Yarın Kıbrıs Barış Harekâtının 41nci yıldönümü. Anadolu jeopolitiğinin Cumhuriyet tarihindeki en büyük kazanımına neden olan bu harekat sonrasında küresel hegemonya, Türkiye’yi çeşitli şekillerde cezalandırdı. Önce Ermeni terörü hortladı. İlk eylemini harekattan 1 yıl önce yapan Ermeni terörünün şiddet ve kapsamı artırılarak Asala isimli kanlı terör örgütü kurduruldu. Sonra ambargo geldi. 5 Şubat 1975 ile 26 Eylül 1978 arasında Türk Silahı Kuvvetlerine karşı uygulanan ABD silah ambargosu ile silah ve yedek parça akışı tamamen kesildi. Hava Kuvvetlerinin jetleri ile Deniz Kuvvetlerinin muhrip ve denizaltılarının harbe hazırlık durumları dibe vurdu. Ancak bu zor dönemden çıkardığı dersler Deniz Kuvvetlerinin silahlanma stratejisini olumlu yönde ve derinden etkiledi.
Kıbrıs sonrası Donanmanın ABD Bağımlılığı azaltıldı. 1974 yılında, Türk Deniz Kuvvetlerinin TCG Berk refakat muhribi hariç, tüm muhrip ve denizaltıları ABD yapımı idi. Kullanılan silahlar ve gemilerin Gölcük Tersanesinde yapılan planlı bakım ve onarımları için gerekli malzemeler yüksek fiyatlarla ABD’den ithal ediliyordu. Silah ambargosunun cihaz ve sistemlerin idamesinde yarattığı güçlükler, başta ulusal yeteneklerin kullanılmasını ve modernizasyon için başka ülkelere yönelişi gerekli ve kaçınılmaz kılmıştı. Aslında kuruluğundan itibaren Türk Deniz Kuvvetlerinin gönlünde yatan aslan, kendi gemisini ve silahını ulusal olanaklar ile yapmaktı. Osmanlıdan kalan endüstriyel mirasın yokluğu göz önüne alındığında bu hedefe erişim kolay bir süreç değildi. 1946 sonrası ABD ile stratejik yakınlaşmanın başlaması ve Truman Doktrini ile Marshall Planının devreye girmesinden sonra bu hedefe erişim çok daha zorlaştı. 12 Temmuz 1947 tarihinde imzalanan “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Antlaşma” sonucu hibe yolu ile çok genç yaştaki muhriplerin ve denizaltıların temini ve bu modern platformları denizcilerimizin çok kısa sürede etkinlikle kullanması, kalkınma hamlesi içinde olan Cumhuriyetin, bütçesine yük olmadan Deniz Kuvveti geliştirmenin en maliyet etken yolu olarak ortaya çıkmıştı. Daha doğrusu Genelkurmay Başkanlığı, Deniz Kuvvetlerine bunu haklı gerekçelerle dayatmıştı. Diğer taraftan Deniz Kuvvetleri 1967 yılında kendi olanakları ile Berk sınıfı refakat muhribi projesine başladıysa da bu başarılı proje çeşitli dayatmalarla ikinci gemiden sonra durduruldu. Eğer bu projeden her şeye rağmen vazgeçilmemiş olsaydı, MİLGEM sınıf korvetlerimizi 2011 yerine, 80’li yıllarda tamamlamış olabilirdik.
Ulusal Savunma Sanayi Esastır. 1975 Şubatında, ABD ile stratejik ortaklığın ulusal çıkarlar söz konusu olduğu takdirde ambargo ve değişik kısıtlayıcı tedbirler ile donanmanın hareket serbestîsini kısıtladığı çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. İki yol vardı. Ulusal savunma sanayiini geliştirmek veya Avrupa pazarından faydalanmak. Deniz Kuvvetleri her iki yolu da benimsedi. Her ne kadar azami yerli katkıyı hedefleyen ulusal yol için, 2000’li yılları beklemek gerektiyse de, Alman firmaları ile Türkiye’de ve Almanya’da firma lisansları altında inşa edilen “Doğan/Rüzgâr/Kılıç“sınıfı hücumbotlar, MEKO 200 Track I/IIA/IIB sınıfı fırkateynler, “Ay/Preveze/Gür” sınıfı denizaltılar ve “Aydın” sınıfı mayın avlama gemileri ile ABD kaynaklı gemiler arasında dengeli bir yapılanmaya gidildi ve teknoloji transferi yapıldı. Bu transferler ve tecrübe birikimi, yurtdışında yüksek lisans ve doktora yapan deniz subayı mühendislerimizin yetenekleri ile birleşince 21nci yüzyıl başındaki teknolojik sıçrama mümkün olabildi.
Donanma AR/GE kuruyor. TCG Kocatepe’nin batması esnasında yaşanan hava savunma zafiyetinin giderilmesi için ek uçaksavar toplara ihtiyaç duyuldu. Bu toplara ekonomik bir atış kontrol sistem arayışı, üretime katkıda bulunma fırsatını bekleyen yenilikçi genç denizci mühendis subaylara istenen özelliklerde bir sistemin geliştirilmesine olanak sağladı. Böylece günümüzün ARMERKOM’u (Araştırma Merkezi Komutanlığının) başlangıcı sayılan Gölcük Tersanesi Proje Geliştirme Baş Mühendisliğinde SAPAN Atış Kontrol Sisteminin ulusal olanaklarla geliştirilmesine başlandı. Arkası geldi. MİLGEM bu sürecin şimdilik en önemli katma değeri oldu. (Bu arada bir hatırlatma yapalım. Kumpas davalarla en çok hedef alınan deniz subayları arasında mühendislerimizin olduğunu hatırlatalım.)
Vakıf Firmaları Oluşturuldu. Diğer yandan Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası maruz kaldığımız ABD ambargosunun en önemli sonuçlarından birisi de Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfının ve bu vakıf kanatları altında kurulan Aselsan, Havelsan ve Roketsan gibi ulusal savunma sanayi firmalarının kuruluşunu tetiklemiş olmasıdır. Bugün söz konusu firmalar dünyanın önde gelen firmaları arasında yerini almaktadır. Ancak bu noktada bir eleştiri de yapalım. Bu süreç içinde Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfının kapatılmış olması da Türkiye’nin denizcileşmesine büyük zarar vermiştir. Bu vakıf sadece Donanmanın gelişimi için maddi kaynak toplamıyor aynı zamanda donanma ve denizciliğin Anadolu’da tanıtımını yapıyordu. 1987 yılında kapatılmasından sonra bu olanak ortadan kalkmış oldu. Anadolu’da bugün denizden ücra köşelerde tek bir savaş gemimizin resmini bile göremezsiniz. Halbuki vakfın maddi kaynaklarının büyük bir bölümü TSK Güçlendirme Vakfına aktarılıp, ismi Donanma Vakfı olarak değiştirilip Anadolu’daki denizcileşme gayretlerine destek olabilirdi.
Toplumsal ortak irade ve dayanışma gerekliliği. Kısacası Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında yaşananlar ulusal savunma sanayinin gelişimine önemli katkı sağlamıştır. Ancak bu harekattan çıkarılacak en büyük ders milli bir dava uğruna Türk milletinin çelik bir irade ile bütünleşmesi ve gerektiğinde ekonomik zorluklara katlanabilecek toplumsal dayanışmayı göstermiş olmasıdır. Bugün eksik olan budur.
Cem Gürdeniz