Bab-ı Ali Gazeteciliği önemli bir ismi, duayen foto-muhabiri Garbis Özatay’ın yasını tutuyor. Dün Kadıköy Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nden son seferine uğurlanan Garbis Özatay’ı yakın dostları kaleme aldıkları yazılarıyla anlattı, başarılarını övdü. Ben ise 50 yılı aşkın dostum, arkadaşım Garo’yu “bıçkın” gazeteciliğinin yanı sıra hayatından bilinmeyen kesitleri aktararak anmak istiyorum.
Hiç aynı yerde çalışmadık ama 50 yılı aşkın dostum, meslekdaşım Garbis Özatay ile pek çok olayda, haberde yan yana, omuz omuza, “dirsek temas aralığında” idik…
Yukarıda “Bab-ı Ali Gazeteciliği” deyimini kullandım, zira gazetecilik, gazetelerin Cağaloğlu’ndan uzaklaşarak plazalara taşınması, sahiplikleri ise gazetecilerden sermayeyi temsil eden kişilere geçmesi ile rotasını bir başka yöne çevirdi.
Bab-ı Ali yıllarında gazetelerin haber merkezleri ve foto-muhabiri kadroları güçlü isimlerden oluşuyordu ve “atlatma” dediğimiz “rakiplerde olmayan” haber ve fotoğrafları “yakalama” ve “fark yaratma” çabası ön plandaydı. Garbis Özatay bu alanda “istisnai” isimler arasındaydı. Ne yapıp eder, mutlaka “farklı” bir kare yakalamayı başarırdı.
NTV’nin yayınladığı vefat
haberindeki bu fotoğrafın
45 yıllık bir mazisi var.
Tarih 20 Temmuz 1979.
Gölcük Tersanesi’nde inşa
edilen, dönemin Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk tarafından
TCG Yıldıray (S-350) adı verilen
ilk Türk denizaltısının suya
indirme töreni. Yukarıdaki
fotoğrafı ben, yandaki
fotoğrafı da Garbis çekmişti…
– NTV’deki haber >>
ATI BARDAKTAN SU İÇERKEN FOTOĞRAFLADI
Örneğin İtalyan film ekibinin Sultanahmet’teki çekimleri tüm gazeteler için o günlerde “önemli bir haber” olarak görülmüş, muhabir ve foto-muhabirleri Sultanahmet’e yığılmıştı. Kimi özel röportajlarla meslektaşlarını “atlatmaya” çalışırken “atlatıldıklarını” ertesi günü Milliyet Gazetesi’nin ana sayfasında Garbis Özatay imzalı fotoğrafı gördüklerinde öğrenmişlerdi.
Garbis, çekimde kullanılan atın önüne bir bardak su koymuş, at da bardaktan su içerken bu anı görüntülemiş, “sıcak atı da bunalttı” demişti…
Kısaca o zamanlar muhabirler ve foto-muhabirleri için her gün adeta bir sınavdı. Sabah ilk olarak gazeteler açılır, durum anlaşılır ve “atlayanlar”, “atlatanı” arayıp tebrik ederlerdi. Bugünkü gibi bir konuda her gazetede aynı fotoğraf yer almaz, “ayıp” sayılırdı.
Günlerden bir gün bu usta gazeteci fotoğrafın tanımını şöyle yapmıştı:
“Fotoğrafta gerçek ne ise odur. Bunu farklı şekilde göstermeye çalışmak mesleğine ve kendine saygısızlık olur. Okuyucu gazeteyi alsın, fotoğrafa baksın ve altındaki yazıyı okumaya ihtiyaç duymasın, benim için fotoğraf budur.”
Gazetecilik yaşamı boyunca Garbis, tarihe mal olan çok sayıda olaya “atlatma” olarak imza attı, bu fotoğrafları ile ödüller kazandı. Bunları burada tekrar anlatarak yazımızı uzatmayalım. Merak edenler, paylaştığımız adreslerden ya da yazının ekindeki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı metinden bunların ne olduğunu öğrenebilir.
– Kardeşim Garbis Özatay! >>
(Nazım Alpman iş arkadaşı Garo’yu anlatıyor)
– Garbis Özatay’a veda: “Fotoğraf konusunda inatçıyımdır” >>
(Agos Gazetesi Aramis Kalay’ın röportajı)
KUYUMCU HASSASİYETİ...
Uzun yıllar Milliyet Gazetesi’nde birlikte çalıştığı Nazım Alpman, kaleme aldığı ve “Kardeşim” dediği Garbis Özatay’ın fotoğraf çekiminde bir “kuyumcu hassasiyeti” ile çalıştığını belirtiyor. Bu çok doğru bir deyim, zira Garo’nun (Garbis Özatay) gazetecilikten önceki mesleği kuyumculuktu.
Bir ara yaşadığı haksızlıkları hazmedememiş, “kayış kopup kasnak boşa dönmeye başlayınca” gazeteciliği bırakarak Kadıköy Altıyol’daki küçücük atölyesinde “eski mesleğine” dönüş yapmıştı.
Ama gazetecilik insanın kanına, ruhuna işleyen “mazohist” bir meslek. Ne kadar direnirseniz direnin ondan çok da uzak kalamıyorsunuz.
Yunanistan’la ilişkilerin gerildiği 1996’daki Kardak krizi sırasında kayalığa bayrak diken SAS komandolarını kiraladığı sürat teknesi ile çevredeki askeri gemilerin ablukasını yararak geçip fotoğraflamayı başardı.
Garbis Özatay kendisine ödül kazandıran bu fotoğrafı anlatırken, “Bir askerin kayalıklara doğru tırmandığını gördüm. Atatürk’ün Kocatepe’deki görüntüsüne benziyordu. Öyle bir görüntü yakaladım” demişti. (üstte)
1951-1952 yıllarında tahta çıkan, daha sonra akıl hastası raporuyla indirilen Ürdün Kralı’nın İstanbul Ortaköy’deki Şifayurdu’nda olduğunu öğrenen Garo, bir kömür kamyonunun kasasında hastaneye girmiş, ağaçların arasına saklanmış ve sabah ezanını balkona çıkıp esas duruşta selamlayan Talal bin Abdullah’ı böyle görüntülemişti. Dünya basınında geniş yer bulan bu fotoğrafın ardından Kral apar topar ülkesine geri götürülmüştüü. (yanda)
FOTOĞRAF USTASI GOCUNMADI TAKSİ ŞOFÖRLÜĞÜ BİLE YAPTI
Nitekim Garo, bir süre sonra geri döndü. Ama bu kez de “finansal dar boğaz” ile karşılaşmıştı. Gocunmadı, gündüz foto-muhabirliğini sürdürürken geceleri de bir arkadaşının desteği ile “taksi şoförlüğü” yapmaya, böylece bütçesindeki açığı kapatmaya çalıştı.
Şimdi o başarılarını övüyor, aldığı ödülleri anlatıyor ve “mesleğinin duayeni” diyoruz ya, bugün “Medya” olarak adlandırdığımız dünya onu “taksi şoförlüğü” yapmaya mecbur bıraktı. Acaba bunun için utanç duyanlar var mıdır?
Bu satırlar, yalılarda oturan, bolluk ve sefahat içinde yaşayan günümüz gazetecilerine de ithaf olunur…
Ustalığına rağmen mütevazılığı elden bırakmayan, sakin, kızdığı zaman bile öfkesini içine hapsedip sesini yükseltmeyen Garbis aynı zamanda mesleğe yeni başlayanlar için de bir “rol model” idi. Bildiklerini saklamaz, tüm ayrıntıları ile genç gazetecilerle paylaşır, hep “öğretmeye” çalışırdı.
İyi, sevecen ve güvenilir kadim bir dostun vefat haberini almak zor geldi.
Aynı zamanda ilkokul arkadaşım olan eşi Fuli’ye, çocukları Dalida ile Natali’ye, ailesi ve akrabalarına çok daha zor gelmiştir kuşkusuz.
Hepsine sabır ve başsağlığı diliyorum.
Yolu açık ve aydınlık, melekler yoldaşı olsun.
Sevgili Garo, seni çok özleyeceğiz.
Öte alemde buluşan tüm dostlara selamlarımızı götür.
TURKSAIL Haber Linki İçin Tıklayın !
DemirHindi
23 Ağustos 2025 – 17:05