer denge yeniden kuruldu. 1960’lardaki gibi, karşılıklı imha kapasitesi, çatışmanın sınırlarını belirliyor. Sonuçta, bugünün “barış içinde bir arada yaşama” formülü Sovyetlerinki gibi ideolojik değil, sistemik ve ekonomik bir zorunluluktan doğuyor. Düzen ihracıyla ideoloji ihracı arasındaki bu fark, ABD ile Çin’in 21. yüzyılda savaşa değil, uzun süreli bir soğuk barışa mahkûm olduğunu gösteriyor. Ancak ABD bu barışı kendi çıkarlarını koruyarak ve Çin’i çevreleyerek sağlayacağına inanıyor. ABD, Çin’i başta Rusya olmak üzere Avrasya’daki müttefiklerinden kopararak bir yandan soğuk barışı devam ettirirken hem jeopolitik hem ekonomik savaşı kazanacağına inanıyor. Ancak ABD, kapitalist neo liberal köklerden beslenen jeopolitik reflekslerini geri plana çekmeden Çin ile kalıcı barış içinde birlikte yaşama hedefi uzun soluklu olamaz. ABD devlet akıl yapısı devam ettiği sürece ve devlet finans kapital oligarşinin emrinde kaldığı sürece bu barış uzun soluklu olamaz.
JEOPOLİTİK VE EKONOMİK REKABET
Çin, 1973 sonrası ABD sayesinde ve onun kuralları gereğinde hareket ederek bugün üretim ve ticarette onu geçti. Ancak bu uyanış kaçınılmaz şekilde askeri gelişmeyi tetikledi. Askeri gelişme arkasına ekonomik gücü alırsa mutlak jeopolitik fark yaratır. ABD, 1945 sonrası Almanya’nın tekrar askeri sahaya dönmesini önlemek için onun savunmasını ve askeri yapısını tamamen kendi kontrolüne almıştı. Aynısını Çin’e yapamadı. 1973’te Sovyetleri kuşatmak için yanına çektiği Çin’in ekonomik gelişmesine neden oldu ancak jeopolitik gelişimini durduramadı. Bu ülkenin imparatorluk geleneği ile Mao’nun tohumlarını ektiği direnişçi ruhunun yarattığı sentezi değerlendiremedi. O nedenle bugün ortak barış zemininin en somut dayanağı ekonomik karşılıklı bağımlılık olabilir. ABD ile Çin arasındaki yıllık ticaret hacmi 579 milyar doların üzerinde. ABD 74 milyar dolar ihracata karşılık 505 milyar dolar ithalatta bulunuyor. Kabaca dakikada 1,2 milyon dolar hareket halinde. Diğer yandan Çin, küresel imalatın %35’ini kontrol ediyor; bu oran ABD’nin üç katı. Washington, fiilen çok daha güçlü bir “rakiple” uğraşıyor. Soğuk Savaş’ta böylesi birbirine bağımlı bir ekonomik omurga hiç olmamıştı. O dönemde iki süper güç birbirine ekonomik olarak tamamen kapalıydı; bugünse iki ülke birbirinin tedarik zincirine, üretim kapasitesine ve pazarlarına derinden bağlı. Bu karşılıklı bağımlılık, gerçekte soğuk bir barışın temelini oluşturuyor. ABD veya Çin’in çöküşü, diğerinin refahını da sarsar. Ancak büyüklük kompleksi ile hareket eden ABD, temsil ettiği 400 yıllık batı sömürgeciliği geleneği içinde küresel finans kapitalin sürekli savaşlar doktrinine ve jeopolitik hedeflerine o kadar bağımlı ki bu ortak alanın insanlığın ve barışın yararına kullanılmasına karşı durabilir. Bugün için ABD, tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu düzene dönüşmesine direniyor. Bu süreç Rusya Ukrayna Savaşı ile son dönemecine girdi. ABD ve AB geniş çaplı bölgesel ve kıtasal hatta dünya savaşını başlatma pahasına 400 yıllık batı hegemonyasını devam ettirme kararlılığını koruyor. Çin bugüne kadar ABD ile doğrudan çatışmaya girmeden dolaylı tutum içinde hareket etti. Ancak ABD’nin ticaret ve ekonomik savaşta yenilmesinin kaçınılmazlığı karşısında Çin ile tırmanmayı artırması paralelinde Çin de zorunlu rekabet sürecine girmek durumunda kalacaktır. Çin ABD’ye güvenilmeyeceğinin farkında. Örneğin Tek Çin politikasına saygı duymuyor. NATO’nun doğuya genişlemesi için her yolu deniyor. İran ile görüşmeler Umman’da devam ederken İsrail’in İran’a saldırmasına ya da Gazze ateşkes görüşmeleri Katar/ Doha’da başlarken hava saldırısına başlamasına göz yumabiliyor. ABD baskısı ile Çin’e karşı tutum Avrupa’da da devam ediyor. 12 Ekim 2025 tarihinde Çin sahipli Nexperia isimli yarı iletken teknoloji firmasına Hollanda Hükümetinin ABD baskısı ile el koyması tipik bir örnek. Çin, dünya nadir toprak elementleri üretim ve işleme hâkimiyetiyle stratejik bir avantaj elde etmiş durumda. ABD ise bu durumu kendi ileri teknolojilerini, savunma kabiliyetlerini ve sanayi dönüşümünü güvenceye almak açısından bir risk olarak görüyor. Çin’in ihracat kontrolünü artırması, ABD’nin tarifleri yükseltme tehdidiyle birleşince karşılıklı bir kırılma eşiğine gelindi.
RAND RAPORU VE ABD-ÇİN İLİŞKİLERİ
ABD stratejik aklının önemli düşünce kuruluşlarından birisi olan RAND Ekim ayı içinde ‘’ABD Çin Rekabetini Dengelemek’’ başlıklı bir rapor yayınladı. (https://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/research_reports/RRA4100/RRA4107-1/RAND_RRA4107-1.pdf) Rapor tam da 16 Ekim 2025 tarihinde yayınlanan AB’nin 2030 Savunma Hazırlık Yol Haritası ile fiilen bir savaş ekonomisine dönüşeceğini açıkça ortaya koyduğu bir dönemde yayınlanıyor. AB, savunma harcamaları 2025’te 392 milyar avroya çıkarken, 2035’e kadar GSYİH’nin %3,5’ine ulaşması hedefleniyor. Yeni SAFE fonu aracılığıyla 800 milyar avroya kadar kaynak silahlanmaya yönlendirilecek. Almanya, 2025’te 86,5 milyar avroluk savunma bütçesiyle bu dönüşümün merkezinde; 2029’a dek savunma harcamaları GSYİH’nin %5’ine ulaşacak. Diğer yandan ABD’nin de onayı ve hatta Tomahawk sevkiyatı söylemi ile AB’nin Ukrayna politikasındaki son hamlesi, Kiev’in Rus topraklarına uzun menzilli saldırılar düzenlemesine olanak tanıyarak savaşın doğrudan NATO–Rusya çatışmasına dönüşme riskini artırıyor. Bu sırada hem ABD hem AB, Rusya’ya yönelik ekonomik savaşı yoğunlaştırarak enerji, finans ve lojistik alanlarında yeni yaptırımlar uygulamaya başlıyor. 2030 Savunma Hazırlık Yol Haritası Avrupa’nın yalnızca Rusya’ya değil, Orta Doğu’dan Asya-Pasifik’e kadar küresel düzeyde “360° tehditlere” hazırlık yapması gerektiğini vurguluyor. 2027’ye kadar Avrupa genelinde askerî hareketlilik altyapısı (karayolları, limanlar, havaalanları) NATO ile koordineli şekilde oluşturulacak. Avrupa’nın Rusya ile çatışma potansiyeli artarken RAND raporu, Pasifik’te ABD’nin Çin ile yumuşamasını tavsiye eden bir tonda kaleme alınıyor. Rapor ABD-Çin rekabetinin artık “kazanılacak bir savaş” değil, “yönetilmesi gereken bir durum” olduğu sonucuna varıyor. ABD’nin askeri-endüstriyel kompleksinin en önemli düşünce kuruluşu olarak RAND, bu raporla birlikte Washington’un Çin’i çevreleme ve caydırma stratejisinden, kontrollü bir birlikte yaşama düzenine doğru yöneldiğini açık biçimde ortaya koyuyor. Artık amaç Çin’i durdurmak değil, sistemin çökmesini ve büyük güçler arası bir sıcak savaşı önlemek.
RAPORUN ÜÇ TEMEL ÖNERİSİ
Rand raporu üç alanda dikkat çekici bir zihniyet değişimini yansıtıyor. Birincisi, ABD’nin “Çin’e karşı mutlak zafer” fikrini terk etmesi ve Çin Komünist Partisi’nin meşruiyetini kabul etmesi gerektiği vurgulanıyor. RAND’a göre, iki tarafın birbirini “etkili biçimde yok etmesi” artık nesnel olarak mümkün değildir; bu gerçeği reddetmek sadece felaketi hızlandırır. Dolayısıyla, Washington’un stratejik söylemini mutlak üstünlükten istikrarlı dengeye çevirmesi gerektiği belirtiliyor. İkinci olarak, her iki ülkenin de birlikte yaşamanın kaçınılmazlığını kabullenmesi gerektiği açıkça ifade ediliyor. RAND, karar alıcıların zihniyetinde köklü bir değişim olmadan sürdürülebilir istikrarın kurulamayacağını savunuyor. ABD ve Çin, birbirlerinin siyasi meşruiyetini tanımalı, kriz dönemlerinde bile iletişim hatlarını açık tutmalı, askeri ve diplomatik angajman kurallarını birlikte belirlemelidir. Üçüncü ve en çarpıcı öneri ise Tayvan’a ilişkin. RAND, ABD’nin yalnızca Çin’e “barışçıl yeniden birleşme” için güvence vermesini değil, aynı zamanda Tayvan’ın provokatif eylemlerini sınırlamak için nüfuzunu kullanmasını tavsiye ediyor. Raporda ABD’ye, Tayvan’ın bağımsızlığını desteklemediğini, kalıcı ayrılığı istemediğini ve barışçıl birleşmeye karşı olmadığını açıkça belirtmesi öneriliyor. Ayrıca Washington’un, Tayvan yönetimini Çin’le gerilimi artıracak söylem ve eylemlerden uzak tutmak için diplomatik baskı uygulaması gerektiği savunuluyor. Bu, RAND gibi bir kurumun Çin’in hassasiyetlerini bu ölçüde dikkate alan ilk politika tavsiyelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Özetle raporun genel çerçevesi, rekabeti bitirmekten ziyade, onu istikrarlı hale getirmek üzerine kurulu. Tarafların birbirinin meşruiyetini kabul etmesi, karşılıklı nükleer caydırıcılığın tehdit edilmemesi, açık ticaret ve finansal istikrar ilkelerinde uzlaşılması, siber saldırılarda kritik altyapının dokunulmaz sayılması ve kriz anlarında işleyen iletişim hatlarının kurulması, bu “yönetilen rekabet” modelinin temel unsurları olarak sıralanıyor. RAND, Soğuk Savaş döneminde ABD-Sovyet ilişkilerinde uygulanan “yumuşama/détente” modeline atıf yaparak, caydırıcılık ve diyalog arasında yeni bir denge kurulması gerektiğini savunuyor. Bu yaklaşım, ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinden tamamen vazgeçtiği anlamına gelmiyor; aksine RAND, caydırıcılığın sürdürülmesini ama bunun kontrolsüz tırmanmaya yol açmayacak biçimde yeniden tasarlanmasını öneriyor. Yani amaç rekabeti sona erdirmek değil, rekabetin maliyetini ve riskini yönetmek. Tayvan, Güney Çin Denizi ve teknoloji alanlarında önerilen mekanizmalar, krizi dondurmak değil, kontrollü bir dengeye taşımak için araçlar olarak görülüyor.
ABD JEOPOLİTİKTEN VAZGEÇEMEZ
Bu rapor, ABD devletinin Çin’e bakışında önemli bir eşiği işaret ediyor. RAND artık Çin’i yok edilmesi gereken rakip değil, dengede tutulması gereken eşit güç olarak tanımlıyor. Bu yeni yaklaşım, askeri caydırıcılığı diplomasiyle dengeleyen, nükleer ve siber alanlarda istikrarı koruyan ve Tayvan meselesinde çatışmayı önleyen bir birlikte yaşama düzeninin altyapısını çiziyor. RAND üzerinden kaçınılmaz olan rekabettir, ancak savaştan kaçınabiliriz mesajı verilerek geçici bir dönem yaratılıyor. Ancak bu ne kadar gerçekçi? Gerçekte ABD’nin temsil ettiği finans kapitalin ayrıcalıklı ve seçkinci batı genetiği emperyalist ve yağmacı geleneğinden kolayca vaz geçemez. Bu kesim, 1990’da Sovyetleri nasıl yendilerse Çin’i de aynı şekilde yeneceklerine olan inancını kolayca terk edemez. Çin bu gerçeği görmektedir. Diğer yandan dakikada 1,2 milyon dolar ticaret yaptığı ve ticaret fazlası verdiği bir devleti kolayca kaybetmek istemeyecektir. Ancak önce Sovyetlerin ve sonra Rusya’nın başına gelenlerden yeterince ders çıkarmış bir devlet olduğunu göz ardı edemeyiz. ABD jeopolitiğinde Çin ABD’ye Pasifik’te meydan okuyan ve en yakın müttefiki Rusya ile Arktik Okyanusunda ABD kontrolüne karşı duruş sergileyen bir devlettir. Daha da öte Asya ve Afrika kıtaları ile Okyanusya’da yanına çektiği küresel güney ile çok kutuplu dünyanın omurgasını çatmış, doların küresel hakimiyetine meydan okumuş bir devlettir. Çin, Batının ABD liderliğinde büyük ölçekli Avrupa savaşına hazırlandığını ve Rusya’nın zayıflatılmasının ve sonuçta bu zayıflamanın Çin ile nihai hesaplaşmada ABD lehine durum yaratmasının hedeflendiğini açıkça görüyor. NATO’nun genişlemesi, önceki taahhütlere rağmen durmuyor ve hatta NATO tehdidi Asya-Pasifik bölgesini de tehdit edecek söylemlerden kaçınmıyor. Küresel ekonomiye Çin’in katkısının 15’te biri yani %2 kadar katkısı olan Rusya’nın herhangi bir NATO ülkesine saldırma niyetinin olmamasına rağmen Avrupa’nın gerek savunma harcamalarını artırmak gerekse içinde bulunduğu büyük sosyo ekonomik krizden çıkabilmek için abartılan Rus tehdidine ihtiyaç duyduğunu Çin de görebiliyor. ABD, “seyrüsefer özgürlüğü” ve “bölgesel istikrar” söylemlerinin arkasına gizlenerek, Asya-Pasifik’te Çin’e karşı artan çevrelemeyi sürdürüyor. 2025 boyunca yürüttüğü geniş kapsamlı askeri tatbikatlarla da çöken hegemonyasını askeri güç gösterisiyle güçlü göstermeye çabalamaktadır. Batı Pasifik’te 2025 yılı henüz bitmeden bugüne kadar Çin karşıtı 11 büyük çaplı deniz ve hava müşterek tatbikatlarının icra edildiğini hatırlatalım.
SONUÇ
Trump Xi 29 Ekim buluşmasından sonra ABD tarafının Çin aleyhinde önceden büyük feveran ile deklare ettiği gümrük tarifeleri ve yasaklamalar gündeme gelmedi. Aksine ABD tarafında ciddi bir yumuşama yaşandı. RAND ‘ın Çin Raporu ve Trump’ın Xi ile görüşmeye girmeden önce gazetecilere G2 toplantısına giriyorum mesajı yumuşamayı isteyen tarafın Trump olduğunu gösteriyor. Bu da Washington’un stratejik zihniyetinde rota değişikliğinin başladığını gösteriyor. Bu durumda Avrasya ve ötesinde Kuşak ve Yol Girişiminin başarısı ile Neoconların Ukrayna’da giriştiği hibrit savaşın kesin başarısızlığı rol oynuyor. Bu süreç küresel ekonominin dolarsızlaşmasını da hızlandıracaktır. Bu koşullar altında askeri ve ekonomik olarak gerileyen ABD, son tahlilde jeopolitik gerilemeye izin verecek mi? Bu sorunun cevabı barış içinde bir arada yaşamak mümkün mü değil mi sorusunun da cevabı olacaktır.
Cem Gürdeniz



