2025 BM Genel Kurulu’nun 80’inci oturumunda yeni dünya düzeni

Dünya, 2025 BM Genel Kurulunun 80’inci oturumunda yakın tarihin en karmaşık jeopolitik dönüşümlerinden birini yaşıyor. Bu dönüşüm tarihsel jeopolitik ve ekonomik kırılma noktalarının varlığı ile şekillenmektedir. Soğuk Savaş sonrası sadece 20 yıl süren tek kutuplu düzen artık yok. Yeni çok kutuplu sistem doğdu. Sorun bu yeni düzenin kabul edilme sürecinin nasıl yaşanacağıdır. Tarih, düzen değişimlerinin daima savaş ve krizlerle şekillendiğini gösterir; 1648 Westphalia, 1815 Viyana, 1919 Versailles ve 1945 Yalta süreçleri bunun örnekleridir. Hepsinde düzen değişikliği yaşanmıştır. Bu süreçler hem jeopolitik hem de ekonomik fay hatlarının kırılması ile gerçekleşmiştir. 30 yıl savaşlarının bitmesi; Napolyon döneminin kapanması, Birinci Dünya Savaşında denize çıkmak isteyen Almanya’nın kıtaya itilmesi; Aynı kaderin İkinci Dünya Savaşında hem Almanya hem Japonya için tekrar etmesi yeni düzenlerin kurulmasını tetikledi. Her dönem önceki dönemin rövanşını yarattı. Aynı döngüler ekonomik alanda yaşandı. Küresel ekonomik kriz ve Almanya’nın ekonomi devi olarak sahnede yerini alması 1910’larda savaş arayışına yol açtı. 1930’larda Büyük Buhran faşist radikalleşme ve yayılmacı politikaları doğurdu. 1960’larda Bretton Woods çatlamaları jeopolitik saldırganlığı körükledi. 1973’te OPEC krizi ile Nixon’ın altın standardını terk etmesi zincirleme reaksiyon ile neo-liberalizmin ve köpük finansın büyümesine ve nihayet 2020’lerde küresel borç krizleri ile milliyetçi popülizm ve çok kutuplu rekabeti hızlandırdı.  Bugün küresel borç-milli gelir oranı tarihsel zirvelerde seyrediyor. Bu koşullar, 1930’lardan daha da kırılgan bir ekonomik temel yaratmaktadır. Bu arada Ukrayna Rusya savaşı devam ediyor. Gazze’de Holokost’tan bu yana en büyük insanlık dramı yaşanıyor. İsrail kayıtsız şartsız soykırım uyguluyor. Her gün onlarca kadın ve çocuk ölüyor. Dünya seyrediyor.

Birleşmiş Milletlerin 80. Oturumu 9 Eylül 2025 tarihinde böyle bir konjonktürde açıldı. Aynı gün İsrail, ABD’nin en büyük hava üssünün olduğu Katar’ın başkenti Doha’da ABD şemsiyesi ve güvencesi altında icra edilecek Hamas-ABD ateşkes görüşmelerinin yapılacağı binaya hava kuvvetleri ile saldırdı. ABD ve İngiltere onayı ve gözetiminde yaşanan bu saldırı Batı Asya’da ve Körfez’deki tüm dengeleri alt üst etti. Bu vahşi saldırıdan 6 gün sonra İsrail sistematik açlık ve soykırım politikası uyguladığı Gazze’yi topyekûn işgal harekâtına başladı. Halen yüzbinlerce Filistinliyi ölüm tehdidi altında Mısır’a doğru güneye göçe zorluyor. 

SÖYLEM VAR EYLEM YOK

BM 80.Genel Kurulu açılışında Genel Sekreter Antonio Guterres insanlık değerlerinin “kuşatma altında” olduğunu ve kurumsal sınırların çatışmalar karşısında zayıfladığını vurguladı. Çoğunluk üye devlet, İsrail-Filistin meselesinin çözümünde iki devletli modelin korunması çağrısında bulunsa da ABD vetosu devam ettiği ve İsrail ABD’den kesintisiz askeri ve siyasi destek aldığı sürece bu hedefin gerçekleşmeyeceğini her üye biliyor. Genel Kurul istediği kararı alsa da Büyük Güçlerin özellikle Güvenlik Konseyi yoluyla gerçek yaptırımlar üretme konusundaki tıkanıklık 80. oturumda daha da görünür hale geldi. Son olarak 18 Eylül’de 80.Oturumun başladığı günlerde Gazze’de koşulsuz ateşkesi ABD veto etti. Kısacası küresel düzene yön veren en önemli kurum perişan bir halde. Perişanlığın temel nedeni onu kuran devletin çöken bir hegemon olarak hukuk temelli dünyayı karşısına alması ve İsrail ile kendi düzenini dayatması. 

BM VE MİLLETLER CEMİYETİ BENZERLİĞİ

Aslında BM’nin bugün düştüğü durum ile II. Dünya Savaşı öncesindeki Milletler Cemiyetinin (MC) konumu arasında dikkat çekici benzerlikler mevcut. Milletler Cemiyeti, 1930’larda İtalya’nın Habeşistan işgali, Japonya’nın Mançurya istilası veya Almanya’nın yayılmacı politikaları karşısında kararlar alsa da bunları uygulatacak askeri-siyasi güce sahip değildi. Neticede İkinci Dünya Savaşı çıktı. 2025 BM Genel Kurulu’nda da Gazze krizi ve diğer küresel sorunlarda sert açıklamalar ve barış çağrıları yapılmasına rağmen, kararların bağlayıcı olmaması ve Güvenlik Konseyi vetoları yüzünden pratik sonuç doğuramaması aynı kurumsal zaafı hatırlatıyor. MC döneminde de fiilen büyük güçlerin desteği olmadan alınan kararların hiçbir ağırlığı yoktu. Bugün BM’de de benzer bir durum var. Milletler Cemiyeti, büyük krizler karşısında işlevsizleşerek “uluslararası kamu vicdanı” rolüyle yetinmek zorunda kalmıştı. BM de bugün aynı sembolik çerçeveye sıkışıyor. 

JEOPOLİTİK GERİLİM VE SAVAŞ

Şüphe yok ki gerileyen hegemon küresel düzen üzerindeki baskısını barış ve istikrar içinde devretmeyecek. Halbuki Büyük BritanyaPax Britannica sonrası gücü ABD’ye kan dökmeden devretmiş ve kolektif batının eski sömürgeci lideri kimliği ile ABD’nin yanında olmuştu. Şimdi durum farklı. Çin ile ABD arasında bu değişim belli ki kansız yaşanmayacak. Bu karmaşaya ayrıca İsrail jeopolitiği eklenmiş durumda. İsrail, kılcal damarlarını ele geçirdiği ABD’nin küresel liderlik krizinde en büyük engellerden birisi durumunda. Küresel çapta büyük güçler arasında gerilim birikimi bugün had safhadadır. Kritik eşiklerin geçilmesi ve tetikleyici kıvılcımın ateşlenmesi ise belirsizliğini korumaktadır. Bunun temel nedenleri arasında nükleer caydırıcılığın büyük güçlerin doğrudan savaşmasını engellemesi diğeri de AB ve Japonya gibi batı etkisindeki refah devletlerinin henüz savaş ekonomisine ve savaş psikolojisine geçmeye hazır olmamalarıdır. Ayrıca küresel ekonomik entegrasyonun derinliği, iklim krizinin yarattığı baskılar, siber savaş kapasitelerinin gelişmesi ve uzay alanının askeri hale getirilmesi, çatışma dinamikleri ile büyük güçlerin geçmiş dünya savaşlarına benzer bir formatta hesaplaşmalarını karmaşıklaştırıyor. O nedenle her büyük ekonomik kriz arifesinde savaşların devamını isteyen hegemonya ve finans kapital oligarşi bulacağı ucuz kan üzerinden rakip büyük devletleri yıpratmaya ve kendi içinde parçalamaya gayret sarf edecektir. Bu süreçte en ciddi diğer bir sorun alanı büyük güçler dışındaki nükleer güçlerin durumudur. İsrail, Pakistan, Hindistan ve muhtemelen İran’ın nükleer kapasiteleri, bölgesel çatışmaların küresel felaketlere dönüşme riskini artırmaktadır. İsrail’in ABD tarafından bilinçli ve iradeli şekilde önlenmeyen saldırganlığı bu riski daha da öteye taşımaktadır. Diğer taraftan askeri ve jeopolitik gerginlikler dışında son 50 yıldır uygulanan doğayı, insanı ve ahlakı yok eden neoliberal kapitalist model sonucu oluşan ekonomik kırılganlıklar, dünyanın her yerinde siyasi radikalleşme ve milliyetçi tepkilerin yükselmesine zemin hazırlamaktadır. Bu kapsamda enerji güvenliği, gıda ve su kıtlığı, büyük güçlerin nadir metallere erişim arzusu da geleneksel güvenlik kavramını genişleterek her devletin “hayati çıkar” tarifini farklılaştırmaktadır. Artık ulusal güvenlik sadece askeri tehditlerle değil, ekonomik bağımlılık, iklim krizi ve kaynak kıtlığı ile de şekillenmektedir. Bu genişletilmiş güvenlik algısı, devletleri daha saldırgan politikalara ve öngörülebilirliği azaltan hamlelere itmektedir. Bu durum yeni savaşların başlatılması için hegemonya ve finans kapital oligarşi tarafından etkinlikle kullanılmaktadır. 

GERİLİM BİRİKİMİ

Yaşadığımız dönemde gerilim artışının temel nedenlerinden ilki Asya’nın 1700’ler sonrası sömürgeci batıya devrettiği küresel ekonomi liderliğinin 300 yıl sonra geri alınmasıdır. Küresel servet ve güç yeniden doğuya kaydı. İkincisi son 220 yıldır dünya okyanuslarının kayıtsız şartsız egemeni olan Anglosakson/AngloAmerikan dünyanın Arktik Okyanusu ile Batı Pasifik’teki kontrolünü kaybetmesidir. Bu durum gerek İngiltere gerekse ABD’nin 220 yıldır üzerine titrediği ‘’Asya ve Avrupa’yı parçalı tut, okyanus/denizlere hâkim ol ve rakipleri çevrele’’ stratejisini çökertmiştir. Çin’in 1990’larda başlattığı reformlar, devasa altyapı yatırımları ve Kuşak-Yol girişimi, ticaretin yeniden Asya merkezli damarlar üzerinden akmasını sağlarken bir savaş durumunda Çin’in Malakka Boğazına bağımlılığın azaltıyor. Çin üretim gücüyle, Hindistan yükselişiyleBRICS ise G7’yi aşarak dünya dengelerini değiştiriyor. Günümüzde Satın Alma Gücü Paritesi (PPP) Çin’in milli geliri (PPP) 40 trilyon USD; Hindistan’ın 20 trilyon USD iken ABD’nin ise 29 trilyon USD seviyesinde. Buna karşın ABD, on yıllarca süren yıpratıcı savaşlarla trilyonlar harcadı, 37 trilyon USD borç kapanına girdi ve teknolojideki üstünlüğünü yitirdi. Bugün ABD’nin askeri gücü 2 cephede savaşı sürdürecek durumda değil. Okyanuslar ve denizler artık Amerikan donanması için Kızıldeniz ve Bab El Mandeb Boğazında yaşandığı üzere güvenli değil. Küresel düzlemde savunma teknolojileri ve asimetrik yetenekler orta ve hatta küçük ölçekli devletlerin bile erişimine açıldı. Askeri gücün erozyonu, Washington’un küresel hegemonya iştahıyla ekonomisinin gerilemesi arasındaki açığı daha da görünür kıldı. ABD, devasa bütçe açığı ve borç stoklarını eritmek için müttefiklerini dahi tarifeler üzerinden cezalandırıyor. 2022’de Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, doların güvenilirliğini sarstı; birçok ülke de-dolarizasyonu acil strateji haline getirdi. Bu yüzden Afrika, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkeleri yani küresel güney BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak için sıraya giriyor. Doların hâkimiyeti şimdiden aşınırken, yuan, rupi ve diğer para birimleriyle yapılan ticaret artıyor.  Küresel finans sahnesinde Çin’in altın teminatlı yuan sistemleriyle hızlanan de-dolarizasyon, ABD dolarının gücünü aşındırırken başta İsrail olmak üzere ABD müttefiklerini finansal açıdan yalnızlaştırıyor. Diğer yandan ABD liderliğindeki kolektif batının sömürgeci kimliğinin artan gerilimi barışla sonuçlandırıp çok kutuplu dünya düzeninde Asya güçlerini eşit şartlarda kabul etmeyeceği bir gerçektir. Dolayısı ile sürekli savaş isteyen finans kapital oligarşinin ABD ve AB ile Çin’i ve en büyük ortağı Rusya’yı askeri tedbirlerle dize getirmek için her yolu deneyeceğini söyleyebiliriz.  

TIRMANMA VE GERİLİM

Bugün yaşanan gerilimlerin en dikkat çekici özelliği, farklı coğrafyalardaki krizlerin eşzamanlı olarak tırmanması ve birbirine eklemlenmesidir. Asya-Pasifik cephesi, 21. yüzyılın güç mücadelesinin nihai sonucunun alınacağı sahne olarak karşımıza çıkmaktadır. BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü‘nün güçlenmesi ve Hindistan‘ın denge politikası, bu bölgeyi küresel rekabetin merkezi haline getirmiştir. Çin’in Tayvan’a yönelik artan baskısı, bu bölgede Çin ile çatışma alanında kritik eşiği geçirebilir. Çinli stratejistlerin önümüzdeki yılları “altın fırsat penceresi” tanımlaması ABD’nin iç siyasi sorunları ile Çin’in askeri güçlenmesinin aynı döneme gelmesinden kaynaklanmaktadır. Çin için en iyi senaryo İsrail ile İran füzeler üzerinden çatışırken, Rusya Ukrayna çatışmasının Rusya Moldova çatışması ile çeşitlenmesidir. ABD mevcut askeri gücü ile Doğu Akdeniz, Körfez, Doğu Avrupa’da oyalanırken Tayvan’a ya da Güney Çin Denizine güç tahsisi çok zorlanacaktır. Bu nedenle Tayvan’a müdahalede büyük olasılıkla ABD, Çin ile doğrudan çatışmaya girmektense başta Filipinler olmak üzere Japonya, Avustralya ve Güney Kore gibi vekillerini kullanabilir. Bu arada Filipinler dışındakilerin refah devleti olmaları nedeniyle Ukrayna modeli içinde hareket edebileceklerini ve kayıtsız şartsız Amerikan vekili olacaklarını kamuoyu baskısı nedeni ile söylemek zordur. Bu gerilim başladığında Kuzey Kore’nin Ukrayna Savaşında Rusya’nın yanında durduğu gibi Çin’in yanında durması da bütün dengeleri alt üst edecek potansiyele sahiptir. Bu süreçte hegemonya için en önemli jeopolitik hedefler Asya’da birliğin önlenmesi, Rusya ve Çin’in kan kaybetmesi ile Çin’in Kuşak ve Yol girişimine dar boğazlar yaratılmasıdır. Bu kapsamda Hindistan-Pakistan rekabeti ve Keşmir sorunu potansiyel bölücü bir alandır. Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru bu bölgede düğümlendiği için Hindistan’ın muhalefeti ve bölgedeki terör riski ciddi sorun kaynaklarıdır.  Orta Asya’da Afganistan çevresindeki güvenlik boşluğu ve radikal örgütler de kara koridorlarının sürekliliğini tehdit etmektedir. Nepal’de örneklenen turuncu devrim benzeri hareketlenmeler de Asya Birliği için risk yaratan alanlardır. 

Batı Asya’da durum İsrail faktörü nedeniyle çok daha karmaşıktır. Orta Doğu’da İsrail–İran çatışmasının tırmanma ihtimali artarken, ABD desteğinin zayıflama riski Netanyahu’yu önleyici saldırıya zorluyor. İran’a yönelik olası saldırılar, Körfez’de deniz güvenliği sorunları, Hürmüz Boğazının kapanma riski ve İsrail-Filistin çatışmasının bölgesel yayılımı kritik eşiklerin geçilmesi ve vekalet savaşlarının şiddetlenmesi için fırsat sunmaktadır. Bu kapsamda Katar’daki İsrail saldırısı ve Suriye’de yaşananlar Türkiye-İsrail-NATO üçgeninde zincirleme reaksiyon riski yaratan alanlardır. Türkiye, Yunanistan Güney Kıbrıs arasındaki kutuplaşmaya artık İsrail de eklenmiştir. Üçlünün arkasında ABD’nin ve AB’nin bulunması ile Doğu Akdeniz’de ve Ege’de sismik/sondaj ve tatbikat gerilimleri artış eğilimine girecektir.  Bu bölgede ABD’nin yüksek çıkarları Pasifik, Arktik ve Rusya cephesindeki kadar büyük değildir. Ancak bu bölgede ABD içindeki İsrail’in çıkarları çok büyüktür. O nedenle Ortadoğu-Doğu Akdeniz karmaşası, çok aktörlü ve çok katmanlı bir kriz matrisi sunmaktadır. İsrail’in saldırganlığının artması sonucu Mısır’ın Camp David sonrası ciddi politika değişikliği, Mısır Türkiye yakınlaşması, Suudi Arabistan’ın Pakistan ile savunma ve nükleer iş birliği arayışı bölgesel jeopolitik dengeleri köklü şekilde değiştirmiştir. Afrika Boynuzu ve Kızıldeniz ile Cibuti ve Somali çevresindeki güç rekabeti de bölgenin kırılganlığını devam ettirmektedir. Yemenli Husilerin İsrail soykırımına karşı yürüttüğü silahlı mücadele deniz ulaştırma rotalarındaki tempoyu bozmuş, İsrail deniz ticaretini Kızıldeniz’de durma noktasına getirmiştir. 

Avrupa cephesinde Baltık-Karadeniz hattı, NATO-Rusya geriliminin en keskin yaşandığı cephe haline gelmiştir. NATO’nun 1999 sonrası bitmeyen doğuya genişleme stratejisi ile ABD ve AB’nin Rusya’yı parçalama girişimleri sonunda 2022 Ukrayna Rusya savaşına neden oldu. Ukrayna’da yenilen ve ucuz Ukraynalı kanını tüketen NATO şimdi Moldova’da ve Kaliningrad üzerinden kışkırtmalarla Litvanya ‘da aynı senaryoyu uygulamaya çabalıyor. Rusya’nın buna karşılık Belarus’a Oreshnik füzesi ile taktik nükleer silahları konuşlandırması, Baltık’ta ZAPAD gibi büyük ölçekli askeri tatbikatları icra etmesi; Polonya’nın nükleer silah talebi gerilimi daha da artırmaktadır. Bu bölgede kritik eşiğin geçilmesi şüphesiz Polonya, Romanya veya Litvanya’da bir Rus uçağının ters bayrak operasyonu ile düşürülmesi olabilir. Zira hem Trump hem Van Der Leyen ve NATO Genel Sekreteri Avrupa devletlerine bu hamle için yeşil ışık yakmıştır. Ancak böyle bir durum yaşansa da 32 üyeli NATO’nun konsensüs ile 5. Maddeyi işletmesi şüphelidir. O nedenle tüm bu senaryolar içinde Moldova halen Ukrayna savaşı modelinin aynısının yani büyük güç Rusya ile vekil devlet savaşırken Avrupa’nın savaş ekonomisine ve psikolojine geçebilmesine olanak sağlayabilir.  Diğer yandan Sırbistan ve Bosna Hersek’teki hareketlenmeler ve ayaklanmalar hegemonyanın bu bölgelerdeki kışkırtma ve sahte bayrak operasyon yeteneklerinin devam ettiğini gösteriyor. 

Yukarıda işaret edilen tüm geleneksel jeopolitik gerilim alanlarına iklim değişikliği, kaynak kıtlığı, demografik baskılar da eklenebilir. Bu dönemde başta Venezüella, Bolivya, Küba ve Nikaragua olmak üzere Güney ve Orta Amerika ile Sahra altı Afrika bölgeleri de yeni çatışma alanları olarak ortaya çıkabilir. Tüm bu gerilimlerin fiili çatışma safhasına geçişleri için 2026-2030 dönemi kritik bir dönem olacaktır. Zira hem hegemonya hem de küresel güney ve direniş ekseni gerek Rusya-Ukrayna savaşı gerekse İsrail-İran çatışması ve İsrail’in vahşi saldırılarından   ders çıkarmıştır. Nihai hesaplaşma için en az 2-3 yıla ihtiyaç vardır. 

AVRUPA BİRLİĞİ CEPHESİ

Avrupa Birliği bugün, geçici olmayan ciddi yapısal bir kriz içindedir. NATO ve AB, askeri kapasite eksiklikleri ve ekonomik kırılganlık nedeniyle kâğıttan kaplan durumundalar.  ABD’nin özellikle Rusya Ukrayna savaşında sorumluluğu devredip yalnızca silah satıcısına dönüşmesi, NATO’da kurumsal çözülmeyi hızlandırıyor. ABD’nin stratejik liderliği, lobi ve bağışçı çıkarlarına dayalı reflekslerle zayıflarken, yeni cephe arayışları (örneğin Venezuela) daha büyük bataklık ihtimalleri yaratıyor. Buna karşılık Rusya, askeri-sanayi kapasitesini 24 saat esasına göre güçlendirerek caydırıcı bir seviyeye çoktan ulaşmış durumdadır. AB, geniş perspektifte Soğuk Savaş sonrası dönemin üç sac ayağı üzerine kurulmuştu. Güvenlikte ABD’ye; enerjide Rusya’ya; üretimde Çin’e bağımlı bir yapı içindeydiler. Ancak bu üçlü ABD müdahalesi ile dağıldı. AB jeopolitik felç dönemindedir.  27 devletli karar mekanizması sayesinde süratli karar alma ve esnama özellikleri yok denecek kadar azaldı. Rusya, Çin ya da ABD hızla politika değiştirebilirken AB sembolik, hedefsiz, sonuçsuz hamlelerle güçsüzlüğünü gizlemeye çabalıyor. NATO ve AB güvenlik mimarisi aşınırken, ABD savunma garantisi verecek durumda değil. AB’nin İngiltere ile askeri kapasitesi yetersizken, stratejik özerklik söylemleri kâğıt üzerinde kalıyor. 3 yıldır devam eden savaşta Rusya’nın üst üste karada ilerleyişini durduramıyorlar. Bu kapsamda AB’nin refah toplumundan güvenlik toplumuna dönüşmesi ve halkın savaşa hazır kıvama getirilmesi için büyük bir tehdide ihtiyaç var. Bu tehdit Rusya olarak seçilmiş durumda. Rusya tehdidi ortadan kalkarsa Avrupa kendi birliğinin bağımsız askeri yapısını kuramaz. Avrupa tek başına Rusya tehdidini de karşılayamaz. Son 80 yılda Avrupa ABD tarafından jeopolitik tembelliğe alıştırıldı. Artık ancak bir şok tedavi ile AB’nin savunmada kendine yeter hale gelmesi beklenebilir. O nedenle Ukrayna’da yenilgiyi kabul etmek ve Rusya ile masaya oturmak son 300 yılın sömürge geleneğine sahip Avrupa’nın küresel arenada lig düşmesi anlamına gelir. Sorun bunun kabul edilmemesinden kaynaklanıyor. Avrupa Birliği, ABD ve Çin tarafından ciddi yenilgiye uğratıldı ve bu durumda günah keçisi olarak AB tarafından Rusya seçildi. Bu kapsamda AB’nin lokomotifi Almanya’nın enerji ve sanayisizleşme krizi AB’nin kaderini olumsuz etkiliyor. AB ya Rusya ile çatışmadan uzak, sınırlara odaklanan bir arada barış içinde yaşama modeline ya da yeniden silahlanmaya yönelip büyük bir savaşa odaklanacak. Eski düzenin geri gelmesi ise artık imkânsız. 

ABD CEPHESİ

ABD Cephesi ABD iki cephede savaşamayacağının bilincinde. Baltık-Karadeniz hattı ile Tayvan cephesinin eşzamanlı etkinleşmesi halinde İsrail’e odaklanmış ABD her iki cephede de yenilir. Ancak ABD’nin bugün için en önemli sorunu iç cephedeki bölünmüşlüğü ve parçalı yapısı. ABD’de üç ayrı grup çatışma ve rekabet halinde. Birinci gruptaki liberal-küreselciler (Soros ağı, Demokrat Parti, AB uyumlu elitler) küresel finans oligarşisini temsil ediyorlar. Diğer yandan Cumhuriyetçilere yakın ikinci grup Siyonist ve Neocon lobi (AIPAC, Netanyahu destekçileri, İsrail yanlısı sağcı ve Evanjelist Hristiyan siyasetçiler) yani ABD’deki İsrail’in temsilcileri. Bu grup İsrail’in güvenliği ve ABD’nin askeri-yayılmacı rolü üzerinden politika üretiyorlar. Bu yapıya hem demokratlar hem cumhuriyetçiler destek veriyor. Üçüncü grup MAGA olarak tanımlanacak ulusalcı gruplar. Trump bu grubun lideri. Cumhuriyetçi Parti bu grubu tam temsil etse de aralarında Siyonistler de mevcut ve aynı zamanda İsrail siyasetine uyumlular. Böylece her birini keskin çizgilerle ayırt etmek zor da olsa liberal-küreselciler küreselci değerlerle, neoconların da içinde bulunduğu Siyonist blok İsrail merkezli jeopolitikle, “MAGA” ise her ikisine de karşı çıkarak ABD iç siyasetini üçlü ve keskin biçimde parçalanmış hale getiriyor. ABD içinde askeri endüstriyel yapının finans kapital ile simbiyotik ilişkisi sürekli savaşları istiyor. ABD veya müttefiklerinin kazanmasının önemi yok. Yeter ki savaşan taraflar ABD Hükümeti dahil borçlansın, silah ve cephane alsın ve çark sonsuza kadar dönsün. ABD’de Charlie Kirk isimli kanaat önderinin öldürülmesi gerçekte bu gruplar arasındaki nefret ve rekabetin de ortaya çıkmasına neden oldu. Her alanda gerileyen ABD, iç dengelerini tamamen toparlayamadan büyük güçlerle doğrudan bir savaşı göze alamaz. 

TÜRKİYE NE YAPMALI?

ABD’nin stratejik önceliklerini Asya Pasifik’e kaydırdığı, Atlantik İmparatorluğu’nun artık küresel hâkimiyetini NATO, İsrail ve AUKUS üzerinden vekâlet savaşları ile ve ucuz kan stratejisiyle sürdürmeye çalıştığı bir dönemdeyiz. NATO şemsiyesinin ABD’nin Avrupa’dan geri çekilmesine bağlı zayıflaması sonucunda Avrupalılar için güvenlik boşlukları doğmaktadır. Aynı boşluklar Türkiye için söz konusu değildir. Zira Türkiye için güvenlik tehditleri ABD, AB, İsrail, GKRY ve Yunanistan kaynaklıdır. Kollektif batı, NATO ve Türkiye’nin durumu Ankara’ya bağımsız caydırıcılık, çok yönlü diplomasi ve altın/yuan bazlı ticaret gibi adımlar, yani stratejik özerklik için fırsatlar yaratıyor. Bu tablo, diğer yandan 21. yüzyılın yeni paylaşım savaşının denizden yürütüldüğünü açıkça göstermektedir. O nedenle her durumda Türkiye’nin ağırlık merkezi Mavi Vatan’dır. Dünya ticaretinin yüzde 90’ı denizlerden akarken, denizlere hâkim olanın küresel düzeni şekillendirdiği gerçeği bir kez daha teyit edilmektedir. Türkiye işte tam bu dönemeçte, eşsiz coğrafyası ve jeopolitik kaldıraçları ile öne çıkmaktadır. Boğazlar rejimi, Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan enerji nakil hatları, TANAP ve TürkAkım gibi koridorlar, MİLGEM, İHA-SİHA atılımları ve Milli Muharip Uçak vizyonuyla desteklenen savunma sanayii özerkliği, ayrıca Mavi Vatan doktrini Türkiye’nin Atlantik ve Avrasya satranç tahtasında elini güçlendiren en önemli stratejik enstrümanlardır. Unutulmamalıdır ki deniz gücünü elinde tutmayan bir yarımada devletinin bağımsızlığı her an sorgulanır. Diğer yandan Avrasya ile Atlantik arasında pusulayı şaşıran bir Türkiye, geleceğini ipotek altına sokar. Avrasya entegrasyonu kontrollü ilerletildiğinde Ankara sadece bölgesel değil, kurucu bir küresel aktör olabilir. Buna karşın tehditler büyümektedir. İsrail’in artan saldırganlığı, NATO’nun 5. Madde uygulamalarındaki muğlaklıkla birleşince Türkiye için öngörülmeyen krizlerin kapısını aralamaktadır. Doğu Akdeniz’de İsrail-Yunanistan-GKRY üçlü savunma ekseni ve Barak MX gibi hava savunma sistemlerinin Kıbrıs’a yerleştirilmesi fiilî temas riskini artırmaktadır. Bugün Ege ve Doğu Akdeniz’de yaşanan her gelişme, Mavi Vatan’ın yalnızca bir doktrin değil, bekamızın denizler üzerindeki adı olduğunu kanıtlamaktadır. NATO’nun evrilen yapısı ile Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS angajmanı arasında sürdürülebilir denge kurmak da her geçen gün daha zorlaşmaktadır. 

İşte tam bu noktada Türkiye’nin önünde üç yol bulunmaktadır. Son 80 yılda olduğu gibi Atlantik ve NATO’ya tam bağımlılık tercih edilirse, Suriye’de ABD çizgisine uyum, İsrail ile gerilimi azaltma, Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan lehine Mavi Vatan’da esneme öne çıkacaktır. Bunun getirisi kısa vadede finansal rahatlama, hükümet üzerindeki hukuki dava süreçleri üzerinde baskı azalmasıdır. Ancak bedeli ağırdır. Sevilla haritasını kabullenme, PYD/YPG’ye tavizler, KKTC’de federal çözüme yaklaşmak bu bedellerin başlıcalarıdır. 

İkinci seçim alanı olarak dengeli çok yönlülük diğer bir seçimdir. NATO üyeliğini sürdürürken ŞİÖ ve BRICS ile kademeli angajman, Türkiye-Pakistan-Azerbaycan-Katar eksenini ölçeklendirme ve konu bazlı ortaklıklarla hareket etme bu modelin temelini oluşturur. Bu sayede Ankara kapsamlı manevra alanına kavuşur, enerji ve ekonomi çeşitlendirmesini başarır, bölgesel liderliğini pekiştirir. Ancak riskleri vardır. Başta güven sorunu vardır. Kritik anda kimin desteğine güvenileceği belirsizleşebilir.

Üçüncü seçenek, Avrasya eksenine tam yönelim, NATO’dan kademeli ayrışma, ŞİÖ tam üyeliği, BRICS+ finans sistemine tam entegrasyon, yuan ve rubleyle ödeme altyapısına geçiş ve Batı tedarik bağımlılığından kopuşu içerir. Getirileri büyüktür: Stratejik özerklik, garantili enerji erişimi, Avrasya’da kurucu ortaklık. Fakat bu yolun bedeli de kısa-orta vadede büyüktür. Finansal şoklar, teknoloji geçiş maliyetleri, hukukî ve kurumsal yeniden yapılanma yükü yaşanacaktır. 

Türkiye’nin cevap vermesi gereken ana sorun alanı temelde siyaset üstü jeopolitik çıkarlarımız karşısında iktidarın ve muhalefetin kısa ve orta vadedeki siyasi çıkarlarının görece durumudur. Bugün Atlantik cephe temsil ettiği ABD’deki tüm siyasi çıkar grupları ve İsrail/AB/NATO birlikteliği ile Türkiye’nin jeopolitik bütünlüğü ve çıkarlarının karşısındadır. Durum bu kadar net ve vahimdir. Türkiye 1945 sonrası ABD ve kolektif batıya bağımlı bir devlete dönüşmüş jeopolitik çıkarlarını 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı hariç daima edilgen bir tutumla korumuştur. Çoğu zaman zig zag çizmiştir. Arık bu dönemin sonuna yani karar anına yaklaşılmıştır. Türkiye en büyük engeli Mavi Vatan ve Kıbrıs cephesinde yani denizde yaşayacaktır. Denize çıkışı olan kukla Kürdistan da neticede dolaylı olarak deniz çıkarlarımızı etkilemektedir. Artık zig zag rotalardan düz bir rotaya geçme zamanıdır.  Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan Montrö’ye, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan Kardak Krizi’ne uzanan milli hafızası bize net biçimde şunu göstermektedir ki denizlerde egemenlik olmadan jeopolitik bağımsızlık mümkün değildir. Bu gerçek ışığında en doğru strateji kolektif batıya direnmekten geçmektedir. Zira direniş olmazsa mutlaka kayıp ve taviz olacaktır. Avrasya yönelişimiz Türkiye’ye hem enerji ve finans kırılganlıklarını azaltma hem de Mavi Vatan’ı koruyarak küresel güç dengesinde bağımsız bir kutup olma imkânı sağlayacaktır.

Türkiye için temel dersler; Batı’ya körü körüne bağlı kalmamak, sahte provokasyonlarla sürüklenen bölgesel savaşlardan uzak durmak ve ekonomik-finansal çeşitliliği güçlendirerek bağımsız caydırıcılık inşa etmektir. Eski düzen hızla çökerken, Türkiye’nin geleceği başkalarının planlarına mahkûm olmamak için kendi stratejik aklını kurmasında yatmaktadır. Aksi halde, savaş ve çöküş girdabına kapılmak kaçınılmaz olur.

Cem Gürdeniz