Tarihte bazı devletler kılıçla, bazıları devrimle, bazıları ise borsada dış güçlerin yatırım hesaplarıyla kurulur. Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC kılıçla kurulmuştur. 19 ve 20.Yirminci yüzyıllarda halkların değil, yatırım fonlarının devlet kurduğu örnekler içinde Yunanistan, İsrail ve Körfez monarşileri sayılabilir. Hepsi, Batı hegemonyasının enerji-güvenlik-finans üçgeni içinde “suni devletleşme” örnekleri sunar. Bu yüzden bugün bölgede yaşanan çatışmalar, ulusların değil, sermayenin çıkar savaşlarıdır. KKTC ve Türkiye’nin güvenlik ve jeopolitiğini doğrudan etkileyen Yunanistan ve İsrail, tarih sahnesine ulusal iradeden çok, hegemonik finans merkezlerinin ve enerji kapitalizminin borsasında “jeopolitik hisse senetleri” olarak çıkmıştır. Bugün kılıçla kurulan Türkiye ve KKTC, küresel finans kapital ve hegemonya himayesinde borsada kurulan iki devletin daha doğrusu onları yöneten iradenin tehdidi altındadır. Yunanistan 19. yüzyılda Londra ve Paris bankerlerinin borç piyasasında doğdu; İsrail ise 20. yüzyılda Yahudi banker Rothschild finans ağının, İngiliz İmparatorluğu’nun ve daha sonra Amerikan petrol-kapital sisteminin doğrudan bir ürünüdür. Anglosakson Hegemonya bugünün İsrail ve Yunanistan üzerindeki devletleşme modelinin sahibidir. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin 2004 yılında AB’ye alınması da benzer şekilde borsa, dolayısı ile finans kapital sistemin bir kararıdır. GKRY 2004 sonrası Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını örselemek ve deniz diplerindeki doğal gaz rezervlerine küresel hegemonya adına vekillik yapmak üzere Kıbrıs Cumhuriyeti Kurucu Anlaşmalarına aykırı şekilde AB üyesi yapılmıştır. Finans kapitale teslim olmuş dönemin Ankara Hükümeti ve Hariciyesi bu girişime sadece sessiz kalmamış, Annan Planına evet diyecek kadar jeopolitik öngörü eksikliğinde hareket etmiştir. Tarihte bunun örneği yoktur.
YUNANİSTAN: BORÇLA KURULAN BİR DEVLETİN HİKAYESİ
Yunanistan, 1821 isyanından hemen sonra bağımsızlık mücadelesini sürdürürken, Avrupa bankalarının verdiği kredilerle doğdu. Avrupa 1800’lerin başında Birinci Sanayi Devrimini başarmış, Pax Britannica paralelinde hegemonyasını ilan etmiş ve Avrupalı kimliğinin konsolidasyonu zamanı gelmişti. Avrupalının tarifinde Roma Hukuku, Hristiyanlık ve Yunan Felsefesi üçlüsü yaratılmıştı. Türkler ile Avrupa arasında bir sınır çizilmeli ve Orta Çağda kalan Osmanlının parçalanarak hegemonyanın sömürgesine dönüşmesi için Balkanizasyon başlatılmalıydı. Bu sürecin iki başat aktörü İngiltere ve Çarlık Rusya’sı oldu. 1821 sonrası başlayan isyan sonrasında Yunanistan’ın kuruluşuna destek için Yunan Hükümetine verilen geçici 3 milyon pound civarındaki borç üzerine Londra borsasında 1824 ve 1825 yıllarında hisse senetleri çıkarılmıştı. 1827’de karada Türk ordusu ayaklanmayı bastırdığında hisseler düşme yaşadı ve Kraliyet Donanması Rusları ve Fransızları yanına alarak savaş ilan etmeden Pilos/Navarin’de demirli bulunan Osmanlı- Mısır karma deniz filosunu yaktı. İyon Denizinde Osmanlı deniz gücü varlığı artık büyük yara almıştı. Navarin baskını sonrası Yunan hisseleri 1830’da tavan yaparak İngiltere’de yeni zenginler türedi. Mora’da başlayan isyan kuzeye yayıldı ve büyük Türk katliamları yaşandı. Bu süreçte Ege’de Kiklat Adaları kaybedilmiş, adaları geri alacak ve koruyacak donanma olmadığından 15. Yüzyılda başlayan mutlak Türk egemenliği adalar cephesinde ilk darbesini almıştı. Yunanistan’a kurulduğu yıllarda milli gelirinin %120’si civarında borç verilmesinin sebebi buydu. Verilen borcun da sadece İngiltere’den her çeşit silah, cephane ve üniforma satın almak için kullanıldığını ekleyelim. Yunanistan bu finansal kaynağı Pan Helenizm, Ortodoks Hıristiyanlık inancı ve Türk düşmanlığı ile şekillenen milli yüksek stratejik hedefi olan Megali İdea (Büyük Fikir) çerçevesinde kullandı ve 1830’dan günümüze kadar devam eden kumarda kazanılmış vekil bir devlet olarak emperyalizme hizmet etti. Sürekli topraklarını genişletti. Diğer yandan borçlanma, Yunan devletinin genetik koduna işlendi; Yunan bağımsızlığı, borsada ülke kurma geleneğinin ilk denemesi oldu. Yunanistan’ın 20. yüzyılda NATO üyeliği ve ABD üsleriyle, 21. yüzyılda AB’nin mali vesayetiyle bu bağımlılık zinciri hiç kırılmadı. 2010’daki Yunanistan borç krizi, sadece ekonomik bir çöküş değil, devletin “borsa kaynaklı kurulumunun” tarihsel sürekliliğiydi. O yıllarda AB ve özellikle Almanya tarafından aşağılanan Yunanistan, rotasını 2019 sonrası ABD vassalı olarak devam ettirdi. Dedeağaç ve Girit Suda üsleri dışında pek çok üssünü, silahsız statüdeki adaları dahi ABD askeri gücünün kullanımına açtı. Bu süreçte Türkiye’nin Mavi Vatan çıkarlarını korumasını büyük bir tehdit olarak kullanarak İsrail ile askeri iş birliği dahil her alanda ittifak kurdular. Bugün Gazze’deki soykırımı bile eleştirmeyen bir hükümete sahipler.
BRİTANYA, PETROL VE İSRAİL’İN KURULUŞU
Yunandan 148 yıl sonra borsada yani kapitalizmin bataklığında kurulan diğer ülke İsrail’dir. İsrail’in devlet olarak ilanı 1948’dir, ancak devletleşme süreci 19. yüzyıl sonlarında ikinci sanayi devriminden sonra başlamıştır. Petrolün stratejik öneminin ortaya çıkması, Hint yolunu kısaltan Süveyş Kanalının açılması, İngiliz ve Alman donanmalarının kömürden petrole geçmeye başlaması, Almanya’nın kıtadan denize çıkması ve genişleme içine girmesi ancak en önemlisi Berlin Bağdat Hicaz demiryolu projesiyle (tıpkı bugünün Çin Kuşak ve Yol Projesi gibi) enerjiye erişimde İngiltere’ye rakip olması İsrail’in kurulmasına, gerek kapitalist gerekse jeopolitik perspektifte katkı sağladı. Petrol, yalnızca enerji değil aynı zamanda finansal egemenlik aracına dönüştü. Kapitalizmin en büyükleri Rothschild ve Rockefeller gibi aileler 19. yüzyıl sonundan itibaren, petrol ve banka sermayesini tek bir eksende birleştirdiler. Böylece, sonuçları bugüne kadar katlanarak gelen “doğal kaynak-finans-siyaset” üçgeninin temelleri atılmış oldu. Savaş gemisi yani Kraliyet Donanması Britanya hakimiyetinin esası idi. Petrolün savaş gemilerinde kullanımına geçilmesi jeopolitiği değiştirecek bir gelişmeydi. 1912’de Churchill şöyle diyordu: “Britanya donanmasının kaderi, petrolün damlalarına bağlıdır.” İngiltere, petrol tedarikini güvence altına almak için 1914’te Anglo-Persian Oil Company’nin (bugünkü BP) %51 hissesini devlet adına satın aldı. Böylece İran petrolleri, doğrudan Kraliyet Donanması’nın stratejik yakıt kaynağı haline geldi. Almanya’nın Berlin–Bağdat hattı ile Orta Doğu’ya yönelmesi ve İngiltere’nin İran’a yerleşmesi, I. Dünya Savaşı öncesi dönemin enerji-jeopolitik zeminini oluşturdu. Diğer yandan Siyonizm’in kurumsal biçimde doğduğu yıllarda (1897 Basel Kongresi), bu sermaye yapıları Londra ve Viyana merkezli olarak dünya finansını yönlendiriyordu. Theodor Herzl’in 1896’da yazdığı Der Judenstaat (Yahudi Devleti), bir yandan Avrupa’daki antisemitizme tepkiydi ama diğer yandan emperyal stratejik bağlamdan bağımsız değildi. İngiltere, özellikle 1900’lerden itibaren Filistin’de bir Yahudi yerleşimini Osmanlı’nın çöküşü sonrası petrol koridorunu kontrol etme aracı olarak görmeye başladı. 1916 Sykes–Picot Anlaşması, Osmanlı topraklarının enerji hatları üzerinden parçalanmasını öngören bir projeydi. Bu paylaşımda amaç, Ortadoğu’yu etnik ya da dini gerekçelerle değil, petrol ve deniz yollarının kontrolü üzerinden yeniden düzenlemekti. Ardından gelen 1917 Balfour Deklarasyonu, bu uzun sürecin ürünüdür. Bu deklarasyon İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un Yahudi sermaye devi Rothschild’e yazdığı mektupta belirttiği üzere yalnızca dini ya da insani değil arka planda petrol ve Süveyş merkezli imparatorluk stratejisinin bir parçasıydı. Kısacası Filistin’deki devlet Yahudi halkı için bir “yurt” vaadinden çok, İngiliz sermaye hegemonyasının finansal mühendislik belgesi, aynı zamanda City of London’ın enerji temelli yatırım planının parçasıdır. Siyonizm, bu noktada ideolojik bir hareketten çok, İngiliz imparatorluk kapitalizminin ve Londra Borsasının özel şirketidir.
TRUMAN VE AMERİKAN YÜZYILI
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya hegemonu Londra’dan Washington’a değişti. İsrail’in koruyuculuğu görevi onu kuran İngiltere’den Truman dönemi ile ABD’ye geçti. Birinci Dünya Savaşı İsrail’in tohumlarının Filistin topraklarına atılmasının başlangıcıysa İkinci Dünya Savaşı da tohumun meyve vermesiydi. 1948’de İsrail’in Avrupa kökenli Eşkenaz Yahudileri tarafından laik bir devlet olarak kuruluşu, yalnızca bir ulusal kurtuluş hareketi değil, enerji ve finans hakimiyetinin Anglo Sakson dünyada kansız el değişimidir. ABD Başkanı Harry S. Truman’ın önceki Başkan Roosevelt aksine 1945 sonrası İsrail’i tanıma ve destekleme kararı, tamamen petrol ve Batı Asya kontrolü ekseninde şekillenmiştir. ABD, 1948 sonrası Süveyş’ten Basra Körfezi’ne uzanan enerji damarının “kilit taşı” olarak İsrail’i tasarladı. Rothschild sermayesinin yerini Exxon, Standard Oil, Chase Manhattan ve Federal Reserve bağlantılı ağlar aldı. Böylece İsrail, tıpkı 19. yüzyılda Yunanistan’ın Londra bankerleriyle kurulduğu gibi, Washington’un “jeopolitik borsasında şekillenmiş” bir devlete dönüştü. İsrail, 1948 sonrası ABD jeopolitiğinin Kuzey Afrika ve Batı Asya’daki en önemli ileri karakoluna dönüştü. İsrail dönemin Amerikan devlet başkanı J.F.Kennedy ’nin açık itirazına rağmen Fransa desteği ile 1950’lerin ikinci yarısında nükleer devlete dönüştü. Aynı yıllarda Orta Doğu’dan gelen Mizrahiler (doğulular) ve Sefaradlar (İspanya Yahudileri), sisteme alt sınıf olarak girdi. Doğulu ve geri görülerek eğitim, ordu ve bürokrasiden dışlandılar. 1973 Yom Kippur savaşında İsrail ABD tarafından yıkımdan kurtarıldı. Aynı yıl yaşanan OPEC petrol krizi sonrası Körfez monarşileri ABD’nin tam kontrolüne alındı. Bu kontrolde İsrail çok önemli role sahip oldu. 1977’de dinci ve milliyetçi Likud’un iktidara gelişiyle İsrail hızla kimyasını değiştirdi. Yıllarca aşağılanan Mizrahiler, Likud aracılığıyla devletin merkezine yerleşti. 1979’da İran’ın kaybı üzerine ABD bölgedeki duruşunu askeri ve siyasi baskı seviyesinde güçlendirdi. 1980’de Carter Doktrini ilan edildi. 23 Ocak 1980’de Kongre’de yaptığı konuşmada Başkan Carter şu tarihi ifadeyi kullandı: “Basra Körfezi bölgesinin kontrolünü ele geçirmek için yapılacak herhangi bir dış güç girişimi, Amerika Birleşik Devletleri’nin hayati çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak değerlendirilecektir. Bu saldırı, her türlü araçla, askerî güç dahil, engellenecektir.” Carter doktrininde en önemli görev şüphesiz İsrail’e verildi. 1980 Carter Doktrini, ABD’nin Körfez’i askerî çıkar alanı ilan ettiği andır. O tarihten itibaren İsrail, bu Amerikan stratejisinin ana üssü oldu. Reagan döneminde Evanjelist sağ ile dinci milliyetçi Likud ideolojisi birleşti. Kutsal toprakların Tanrısal kaderi söylemi, petrol güvenliğiyle el ele vererek yeni bir dini-neoliberal jeopolitik üretti. Bugün Netanyahu’nun Washington’daki en güçlü dayanağı bu ittifaktır. Amerikan Evanjelizmi İsrail’in saldırgan kimlik siyasetini “teolojik güvenlik” olarak kutsallaştırdı. Gazze’de uygulanan soykırımın ideolojisi budur. ABD’nin Körfez’deki çıkarlarını koruyan, Sovyet veya İran etkisine karşı örtülü nükleer caydırıcılık sağlayan İsrail, aynı zamanda askeri kapasitesi olmayan Körfez monarşilerinin rejim güvenliği için dolaylı güvence oluşturuyordu. İsrail soğuk savaş boyunca hem Sovyet yayılmasına karşı Batı’nın ileri karakolu, hem de Amerikan enerji şirketlerinin “doğal güvenlik sigortası”, hem de ABD aleyhindeki devletlere karşı emperyalizmin şiddet uygulayıcı gücüydü. İsrail, ABD için yaptığı hizmetlerin karşılığını soğuk savaş sonrası kendi jeopolitik hedeflerine erişim için ABD silahlı gücünü kullanarak aldı. Bunu Siyonizm, neoconlar, AIPAC, Evanjelist Kilise, finans kapital oligarşi ile Yahudi sermayesine bağımlı teknolojik devleri ile başardı. 1990’lar sonrası Doğu Akdeniz’de zengin doğal gaz yataklarının keşfinden sonra bölgenin önemi üç boyutta arttı. Süveyş Kanalının kontrolü; Akdeniz doğal gazının Rus doğal gazına alternatif oluşturma potansiyeli ve İsrail’in büyümesi için fırsat. 11 Eylül 2001 sonrası neocon jeopolitiği tamamen İsrail’e hizmet etti. Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye’de rejimler ve sınırlar değiştirildi. İsrail ile Filistin/Gazze açıklarındaki doğal gaz kaynaklarının zenginliği ile Büyük İsrail siyasetinin buluşması Filistin’de son 2 yıldır yaşanan soykırımın kapısını açtı. İsrail 1996’da Amerikan neoconları ile yazdığı Clean Break (Temiz Ayrılış) raporunu harfiyen uygulamaya koydu. Diğer yandan Amerikan ve Avrupa ateş gücünün 3 yıldır süren Ukrayna Rusya savaşında gerilemesini görerek, Çin karşısında Amerikan gücü Pasifik’e kaydırılmadan direniş eksenindeki en önemli ülke olan İran’da rejim değişikliği ve nükleer kapasitesinin yok edilmesine yönelik girişimlerini artırdı. ABD İsrail’in her hamlesinde her zaman yanında durdu ve böylece ABD de dünya milletleri içinde itibar kaybetti. İsrail 13 Haziran 2025’te İran’a saldırdı. 12 günlük savaşın son 4 gününde büyük karşı darbeler alınca ABD Başkanının ateşkesi sağlamasını istemek zorunda kaldı. Bu satırlar yazılırken dünya Trump’ın Gazze için sahte barış planı ile oyalanıyor. Ancak Amerikan uçak gemisi darbe grupları ile Katar, Bahreyn ve GKRY ’deki hava üslerine konuşlanan Amerikan hava unsurlarının sayısı artmaya devam ediyor. İran’a saldırı asla sürpriz olmayacaktır.
SİYASİ BAĞIMSIZLIK, EKONOMİK VESAYET
Hem İsrail hem Yunanistan örnekleri, ulus-devlet fikrinin jeopolitik finans sistemiyle iç içe geçtiğinde nasıl dönüştüğünü gösterir. Bu modelde devlet, kendi halkı için değil, onu finanse eden güçler için var olur. İsrail, ABD’nin Asya enerji koridorlarını koruma aracıdır; Yunanistan, GKRY ile ABD, AB ve NATO’nun Akdeniz lojistik üssüdür. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise Akdeniz doğal gaz projelerinde batı hegemonyası adına Türkiye, Mısır, Lübnan, KKTC ve Filistin yetki alanlarındaki kaynaklara çökme aracıdır. GKRY Haydut Devletinin 2007 yılında ilan ettiği 13 lisans sahasında küresel enerji devleri sismik ve sondaj faaliyetlerine sınırsızca devam ediyor. Her üç devlet Batı hegemonyasının jeopolitik portföyünde yer alan menkul kıymetler gibidir. Bu nedenle jeopolitik anlamda Tel Aviv borsası ile Atina borsası, aslında aynı yapının iki yüzüdür. Siyasi meşruiyet, finansal güven endeksine bağlanmıştır. Balfour mektubundan bugüne değişmeyen üç unsurun kontrolü vardır. Enerji (Petrol ve bugün için doğal gaz ve nadir metaller), Savaş ve Borçlanma. 1917’de bu üçü Londra’nın elindeydi; 1948’de Washington’un. Bugün ise küresel finans merkezleri, enerji hatlarını korumak için askeri ittifaklar kurmakta, artık Türkiye’deki Atlantikçiler dışında kimse inanmasa da “demokrasi” söylemini ise bir kalkan olarak kullanmaktadır. İsrail bu yapının güvenlik ayağıdır, Yunanistan lojistik ayağıdır. Topluca Atlantik sisteminin jeopolitik borsasında işlem gören güvenlik hisseleridir.
KKTC SEÇİMLERİ VE YUNAN, İSRAİL, GKRY İTTİFAKI
19 Ekim 2025 tarihinde KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Bu seçimler KKTC tarihinin belki de en kritik seçimi sayılabilir. Zira küresel düzenin değiştiği döneme denk gelen ve sadece KKTC halkının değil, Türkiye ve Mavi Vatanın da geleceğini belirleyecek bir seçimdir. Bu seçim sürecini geçmiş yıllardan bu yana farklı kılan en büyük iki değişiklik öncelikle ada çevresindeki doğal gaz alanlarına sahiplik yarışı, diğeri de İsrail’in artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için açık bir tehdit haline dönüşmesidir. Bunun pek çok işareti söz konusudur. İsrail’de Likud Partisine bağlı fanatik dinci büyük bir grubun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Türk askeri varlığını ortadan kaldırmak ve böylece Güney Kıbrıs’ı özgürleştirmek için açık beyanda bulunduğu bir dönemi yaşıyoruz. Benzer şekilde finansal baskılar nedeniyle Türkiye’nin 2020 sonrası Akdeniz’de kıta sahanlığımızın batısı ve güneyindeki sahalardan uzaklaştığı ve geri dönmediği, haydut Kıbrıs Rum devletinin KKTC’nin yetki alanlarında TPAO’ya verdiği lisanslara rağmen Norveç araştırma gemisinin yaptığı çalışmalara ses çıkarmadığı bir dönemi yaşıyoruz.
GKRY VE İSRAİL’İN SESSİZ İŞGALİ
GKRY İsrail ilişkileri her alanda hızla gelişiyor. Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında yani Yunanistan’dan 30 yıl önce İsrail’i tanımıştı. İlk İsrail Cumhurbaşkanı adaya 1998 yılında gelmişti. Likud partisinin aşırı dincileşmesi ve milliyetçiliğe yönelişinden sonra ada, Büyük İsrail’in ve İsrail jeopolitiğinin öncü hedeflerinden birisine dönüştü. Zira 1896-1948 döneminde Theodor Herzl başta olmak üzere Siyonist düşünce sisteminde Kıbrıs adası Filistin’in sömürgeleştirilmesi için ileri üs olarak tasarlanmıştı. Bugün İsrail’e adadaki egemen İngiliz üslerinin büyük katkı sağladığı biliniyor. Benzer şekilde İngiltere ve ABD ortaklığında işletilen Echelon İstihbarat sisteminden İsrail de faydalanıyor. İsrail Gizli Servisi Unit 8200 bağlantılı gözetim-siber ağların Kıbrıs’ta konuşlandığı, lüks konut ve yüksek maaşlarla yerli halktan eleman devşirildiği iddiaları açık kaynaklarda yer alıyor. Her ne kadar AKEL gibi köklü anti Amerikan geleneğe sahip partiler ABD vassalı İsrail ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı çıksa da borsada kurulan GKRY, ABD ve AB dayatmaları dışında hareket edemiyor. Bu çerçevede 2025 yılı üçlünün ilişkilerinin her alanda tavan yaptığı bir dönem oldu. Bugün adaya gelen turistlerin %25’i İsrail’den geliyor. 2024 yılında yarım milyona yakın İsrailli adaya geldi. 2025 sonrası bu miktar daha da arttı. 2021’den bu yana Limasol, Larnaka ve Baf civarında 4000’den fazla gayrimenkul Yahudilere satıldı. 2018’de adada 6,500 Yahudi yaşarken bugün bu sayı 16,000 oldu. Medyada yer alan haberlere göre Limasol’da Yael isimli Yahudi Vakfı, 50 milyon avroluk eğitim kompleksine sahip ve “Hiçbir Yahudi Çocuk Geride Kalmasın” mottosu ile küresel bir eğitim ağının parçası. Güney Kıbrıs’ta resmen Rumların giremediği Yahudi mahalleleri mevcut. Bu durumdan Rum Cumhurbaşkanı rahatsız değil. Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis, 2025 Mayıs’ında İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un adayı ziyaretinde İsrail ile yakın ortaklık vurgusu yapmış ve şöyle demişti: “Bugün bana İsrail’den Kıbrıs’a her hafta 110 uçuşumuz olduğunu söylediler. Kıbrıslıların İsrail’e ziyaretlerini de artırabiliriz… Mahallemizde sürekli sorun çıkarmaya çalışan bir komşumuz var.” Yunan ve Rum siyasetçiler AB ve NATO’nun kendilerine savunma ve güvenlik alanında güvence vermeyeceği düşüncesi içinde İsrail’in askeri güvencesine sığınmayı ve Siyonist politikalara teslim olmayı tercih ediyorlar. ABD liderliğinde 2023 yılında Hindistan Ortadoğu Ekonomik Koridorunun (IMEC) ilanı sonrası güçlenen İsrail-GKRY-Yunanistan formatının kapsamını ABD liderliğinde askeri iş birliği ve ittifak modeline dönüştürmeye odaklanıyorlar. Özellikle 13 Haziran 2025 tarihinde başlayan 12 günlük İsrail İran savaşında adaya maddi durumu iyi olan ve tekne sahibi çok sayıda İsraillinin intikal etmesi; Netanyahu hava yolu ile ülke çıkışlarını kısıtlayana kadar da çok sayıda uçuş ile savaştan kaçan İsraillilerin adaya gelmesi bu anlayışın gelişmesinde önemli rol oynadı. Bu yönü ile AB üyesi Güney Kıbrıs, İsrail için hem bir güvenli kaçış limanı hem de İsrail’in denizden ve havadan saldırılarının destekleyici ileri üssüdür. 24 Ocak 2025 tarihinde Yunan Savunma Bakanı bu ilişkiler için şunu söylemişti: ‘Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki yakın iş birliği Doğu Akdeniz’de bir istikrar sütunudur.’’ Bu sözlerden 2 hafta sonra 4 Şubat 2025’te GKRY Savunma Bakanı Vasilis Palmas, ‘’Baf Hava Üssü’nde İsrail ayrıcalıklı statüye sahip olacak…İsrailliler üç dakikada Kıbrıs’ta olabilir; Yunanistan’ın destek vermesi ise biraz zaman alıyor’’ demişti. 13 Mart 2025’te GKRY ve Yunan Dışişleri Bakanları ile bir araya gelen İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar da ‘’ ‘Üçlü çerçevemiz, enerji, ekonomi ve ulusal güvenlik gibi ortak çıkarlarımıza odaklanan bölgesel bir stratejik ortaklıktır’’ diyordu.
BORSADA KURULANLAR KILIÇLA KURULAN DEVLETLERE KARŞI
Bu aşamaya bir anda gelinmedi. Türkiye’de Ergenekon ve Balyoz kumpasları ile milli donanma ve ordu tasfiye edilip, yerlerine FETÖ militanları yerleştirilirken 17 Aralık 2010 tarihinde GKRY ile İsrail Türkiye’nin deniz çıkarlarına tamamen aykırı şekilde MEB sınırlandırma anlaşması imzaladılar. 2011’de İsrail–Yunanistan, 2016’da İsrail-GKRY arasında imzalanan Savunma İş birliği Mutabakatı gerek silahlanma gerekse Türkiye ve KKTC aleyhindeki tatbikatları (Noble Dina/Mermaid serisi) artırdı. 2017 yılında İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ‘’Great Sea Interconnector’’ deniz dibi elektrik hattı projesini yürürlüğe koydular. 2019 yılında bu üç ülke yanlarına Mısır, Fransa, ABD ve AB ülkelerini (hatta Filistin’i de alarak) Türkiye’yi dışlayan Doğu Akdeniz Gaz Forumunu kurdular. 2020’de ABD, Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırdı. IMEC ulaştırma koridoru sayesinde Hindistan’ı da 2023 yılında Türkiye ve KKTC karşıtı cepheye dahil ettiler. 2025 yılında Yunanistan, 2037 yılına kadar savunma kapasitesini artırmak için 28 milyar avroluk büyük bir silahlanma planını yürürlüğe koydu. Planın merkezinde, İsrail’in Iron Dome sisteminden esinlenen “Aşil’in Kalkanı” adlı hava savunma sistemi ile yine İsrail’den 38 adet PULS füze sistemi tedariği var. Bu sistem 300 km menzilli ve Türkiye’nin batısındaki üsleri ve stratejik mevkileri tehdit ediyor. Nisan 2025’te Amerikan Kongresinden geçen “Amerikan-Yunan-İsrail Doğu Akdeniz Terörle Mücadele ve Deniz Güvenliği Ortaklığı Yasası” ile Türkiye’ye ve Mavi vatana karşı ittifak formatı resmiyet kazandı. Bu gelişmeler 11 Mayıs 2025 tarihinde Jerusalem Post gazetesinde imzasız olarak yayınlanan ‘’Türkiye’nin Bölgesel Hırsları Sadece Kürt Milleti İnşa Etmekle Durdurulabilir’’ başlıklı makale ile değerlendirilmelidir. Makalede, şunlar kaydedildi: ‘’Türkiye’yi Suriye ya da Irak’ta durdurmanın tek yolu, Kürtlerin kendi siyasal ajandasını kurmasına yardımcı olmak. Tarihsel toprakları üzerinde kurulan, Akdeniz’e Lazkiye üzerinden çıkışı olan bir Kürt ulus devletidir. Kurulduğunda bu devlet, her türlü toprak saldırısını püskürtebilecek savunma araçlarına, gerekli silahlara sahip olmalıdır.’’ Bu haberlerden bir süre sonra İsrail medyasında Kuzey Kıbrıs artık İsrail’in stratejik sorunu, askeri operasyon planlanmalı“ mealinde akla ziyan Türkiye karşıtı Likud fanatiklerinin açıklamaları boy göstermeye başladı. Bu propagandadan kısa süre sonra da İsrail’in Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden 2025 başında kontratının imzaladığı Barak MX hava savunma sistemi teslimatının yapıldığı tespit edildi.
SONUÇ
İsrail’i ancak 1990 yılında soğuk savaş bittikten sonra tanıyan Ortodoks Yunan/Rum dünyası, bugün İsrail’in en sadık müttefiki olmuştur. Bugün Kıbrıs Rumları ve Yunanistan’ın İsrail’le kurduğu yakınlık, tarihin en ironik sahnelerinden biridir. Bir zamanlar Paskalya yortusunda Yahudileri “İsa’nın katili” diye taşlayan, kan iftiralarıyla mahallelerini yakan Ortodoks Yunan dünyası, şimdi aynı inanç sisteminin bin beş yüz yıllık “Judas” düşmanlığını unutarak, İsrail’in en sadık müttefiki olmuştur. Aynı Rum Ortodoks dünya jeopolitik nedenlerle yakınlaştığı Yahudilerin güvencesine sığınarak asırlardır devam ettirdiği Türk düşmanlığını terk etmek bir yana daha da ileri düzeye taşımıştır. Bugün tarihte ilk kez ABD, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Akdeniz’de terörle mücadele ve deniz güvenliği şemsiyesi altındaki bir ittifak sistemi halinde Türkiye karşısında blok oluşturuyor. Kıbrıs, Süveyş Kanalının ağzında Avrupa’ya açılan bir kapı olarak İsrail/ABD-Yunan üçgeni ile Türkiye arasında bir kesişme hattı sağlarken aynı zamanda hegemonya karşısında dik duran Rusya/İran-Çin hattının yani direniş cephesinin de kesişim hattını oluşturuyor. O nedenle ada hem küresel hem kıtasal hem de bölgesel güçlerin gerçek anlamda satranç tahtasına dönüşmüş durumda. Bu nedenle yeni seçilecek Cumhurbaşkanı tarihin en karmaşık ve en zor döneminde bu göreve geleceğinin farkında olmalıdır. Bugün Kılıçla kurulan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs ikilisi karşısında 1500 yıldır birbirine düşman iki dini kültür bir araya gelebiliyor. Onları birleştiren sadece jeopolitik faktörler değil aynı zamanda borsada kurulmuş olmanın yani küresel finans kapital oligarşisinin söz konusu ikilinin birlikteliğini dayatmasıdır. Kısacası GKRY artık ABD ve İsrail için vekile dönüşmüştür. Bu koşullarda Doğu Akdeniz’de İsrail-Yunanistan-GKRY üçlü savunma ekseni ve Barak MX gibi hava savunma sistemlerinin Kıbrıs’a yerleştirilmesi Türkiye ile fiilî temas riskini artırmaktadır. Diğer yandan Ankara, Suriye’de kendi iradesi ile ABD ve İsrail’in tuzağına düşmüş olmanın karmaşası içindedir. ABD, AB ve İsrail Türkiye’yi kazanamayacakları savaşlarla yıpratmak ancak ekonomik çöküşünü hızlandırmak için Suriye ve Kıbrıs topraklarında askeri çatışmalarla kışkırtabilir. İsrail’in artan saldırganlığı, NATO’nun 5. Madde uygulamalarındaki muğlaklıkla birleşince Türkiye için öngörülmeyen krizlerin kapısı aralanmaktadır. Suriye’de Rusya’yı kendisinden uzaklaştıran Ankara’nın Doğu Akdeniz’de yanında duracağı sağlam dostu da kalmamıştır. Yunanistan, GKRY ve İsrail bunun farkındadır. Bu çerçevede gerek Akdeniz gerekse Fırat’ın doğusunda çok ciddi ve yaşamsal gelişmelerle karşı karşıya kalacağımızı göz ardı edemeyiz.
İşte böyle bir konjonktürde Kuzey Kıbrıs halkı seçime gidiyor. Bugün kılıçla kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, borsada kurulan Yunanistan, GKRY ve İsrail’in açık tehdidi altında bulunuyor. Seçilecek cumhurbaşkanı kim olursa olsun adada ABD, İngiltere, AB ve İsrail dayatması federal çözüme yaklaşması; adadaki Türk askerinin geri çekilmesini desteklemesi, 2004 yılında yaşanan Annan Planı rezaletinden çok daha büyük tehlikeler içermektedir. KKTC, İsrail, Yunanistan ve GKRY arasında iç hatlar durumundadır. Tek güvencesi Anadolu’dur. Gerileyen, sanayisizleşen, ABD’nin sömürgesine dönüşen ve kendi içinde bölünen AB’ye üye olma havucu ile KKTC’nin bağımsızlıktan vaz geçmesini savunmak, batmakta olan Titanik’te üst güvertelere çıkmakla eş değerdir. Suriye ve Gazze tecrübeleri ile İsrail’in her geçen gün artan saldırganlık ve hukuksuzluğu bu tablo ile birleştiğinde federal çözüme yönelmek tam bir öngörüsüzlük felaketidir. Diğer yandan Türkiye, üzerindeki finansal baskılar ne olursa olsun bağımsız KKTC’den asla ve asla vaz geçmemelidir. Son günlerde KKTC deniz yetki alanlarında araştırma yapan yabancı gemileri sahadan uzaklaştırmayan Türkiye bu konudaki kötü sicilini düzeltmelidir. Dışişlerinin açıklamalarının ve protestolarının içi sahada doldurulmalıdır. KKTC’de Türkiye düşmanı batı muhiplerine her alanda yapılan yanlış hamlelerle malzeme verilmemelidir. Sorun yaşamsal önemdedir. Annan felaketini hem Türkiye’de hem KKTC’de yaşayan Türkiye, bugünkü jeopolitik koşullarda ikinci bir ihanet dalgasını yaşama lüksüne sahip değildir. Borsanın tuzağına düşenlerin sonu ya yok olma ya intihardır. 1000 yıl önce Kılıçla Devlet kuranlar Borsada kurulan devletlere ve onların arkasındakilere boyun eğemez. Seçilecek yeni Cumhurbaşkanı bağımsız KKTC’nin sürekliliği kadar Ana Vatan Mavi Vatan ve Yavru Vatan birlikteliğinin de savunucusu olmalı, Türkiye’de bu konuda gevşeme gösteren siyasetçi ve devlet adamlarını asıl onlar ikaz etmelidir.
Cem Gürdeniz
Tarihte bazı devletler kılıçla, bazıları devrimle, bazıları ise borsada dış güçlerin yatırım hesaplarıyla kurulur. Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC kılıçla kurulmuştur. Yunanistan Londra borsasında İsrail ise hem Londra hem de New York borsasında kurulmuştur. Bu yüzden bugün bölgede… https://t.co/ffOSFDMGGX
— Cem GÜRDENİZ (@cemgurdeniznet) October 12, 2025