ABD’lilerin Cehaletinden Doğan Böbürlenme

ABD’de sık rastladığım zihniyetlerden biri, bilginin eksikliğinden doğan bir büyüklenme: kendi ülkelerini dünyanın merkezi görmek, geri kalan herkesi ise çok küçük görmek.

Bugünlerde dünyanın neresine giderseniz gidin, kültürler arası gerilimler, yanlış anlamalar ve birbirine tepeden bakma alışkanlığı hâlâ şaşırtıcı bir şekilde canlı. Teknoloji ilerliyor, iletişim hızlanıyor, sınırlar yumuşuyor; fakat insanların zihnindeki sınırlar çoğu zaman daha da sertleşiyor.

Ben genç bir deniz subayı iken, bu zihinsel sınırların nasıl işlendiğine, nasıl gölge gibi taşındığına, nasıl farkında olmadan davranışlara yansıdığına bizzat tanık oldum. Yazdıklarım bir öfke değil; bir gözlem, bir hatırlatma, bir uyarı ve bir çağrıdır.

Birinci Olamayan Birinciler

San Diego’da kısa dönemli bir kursa katıldığım günlerdi. Başlangıçta hepimiz aynıydık: deniz subayı, disiplinli, öğrenmeye hevesli. Dersler, tatbikatlar, raporlar… Günler ilerledikçe puanlar toparlandı, sıralamalar şekillendi.

Sıralamanın ilk sırasında bir Türk subayı vardı.

Kurs bittiğinde, sınıftan beklentim normaldi: kim birinciyse, birincilik ödülü alır. Kim ikinciyse, ikinciliği. Askerlik dünyası bellidir, ölçü vardır, kural vardır, sistem vardır.

Ödüller dağıtılırken okul komutanı özür dileyen bakışlarla

ilk beş dereceye “with distinction – ayrıcalıklı” ibaresinin yazılmış olduğu diplomaları ve anı objelerini takdim etti.

Böylece, Amerikalı subayların üstünde olan bir Türk subayı görüntüsü silinmiş oldu. Aslında hiçbir şey söylenmedi. Kimse açık açık “biz bunu senin için yaptık” demedi. Ama herkes anladı.

Bu davranışın kökeni neydi?

Kibrin mi?
Tarihi bilmezliğin mi?
Yoksa farkında bile olunmayan bir
öğretilmiş üstünlük hissi mi?

Günler sonra, kafamda hep aynı cümle dönüyordu:

Başkasının başarılarını küçültmeden büyüyemeyecek kadar küçük müydü bu özgüven?”

Televizyonda Vahşi Türk İmgesi

Bu olay tekil değil. Bilakis, bir zihniyetin dışa vurumu.

Amerikan kültüründe Türk imgesinin nasıl işlendiğine dair çarpıcı örneklerden biri, yıllarca dünya televizyonlarında yayınlanan MASH (Mobile Army Surgical Hospital ) dizisidir. Kore Savaşı’nda geçen hikâyelerde Türk askerleri vahşi, kana susamış, insan öldürmekten zevk alan yaratıklar olarak resmedilir.

Ne tesadüf!

Aynı savaşta, Türk askerleri Amerikan askerlerini defalarca canı pahasına kurtarmışken…

Dizide ise bu fedakârlık yoktur.
İnsanlık yoktur.
Dostluk yoktur.

Sadece karikatürleştirilmiş, ucuz bir vahşet imgesi vardır.

Sonra yıllar içinde bir başka kara propaganda filmi geldi: Midnight Express.

Bu film, Türkiye’yi tanımayan milyonların aklına Türkiye’yi işkence odası, pislik, vahşet ve barbarlık olarak yerleştirdi.

Bu filmlerin yarattığı zihinsel gölge, günümüz medyasında bile sürüyor.

Tarihi bilmeyen insan, gördüğüne inanıyor.

İnanmak, düşünmekten kolay.

Bunca Fedakârlığa karşı, ahlaksizca yapilan Saygısızlık

Soruyorum:

Kore’de Türk askerleri can verirken,
bizim hakkımızda bu diziler neden çekildi?

Neden hep küçük, vahşi, karanlık bir imge çizildi?

Bu sorunun cevabı sadece sinema değildir.

Bu bir algı yönetimidir.

Tarihini iyi bilmeyen milletler, başka milletlerin kaleminden kendilerini okumaya mahkûm olurlar.

Biz yıllarca şunu dinledik:

Ordumuz Kore’de büyük kahramanlıklar göstermiş, müttefiklerin hayranlığını ve saygısını kazanmıştı.”

Evet, askerlerimiz kahramandı.
Fakat hayranlık nerede?

Televizyonda mı?
Hollywood’da mı?
Ders kitaplarında mı?

Hayır.

Biz fedakârlık yaptık, onlar ise zihinlerde bizi küçülttüler.

Soru Şu: Nereden Cesaret Buluyorlar?

Tüm dünyaya açık açık bu sözleri söyleme cesaretini nereden buluyorlar?” diye sormak meşru bir sorudur.

Cevabı aslında basit:

Çünkü biz çoğu zaman karşılık vermedik.

Ciddiyetle, stratejiyle, diplomatik dilin gücüyle, medya araçlarıyla, kültürel üretimle karşılık vermedik.

Atatürk’ün uyarısı burada anlam kazanıyor:

Bağrımızda yetiştirerek başımızın üstüne çıkaracağımız adamların
kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmekten bir an geri kalmamalıyız.”

Liyakat, ahlak, eğitim, devlet adamlığı…

Bunlar zayıflarsa,
yerine kendi çıkarını önceleyen, korkak, vazgeçmeye hazır, koltuk düşkünü insanlar gelir.

Bu insanlar, tarih ve onur bilincinden yoksunsa,
milletin başını öne eğdirir.

O zaman, başka ülkelerin politikacıları arsızca gülüp hakaret ederler; çünkü bilirler ki karşılarında gerçek bir muhatap yoktur.

Kaybedilen Onur Anları

Son yıllarda, milletçe yaşadığımız onur kırıcı olayları saymaya gerek yok.

Herkes biliyor.
Herkes hatırlıyor.
Herkesin içi sızlıyor.

Bu durum kader değildir.
Bu durum değiştirilemez değildir.

Kader gibi görünen şeyler, yanlış insanların uzun süre haketmedikleri yerlerde kalmasının sonucudur.

Ve artık vakit dolmuştur.

Ne Yapmalı?

Bu tür saygısız davranışlara karşı tek etkili ilke vardır:

Karşılıklılık.

Bize nasıl davranılıyorsa,
aynı dil, aynı yöntem, aynı araçlarla karşılık verilmelidir.

Diplomasi, medya, kültür, sinema, akademi, savunma, istihbarat…

Hepsi bir bütündür.

Sadece ekonomik ya da askeri güç yetmez;
zihinlere nüfuz eden güç gerekir.

Bunun yolu nettir:

  • Liyakatli kadrolar

  • Tarih bilinci

  • Eğitim

  • Kararlılık

  • Tam bağımsızlıkçı bir anlayış

Kendi çıkarının değil, milletinin onurunu önceleyecek insanlar…

Vakit Daralıyor

Türkiye şu anda en ciddi beka sorunlarından birini yaşamaktadır.

Bir toprak meselesi değil,
bir sınır meselesi değil…

Bu, zihin ve ruh meselesidir.

Atatürk’ün söylediği gibi:

Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.”

Bu söz sadece bir övünme değil,
aynı zamanda bir
yükümlülüktür.

Biz bunu göstermediğimizde,
başkaları bizi kendi filmlerinde, dizilerinde, konuşmalarında küçük göstermeye devam edecektir.

Onur, kendiliğinden gelmez.
Saygı, ricayla alınmaz.
Dünya, acımasızca rekabetle doludur.

Bizim yapmamız gereken bellidir:

  • Kendimize güven,

  • Bilgiye yatırım,

  • Dünyayı okuma,

  • Hataları görme,

  • Doğru kadroları seçme.

Kaybedilecek zaman yoktur.
Yarın cok geç olacaktır.

Vatanın ve milletin onuru, kişisel çıkarların üstündedir.

Bu ilke yeniden hatırlanmalı
ve ona göre davranılmalıdır.

Ne Mutlu Türk’üm Diyene.

Ünal GÜL