NATO, Türkiye ve Görmezden Gelinen Gerçekler

Uluslararası ilişkiler literatüründe adı sıkça anılan John Mearsheimer, son dönemde yaptığı değerlendirmelerde NATO’nun ciddi bir iç sınamadan geçtiğini, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin derinleşmesinin ise bu sınamayı daha da ağırlaştırdığını savunuyor. İlk bakışta bu tespitler akademik olarak tutarlı, hatta realizm perspektifi açısından bakıldığında makul görünebilir. Ancak mesele Türkiye olduğunda, bu analizlerin neredeyse tamamında ortak bir sorun göze çarpıyor: Türkiye’nin neden bu noktaya itildiği bilinçli biçimde konuşulmuyor.

Türkiye, NATO içinde “sorun çıkaran müttefik” gibi sunulurken; onu bu noktaya sürükleyen yapısal baskılar, açık düşmanlıklar ve sistematik çifte standartlar görmezden geliniyor. Oysa bugün yaşanan kriz, Türkiye’nin tercihlerinden çok, NATO’nun Türkiye’ye karşı izlediği politikaların doğal sonucudur.

NATO’nun İç Çelişkileri: Türkiye Hep Neden Sorunlu?

NATO, Soğuk Savaş boyunca net bir düşman tanımı üzerinden ayakta duran bir ittifaktı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bu netlik kayboldu. İttifak genişledi, ancak ortak tehdit algısı zayıfladı. Bugün NATO, askeri bir birlikten çok, çıkarları çakışan devletlerin sorunlu koalisyonu haline gelmiştir.

Türkiye bu yapının tam merkezinde yer alıyor. Coğrafi konumu, askeri kapasitesi ve bölgesel etkisi nedeniyle NATO’nun güvenliği Türkiye olmadan düşünülemez. Buna rağmen Türkiye’nin güvenlik kaygıları sistematik biçimde ya küçümsenmiş ya da yok sayılmıştır. Terörle mücadelede yalnız bırakılan, sınır güvenliği tehdit altında olan, hava savunma talepleri reddedilen bir ülkenin, ittifaka koşulsuz sadakat göstermesi beklenmektedir. Bu beklenti gerçekçi değildir; hatta samimiyetsizdir.

S-400 Meselesi: Bilerek Eksik Anlatılan Gerçek

Batı’da Türkiye’nin S-400 alımı, neredeyse NATO’ya ihanet başlığı altında ele alınmıştır. Oysa bu kararın arkasındaki zorunluluklar özellikle gizlenmiştir. Türkiye, yıllar boyunca ABD’den Patriot hava savunma sistemleri almak için girişimde bulunmuş, ancak bu talepler ya reddedilmiş ya da kabul edilemez şartlara bağlanmıştır.

Bir devletin hava sahasını koruma hakkı tartışmaya açık değildir. Türkiye bu hakkını kullanmak istediğinde kapılar yüzüne kapanmış, ardından “neden Rusya’ya yöneldiniz?” sorusuyla suçlanmıştır. Bu yaklaşım, müttefiklik hukukuyla bağdaşmaz.

Dahası, Yunanistan’ın Rusya’dan S-300 sistemleri satın alması ve bu sistemleri yıllardır kullanıyor olması NATO içinde ciddi bir sorun olarak görülmemiştir. Türkiye söz konusu olduğunda yaptırım, tehdit ve baskı devreye girerken; Yunanistan için sessizlik tercih edilmiştir. Bu çifte standart, NATO’nun adalet ve eşitlik iddialarını tamamen boşa düşürmektedir.

ABD’nin Suriye’nin Kuzeyinde İnşa Ettiği Terör Ordusu

Türkiye açısından NATO’ya duyulan güvensizliğin belki de en kritik nedeni, ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde izlediği politikadır. ABD, açıkça terör örgütüyle bağlantılı yapıları binlerce TIR dolusu silahla donatmış, eğitmiş ve fiilen düzenli bir ordu haline getirmiştir.

Bu yapıların Türkiye’ye karşı kullanılmayacağını iddia etmek, ya safdillik ya da bilinçli bir aldatmadır. Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit eden, ülke içinde terör eylemleriyle bağlantılı unsurların, NATO’nun lider ülkesi tarafından korunması ve güçlendirilmesi, müttefiklik kavramının içini tamamen boşaltmıştır.

Burada asıl soru şudur: Bir ittifakın lideri, diğer üyesinin ulusal güvenliğini tehdit eden bir terör yapısını neden ve hangi hakla destekler? Bu soruya net bir cevap verilmeden Türkiye’den NATO’ya tam güven beklemek akıl dışıdır.

Hasmane Tutumlar ve Görmezden Gelinen Skandallar

İsrail’in Türkiye’ye karşı yıllardır sürdürdüğü açıkça hasmane tutum, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamaya yönelik girişimler ve bu girişimlere bazı NATO üyelerinin verdiği destek, Batılı analizlerde neredeyse hiç yer bulmamaktadır.

Daha da vahimi, Alman deniz komandolarının Yunan bir komodorun emri altında hareket ederek Türk bayraklı bir ticari gemiye, Türk devletinin izni olmadan çıkmasıdır. Gemi personelinin silah zoruyla alıkonulması, üstlerinin ve geminin aranması, uluslararası hukuka göre korsanlıktır. Ancak bu olay da NATO içinde ciddi bir kriz olarak ele alınmamış, üstü örtülmüştür.

Bu tablo, NATO içinde Türkiye’nin fiilen ikinci sınıf müttefik muamelesi gördüğünün açık kanıtıdır.

Büyük Güç Rekabeti ve Seçici Realizm

Mearsheimer’ın büyük güç rekabetine dayalı analizleri teorik olarak tutarlıdır. Ancak bu realizm, Türkiye söz konusu olduğunda seçici biçimde uygulanmaktadır. Türkiye’nin Rusya ile geliştirdiği ilişkiler “tehdit” olarak sunulurken, Batı’nın Türkiye’yi köşeye sıkıştıran politikaları doğal kabul edilmektedir.

Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri ideolojik değil, zorunlu ve pragmatiktir. Enerji bağımlılığı, bölgesel çatışmalar ve Batı’dan gelen baskılar Ankara’yı çok yönlü bir dış politikaya itmiştir. Bu durum NATO’ya ihanet değil, hayatta kalma refleksidir.

Kıbrıs Meselesi: Unutturulmak İstenen Tarihsel Kırılma

Kıbrıs konusunda Batı kamuoyuna yıllardır anlatılan hikâye, tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan, bilinçli biçimde çarpıtılmış bir anlatıdır. Bu çarpıtmanın temel amacı, Türkiye’yi “işgalci”, Rum tarafını ise “egemenliği gasp edilmiş mağdur” olarak sunmaktır. Oysa tarih bu anlatıyı doğrulamaz.

Kıbrıs Adası, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından Venediklilerden, yaklaşık bir yıla yakın süren ağır ve kanlı bir savaşın ardından alınmıştır. Ada, bu tarihten itibaren Osmanlı egemenliğine girmiştir. Rumlar ise tarihin hiçbir döneminde Kıbrıs Adası üzerinde egemen bir devlet kurmamış, adayı yöneten taraf olmamıştır.

Bu tarihsel gerçek ortadayken, Rumların “egemenlik” iddiaları tamamen kurgusaldır. Kıbrıs’ta Rumlar, Osmanlı döneminde de, İngiliz sömürge yönetimi döneminde de, hiçbir zaman adanın sahibi ya da tek hâkimi olmamıştır. 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ise Rumların değil, Türkler ve Rumların eşit ortaklığında kurulan iki toplumlu bir devlettir.

Ne var ki bu ortaklık, 1963’te Rum tarafının silahlı saldırılarıyla fiilen sona erdirilmiştir. Türkler yönetimden zorla dışlanmış, anayasal düzen yıkılmış, ortak devlet Rumlar tarafından gasp edilmiştir. 1974’te gerçekleşen darbe girişimi ise bu gasbın son aşaması olmuş, Kıbrıs Cumhuriyeti tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Buna rağmen Batı dünyası, tarihi ters yüz eden ahlaksız bir propagandayla, sanki Rumlar adanın egemeniymiş, Türkler de 1974’te adayı “işgal etmiş” gibi bir anlatıyı küresel kamuoyuna servis etmektedir. Bu iddia, tarihsel gerçeklere aykırı olduğu kadar utanmazcadır.

1974’te Türkiye’nin gerçekleştirdiği harekât, bir işgal değil; garantörlük hakkına dayanan, anayasal düzeni yeniden tesis etmeyi ve Kıbrıs Türklerinin varlığını korumayı amaçlayan meşru bir müdahaledir. Egemenliği olmayan bir tarafın “egemenliğinin ihlali”nden söz etmek, tarih bilmezlik değil, bilinçli bir aldatmadır.

İnsanlık, Kıbrıs meselesinde Batı tarafından hâlâ ahlaksızca kandırılmaktadır. Bu kandırmacanın bedelini ise onlarca yıldır Kıbrıs Türkleri ve Türkiye ödemektedir.

Kıbrıs’ı Temsil Eden Tek Devlet” Saçmalığı

Bugün Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, Kıbrıs Adası’nın tamamını temsil eden tek meşru devlet olarak kabul edilmesi, hukuki değil siyasi bir dayatmadır. Ortak devlet fiilen yıkılmış, Türkler silah zoruyla yönetimden dışlanmış, iki halkın eşit ortaklığı ortadan kaldırılmıştır.

Buna rağmen Rum yönetimi, adanın tamamını temsil ettiği iddiasıyla uluslararası platformlarda muhatap alınmakta, Türk tarafı ise yok sayılmaktadır. Bu durum, Kıbrıs meselesini çözmek bir yana, çözümsüzlüğü kalıcı hale getiren temel unsurdur. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin bu tabloya itiraz etmesi gayet meşrudur.

Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Hatası

Sorunlu bir coğrafyada, sorunlar çözülmeden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği’ne tam üye yapılması ise başlı başına stratejik bir akıl tutulmasıdır. Bu karar, Kıbrıs meselesini çözüm masasına taşımak yerine, Rum tarafının uzlaşmazlığını ödüllendirmiştir.

AB, tarafsız bir arabulucu olma iddiasını bu kararla tamamen kaybetmiştir. Rum yönetimi artık uzlaşmak zorunda değildir; çünkü AB üyeliğiyle eline veto ve baskı araçları verilmiştir. Sonuç olarak Kıbrıs sorunu dondurulmamış, aksine kronikleşmiştir.

Bu tablo karşısında Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin Batı’ya güven duyması beklenemez. Müttefiklik, adalet duygusunu tamamen yitirdiğinde, geriye yalnızca güç mücadelesi kalır.

Avrupa’daki Türkler ve Kırılan Güven

Avrupa’da yaşayan milyonlarca Türk, bu çifte standartları birebir tecrübe etmektedir. Vergisini verdiği, askerlik yaptığı, güvenliğine katkı sunduğu ülkelerin, Türkiye söz konusu olduğunda sessiz kalması ya da karşı cephede yer alması, aidiyet duygusunu zedelemektedir.

Bu insanlar, NATO’nun Türkiye’ye yönelik tutumunu gördükçe şu soruyu sormaktadır: Bizi tehdit edenlere silah verenlerle nasıl müttefik olunur?

Sonuç: Güven Talep Edilmez, İnşa Edilir

Evet, NATO içsel bir kriz yaşamaktadır. Türkiye-Rusya ilişkileri bu krizi görünür kılmaktadır. Ancak bu tablonun sorumluluğunu yalnızca Türkiye’ye yüklemek, gerçekleri çarpıtmaktır.

Türkiye, yıllardır güvenlik kaygıları yok sayılan, terörle mücadelesi sabote edilen, müttefiklik hukukuna aykırı uygulamalara maruz kalan bir ülkedir. Bu şartlar altında alternatif arayışlara yönelmesi kaçınılmazdır.

Asıl soru şudur: Türkiye NATO’ya neden güvenmiyor?

Bu soruya dürüst bir cevap verilmeden yapılan her analiz eksik, her eleştiri haksız, her stratejik değerlendirme ise sakattır. Güven tek taraflı olmaz. Türkiye’den sadakat bekleyenlerin, önce müttefik gibi davranmayı öğrenmesi gerekir.

Ünal GÜL