2025’in küresel jeopolitik muhasebesi

2025, sadece son on yılların değil belki de yüzyılların jeopolitik tektonik değişimlerinin meydana geldiği bir yıl oldu. Çok kutuplu dünya artık oluştu. Amerikan Barışı dönemi resmen sona erdi. Şimdi sorulması gereken soru, dünyanın nasıl şekilleneceğidir. Yönetilen bir geçiş mi yaşanacaktır, yoksa kontrolsüz bir sertleşme mi? 2025, çok kutupluluğun “yumuşak geçişle” değil; çatışmalı, düzensiz ve tehlikeli biçimde doğduğunu göstermiştir. ABD, bu geçişi yönetmek yerine engellemeye çalışmakta; bu da daha fazla kriz üretmektedir. Ukrayna savaşı, Tayvan gerilimi ve deniz ticaret hatlarındaki kırılganlıklar bu sürecin yansımalarıdır. Yeni düzen, henüz kurumsallaşmamış; fakat eski düzenin meşruiyetini tamamen yitirdiği açıktır. 2025, bu ara dönemin en sert yılı olmuştur.   2025, batı hakimiyetinin ve onun en son temsilcisi olan Amerikan Barışı’nın (Pax Americana) retorik olarak değil, fiilen gerilediği ve pek çok alanda çöktüğü yıl olarak tarihe geçmiştir. Pax Americana artık geleceğe dair bir vaatte bulunamamaktadır. Düzen kurma kapasitesini yitirmiş, krizleri yönetemez hâle gelmiş ve meşruiyetini kaybetmiş bir gücün adı, tarihsel olarak “barış” ile yan yana anılamaz. Dünya, bu tarihten itibaren Amerikan merkezli bir barış düzeninden değil; çok merkezli, sert, belirsiz ve geçiş hâlindeki bir güç mücadelesi çağından söz etmektedir. Bu çağda denizler, ticaret yolları, enerji hatları ve hukuk, yeniden tanımlanmakta; eski düzenin enkazı üzerinde yeni dengeler şekillenmektedir. 2025, işte bu nedenle, yalnızca Amerikan Barışı’nın sonu değil; küresel düzenin çıplak gerçeğinin açığa çıktığı yıldır. 

ÇOK KUTUPLU DÜZENİN SERT DOĞUMU

Güç geçişleri tarihte hiçbir zaman sakin ve istikrarlı süreçler olmamıştır. Mevcut hegemon geçişi geciktirmek ve önlemek için gayret sarf etmiştir. Bugün de ABD, gerileyen konumunu kabullenmek ve yeni güç merkezleriyle paylaşım zemini aramak yerine, statükoyu zor yoluyla koruma refleksine saplanmıştır. Bu tercih, çok kutupluluğu yavaşlatmamış; aksine daha sert, daha kırılgan ve daha kontrolsüz hâle getirmiştir. Bu bağlamda Ukrayna savaşı, yalnızca bölgesel bir çatışma değil; eski düzenin kendini savunma biçiminin laboratuvarıdır. NATO’nun genişleme stratejisi, Rusya’yı çevreleme politikası ve vekâlet savaşı modeli, ABD’nin çok kutupluluğa verdiği tepkinin özünü yansıtmaktadır. Ancak bu savaş, beklenenin aksine, Batı’nın mutlak üstünlüğünü değil; yaptırımların sınırlılığını, askeri-endüstriyel kapasite farklarını ve küresel desteğin parçalanmışlığını ortaya koymuştur. Ukrayna cephesi hegemonik caydırıcılığın sınırlarını ifşa etmiştir. ABD Aralık 2025 başında yayınladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (NSS 25) ile Avrupa güvenliğinden çekildiğini açıkça ilan etmiş, Avrupa’yı Ukrayna krizi ile baş başa bırakmıştır. Avrupa’da devrimsel değişikliğe sebep olan bu manevra sonucu küresel finans kapitalin sonsuz savaşlar paradigmasına sadık kalan Avrupa, savunma harcamalarını astronomik boyutlarda artırmak ve Rusya ile uzun yıllar sürecek düşmanlık sürecini yoğunlaştırmak seçeneğine yönelmiştir. Fransa, İngiltere ve Almanya’nın başını çektiği bu grubun ortak özelliği liderlerinin halklarına rağmen Rusya ile bir savaşı adeta teşvik etmelerdir.  Benzer biçimde Tayvan gerilimi, Asya-Pasifik’teki güç geçişinin ne kadar kırılgan bir zeminde ilerlediğini göstermektedir. Burada yaşanan, bir adanın statüsü üzerinden yürüyen klasik bir egemenlik tartışması değildir. Tayvan, ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinin ileri karakolu hâline getirilmiş; bölgesel bir denge unsuru olmaktan çıkarılmıştır. Bu durum, askeri gerilimi kalıcılaştırırken, deniz ticaretinin kalbi olan Batı Pasifik’i küresel ekonomi için sürekli bir risk alanına dönüştürmektedir.  Deniz ticaret hatlarındaki kırılganlıklar ise çok kutuplu düzenin en somut ve en tehlikeli yansımalarından biridir. Kızıldeniz, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Malakka Boğazı gibi stratejik geçitler, artık küresel sistemin güvenli omurgası olmaktan çıkmış; jeopolitik baskı ve askeri meydan okuma alanlarına dönüşmüştür. Bu kapsamda Arktik Okyanusunda Rusya’nın kontrolündeki Kuzey Deniz Rotasının (NSR) yıl boyu ulaşıma açılması son 500 yılda ilk kez kolektif batı dünyası kontrolü dışında bir deniz ulaştırma rotasının önlenemez mevcudiyetini ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde denizler, birleştirici olmaktan çok ayrıştırıcı bir rol üstlenmeye başlamıştır. Bu durum, küresel ticaretin, enerji arzının ve gıda güvenliğinin aynı anda tehdit altında olduğu anlamına gelmektedir. Yeni düzen henüz kurumsallaşmamıştır. Çok kutupluluk, hâlâ akışkan, belirsiz ve çoğu zaman çelişkili bir yapı sergilemektedir. Yeni güç merkezleri arasında kalıcı normlar, bağlayıcı kurallar ve kriz yönetim mekanizmaları henüz oluşmamıştır. Buna karşın eski düzenin meşruiyetini tamamen yitirdiği artık inkâr edilemez bir gerçektir. “Kural temelli düzen” söylemi, sahadaki uygulamalarla arasındaki uçurum nedeniyle anlamını yitirmiş; kurallar, yalnızca güçlülerin işine geldiği ölçüde hatırlanan araçlara dönüşmüştür. 2025’i bu nedenle bir “ara dönem” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak bu, sıradan bir geçiş yılı değildir. 2025, bu ara dönemin en sert, en riskli ve en öğretici yılı olmuştur. Eski düzen fiilen çökerken, yeni düzen henüz doğum sancıları içindedir. Bu boşluk, çatışmalarla, krizlerle ve beklenmedik kırılmalarla dolmaktadır. Tarihsel olarak bu tür dönemler, en fazla hatanın yapıldığı; fakat aynı zamanda en kalıcı sonuçların üretildiği dönemlerdir.

ROTA ÇİZEMEYEN ABD

2025, Amerikan Barışı’nın (Pax Americana) çöküşü ani, tekil ve dramatik bir askerî yenilginin sonucu değildir. Aksine, uzun süredir biriken yapısal zaafların eşzamanlı olarak görünür hâle gelmesiyle ortaya çıkan, çok katmanlı ve geri döndürülemez bir çözülmenin ürünüdür. Ahlaki meşruiyetin kaybı, deniz gücünün caydırıcılık niteliğini yitirmesi, borç ve finansal manipülasyon üzerine kurulu ekonomik düzenin sürdürülemezliği ve müttefikler nezdinde yaşanan derin güven erozyonu bu çözülmenin ana sütunlarını oluşturmaktadır. Bu çöküşte en büyük rolü oynayan faktörlerin başında şüphesiz İsrail Jeopolitiği ile Anglo-Siyonizm önemli rol oynamıştırABD, artık düzen kuran, norm üreten ve istikrar sağlayan bir hegemon değildir. Bugün Washington’un elinde kalan tek araç; tehdit, yaptırım, ikincil yaptırım ve zorlayıcı baskıdır. Bu araçlar ise düzen üretmez; yalnızca kriz üretir, çatışmayı derinleştirir ve karşı bloklaşmaları hızlandırır. Diğer bir deyişle Pax Americana’nın özünü oluşturan “rıza yoluyla liderlik” yerini, açık zorlamaya ve korku üretimine bırakmıştır. Bu da bir hegemonya biçimi değil, hegemonya sonrası kontrolsüz bir savrulmadır. İran, Venezuela, Gazze ve Lübnan’da yaşananlar, ABD’nin on yıllardır dillendirdiği “kural temelli uluslararası düzen” söylemini kendi elleriyle geçersiz kıldığı tarihsel bir kırılma noktası olmuştur. ABD ile İran arasında Umman’da görüşmeler devam ederken İsrail’in İran’a veya Katar/Doha’da ABD ile Hamas görüşmeleri başlamaya hazırken Amerikan ve İngiliz hava savunma koruması altındaki Doha’da Hamas heyetine saldırması ABD’nin itibarını yerle bir emiştir. Karayipler Denizinde, Venezuela ve Kolombiya’ya ait tekneleri uluslararası deniz hukuku ile silahlı çatışma hukuku kuralları dışında sorgusuz sualsiz batıran ya da savaş zamanı uygulaması olan ablukayı terörle mücadele kılıfı ile Venezuela tankerlerine karşı uygulayan  Amerikan Donanması meşruiyetine ciddi zarar vermiştir. 2025 boyunca uluslararası hukukun, sivillerin korunmasının ve orantılılık ilkesinin açık biçimde yok sayılması, Washington’un hukuku evrensel bir norm olarak değil; yalnızca kendi çıkarlarını meşrulaştıran araçsal ve seçici bir enstrüman olarak gördüğünü küresel çoğunluğun gözleri önüne sermiştir. Bu noktadan sonra “çifte standart” kavramı dahi yetersiz kalmakta; ortaya çıkan tablo, doğrudan norm yıkımıdır. 2025 itibarıyla ABD, arabulucu olma kapasitesini de fiilen kaybetmiştir. Taraflardan biri hâline gelmiş, hatta çoğu durumda çatışmanın bizzat mimarı ve sürdürücüsü konumuna düşmüştür. Ahlaki üstünlük iddiası çökmüş; “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük” söylemleri, sahadaki uygulamalarla arasındaki uçurum nedeniyle inandırıcılığını yitirmiştir. Bu, yalnızca bir imaj kaybı değil; hegemonik düzenin rıza üretme mekanizmasının tamamen işlemez hâle gelmesidir.

HEGEMONYADAN İMPARATORLUĞA SAPMA VE STRATEJİK KÖRLÜK

2025 yılını tamamlarken dünya jeopolitik değişim/dönüşüm ile tıkanan neo-liberal kapitalist sistemin yeni düzene geçiş hamlelerinin kesişiminde yer alıyor. Jeopolitik perspektifte Sovyetler Birliği’nin dağılması, Washington’da “tarihin sonu” yanılsaması yaratmıştır. Bu yanılsama, hegemonik sınırların artık gereksiz olduğu, askeri gücün tek başına düzen kurabileceği ve karşı koyabilecek hiçbir aktörün kalmadığı varsayımına dayanıyordu. İşte bu noktada ABD, hegemon olmanın gerektirdiği stratejik sabrı ve ölçülülüğü terk ederek, imparatorluk refleksleriyle hareket etmeye başlamıştır. Hegemonya; ikna, cazibe ve dolaylı etkiyle işler. İmparatorluk ise doğrudan güç, zor ve askeri dayatma gerektirir. ABD, Soğuk Savaş sonrasında bu farkı göz ardı etmiş özellikle 11 Eylül 2001 sonrası dönemde neocon–Siyonist stratejik ortaklık üzerinden imparatorluğun  bitmeyen savaşlar çağını başlatmıştır.  Afganistan, Somali, Sudan, Irak, Libya, Suriye, Gürcistan ve Ukrayna cepheleri, ABD’nin askeri gücü ile turuncu devrimleri stratejik aklın yerine koyduğunu göstermiştir. Bu tercihler, kısa vadede askeri-endüstriyel kazanç üretmiş; ancak uzun vadede deniz gücü aşınması, bütçe açıkları ve iç siyasi parçalanma yaratmıştır. 2025 itibarıyla ABD, yönetilemeyen bir süper güç görüntüsü vermektedir. Her bir cephede ortak olan unsur; siyasi hedeflerin net olmaması, çıkış stratejisinin bulunmaması ve askeri müdahalenin tek çözüm aracı olarak görülmesidir. Bu yaklaşım, kısa vadede savunma sanayii, özel güvenlik şirketleri ve finansal ağlar için ciddi kazançlar üretmiş olabilir. Ancak devlet aklı açısından bakıldığında, bu savaşların tamamı stratejik kayıptır. Sürekli savaş hâli, ABD bütçesini kronik açıklarla karşı karşıya bırakmış; borçlanma, parasal genişleme ve finansal manipülasyon olağan devlet politikası hâline gelmiştir. Unutulmamalıdır ki hegemonya, mali sürdürülebilirlik ister; imparatorluk ise borçla yaşar. ABD, bu ikinci yolu seçmiş ve bunun bedelini iç siyasi parçalanma, sınıfsal gerilim ve kurumsal çürüme ile ödemeye başlamıştır. İç politikadaki kutuplaşma, bu stratejik körlüğün doğal sonucudur. Sürekli dış tehdit üreten, kalıcı bir savaş psikolojisiyle yönetilen bir devlet, içeride de birlik üretemez. ABD bugün, askeri olarak güçlü; fakat siyasi olarak bölünmüş, ekonomik olarak kırılgan ve stratejik olarak yönsüz bir süper güç görüntüsü vermektedir. 2025 itibarıyla ortaya çıkan tablo, “yönetilemeyen güç” olgusunun klasik bir örneğidir. Diğer yandan son on yılda yaşanan göçler, pandemi, enflasyon, enerji krizi ve savaşlar çoğu zaman rastlantısal şoklar gibi sunulsa da bu gelişmeler birlikte okunduğunda 20. yüzyılın üretken orta sınıfa dayalı sanayi kapitalizminin gerçekte bir nevi kontrollü tasfiyesini işaret etmektedir. Amaç, üretim merkezli bir ekonomik düzenden; dijital mülkiyet, finansal rant, dijital altyapı, algoritmalar, veri havuzları, lisanslar ve kullanıcı sözleşmeleri gibi platform hakimiyetine dayalı yeni bir egemenlik modeline geçiştir. Pandemi döneminde finans sisteminin kurtarılması, Almanya merkezli Avrupa sanayisinin bilinçli biçimde zayıflatılması, Avrupa’da enerji krizinin sürekliliği ve savunma harcamalarının büyüme motoru ilan edilmesi bu yapısal geçişin parçalarıdır. Ortaya çıkan yeni düzende sürekli olağanüstü hâl, dijital denetim ve sosyal disiplin araçları norm hâline gelirken, insan emeği, sosyal devlet ve yaşamın kendisi giderek maliyet kalemi olarak yeniden tanımlanmaktadır. Bu durum gerek ABD/AB gerekse dünyanın pek çok alanında sosyal sözleşmeleri kökten sarsmakta, sosyal patlamalara neden olacak şartları oluşturmaktadır. 

BORÇ, FİNANS VE İMPARATORLUK ÇÜRÜMESİ

2025 analizlerinizde borç olgusu, klasik iktisadi bir sorun olarak değil; doğrudan jeopolitik sonuçlar üreten, sistemik bir kanser olarak tanımlanabilir. ABD’nin 33 trilyon doları aşan kamu borcu, artık soyut bir bilanço kalemi değil; her gün milyarlarca dolarlık faiz ödemesiyle askerî gücü, diplomatik manevra alanını ve stratejik esnekliği aşındıran somut bir yük hâline gelmiştir. Bu tablo, imparatorlukların tarihsel kaderini açıklayan temel dinamiklerden biridir ve tarihçi Paul Kennedy’nin “aşırı genişleme” (imperial overstretch) tezinin birebir doğrulanmasıdır. Kennedy’nin işaret ettiği gibi, askerî ve jeopolitik yükümlülükler ile ekonomik üretim kapasitesi arasındaki denge bozulduğunda, büyük güçler kaçınılmaz olarak çöküş sürecine girer. ABD bugün tam olarak bu eşiği aşmıştır. Küresel ölçekte yüzlerce üs, sürekli savaş hâli, devasa savunma bütçeleri ve eşzamanlı olarak azalan üretim kapasitesi, borcu yönetilebilir olmaktan çıkarmıştır. Borç artık büyümeyi finanse eden bir araç değil; gücü tüketen bir mekanizmaya dönüşmüştür. Finansal kapitalizmin temel zaafı burada ortaya çıkmaktadır. Üretimle, sanayiyle, tersane kapasitesiyle ve deniz ticaretiyle desteklenmeyen bir finansal hâkimiyet sürdürülebilir değildir. Tarih boyunca küresel güçler, denizlere hâkim oldukları ölçüde paralarına güven kazandırabilmişlerdir. Bugün ise ABD, sanayi altyapısını ve tersane kapasitesini büyük ölçüde Çin’e kaptırmış durumdadır. Küresel konteyner taşımacılığından gemi inşa tonajına, liman işletmeciliğinden lojistik zincirlere kadar uzanan alanda ABD’nin payı dramatik biçimde gerilemiştir. Bu tablo, dolar hegemonyasının da yapısal olarak zayıflaması anlamına gelmektedir. Rezerv para statüsü, yalnızca finansal hamle ve müdahalelerle korunamaz; arkasında üretim gücü, ticaret hacmi ve deniz hâkimiyeti gerekir. ABD donanması hâlâ güçlüdür; ancak artık doların küresel dolaşımını ve güvenilirliğini tek başına garanti edebilecek eskisi gibi bir deniz imparatorluğu kapasitesine sahip değildir. Deniz gücü ile finansal güç arasındaki tarihsel bağ kopma noktasına gelmiştir. Bu kopuşun doğal sonucu olarak Washington, giderek daha fazla yaptırıma, abluka tehditlerine, ikincil yaptırımlara ve finansal zorlamalara başvurmaktadır. Ancak bu araçlar, geçmişte olduğu gibi caydırıcı değil; aksine itici etki yaratmaktadır. Yaptırımlar, hedef ülkeleri hizaya sokmak yerine alternatif ödeme sistemleri, yerel para birimleriyle ticaret ve bölgesel finansal ağlar oluşturmaya teşvik etmektedir. ABD’nin finansal silahları, küresel sistemi kontrol etmek yerine onu parçalamaktadır. Borç sarmalı derinleştikçe ABD’nin stratejik seçenekleri daralmaktadır. Yeni bir büyük savaşın maliyeti karşılanamaz hâle gelmiş; mevcut çatışmalar ise bütçeyi daha da kırılganlaştırmıştır. Bu durum, imparatorlukların klasik son evresini işaret eder: güç kullanma ihtiyacı artar, fakat bu gücü sürdürecek ekonomik temel giderek zayıflar. Sonuç, daha fazla baskı, daha az meşruiyet ve hızlanan çözülmedir.

DENİZ GÜCÜ GERİLEMESİ

2025 yılının en çarpıcı göstergelerinden birisi denizler hâkimi Anglosakson deniz güçlerinin (ABD ve İngiliz) eş zamanlı gerilemesi odu. ABD Donanması’nın 1990’lardaki 600 gemiden 2025 yılında 290’lara düşmesi; Kraliyet Donanması’nın uçak gemilerini koruyamayacak kadar zayıflaması; tersane ve insan kaynağı krizleri, denizde hegemonya kaybının geri dönülmez işaretleridir. Bu çerçeveden bakıldığında, ABD ve İngiliz donanmalarının eş zamanlı ve yapısal gerilemesi, tesadüfi bir zayıflama değil; Anglo-Sakson deniz hegemonyasının tarihsel döngüsünün son evresine girildiğinin de açık göstergesidir. Buna karşılık Çin, donanma ve ticaret filosunu birlikte büyüterek deniz–sanayi–lojistik bütünlüğü kurmuştur. Diğer yandan küresel deniz ticaret yollarının güvenliğini sağlama iddiasıyla kurulan Amerikan deniz hâkimiyeti, artık ne mutlak ne de tartışmasızdır. Kızıldeniz’den Doğu Akdeniz’e, Karadeniz’den Hint-Pasifik’e uzanan hat boyunca ABD donanmasının varlığı, güvenlik üretmek yerine risk üretir hâle gelmiştir. Denizler, Pax Americana döneminde olduğu gibi birleştirici değil; parçalı etki alanlarının çatıştığı fay hatlarına dönüşmektedir.  2025 yılında artık hiçbir güç, okyanusların tamamında eş zamanlı ve tartışmasız bir deniz üstünlüğü kuramamaktadır. Kızıldeniz’de ticaret hatlarının kesintiye uğraması, Batı Pasifik’te ABD’nin sürekli kriz yönetimine zorlanması ve Arktik’te yeni deniz yolları üzerinde artan rekabet, bu gerçeğin somut tezahürleridir. Denizler, Pax Americana dönemindeki gibi “açık ve güvenli” alanlar olmaktan çıkmış; çok aktörlü, çok riskli ve parçalı etki alanlarına dönüşmüştür.  Bu gelişme, yalnızca askerî değil; jeopolitik sonuçlar da üretmektedir. Deniz üstünlüğü kaybedildiğinde, ticaret güvenliği zayıflar, enerji akışları kırılganlaşır ve küresel norm üretme kapasitesi çöker. ABD’nin bugün yaşadığı sorun, donanmasının tamamen zayıflaması değil; deniz gücünün artık küresel düzen kurucu bir rol oynayamamasıdır. Bu fark, hegemonya ile büyük güç olma arasındaki çizgiyi belirler. Diğer yandan deniz hâkimiyeti, yalnızca gemi sayısıyla ölçülen bir güç değildir. Tersane kapasitesi, insan kaynağı, lojistik süreklilik, ticaret filosu, liman ağları ve müttefik erişimiyle birlikte anlam kazanır. Bugün bu bütünlük Anglo-Sakson dünyada çözülmekte, Asya merkezli yeni bir denizci ekosistemde ise yeniden inşa edilmektedir. ABD ve İngiltere’de savaş gemisi inşa süreleri uzamakta, maliyetler katlanmakta ve nitelikli iş gücü giderek azalmaktadır. Deniz gücü, sanayiyle beslenmediğinde sürdürülemez. Bugün Anglo-Sakson donanmaları, kendi geçmiş miraslarını tüketerek ayakta durmaktadır. Yeni bir deniz hâkimiyeti üretme kapasiteleri ise giderek daralmaktadır. Buna karşılık Çin, deniz gücünü izole bir askerî araç olarak değil; sanayi, lojistik ve ticaretle bütünleşik bir sistem olarak inşa etmektedir. Çin’in donanmasının büyümesi ile ticaret filosu genişlemesi eş zamanlı ilerlemekte; tersaneler, limanlar ve küresel lojistik ağlar tek bir stratejik mimari altında birleştirilmektedir. Bu, klasik denizci imparatorlukların tarihsel başarısının temel koşuludur. Çin, denizde yalnızca savaş gemisi değil; aynı zamanda etki alanı üretmektedir. Sonuç olarak deniz gücü alanında yaşananlar, 2025’in neden bir eşik yılı olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Anglo-Sakson deniz hegemonyası, dramatik bir çöküşle değil; sessiz, kademeli ve geri döndürülemez bir aşınmayla sona yaklaşmaktadır. Denizler artık tek bir merkezin değil; çoklu güçlerin rekabet sahasıdır. Bu dönüşümü doğru okuyanlar geleceği inşa edecektir. 

İSRAİL JEOPOLİTİĞİ VE ANGLO-SİYONİST ÇIKMAZ

2025 yılında ABD dış politikasının en büyük zafiyeti İsrail güvenlik jeopolitiğine rehin düşmesidir. İsrail’in 13 Haziran 2025 tarihinde İsrail’e baskın tarzında saldırısı ABD için emrivaki olmuş ve başlangıçta zaferle bitmesi hedeflenen 12 günlük savaşın son 4 gününde İsrail ciddi zarar görerek ABD öncülüğünde ateşkes istemek zorunda kalmıştır. Batı Asya’da İsrail jeopolitiğinin sınır tanımayan saldırganlık ve soy kırım döneminin başladığı 7 Ekim 2023 sonrası Gazze’de yaşananlar, yalnızca bir bölgesel trajedi değil; ABD hegemonyasının ahlaki intiharıdır.  Bu durum, taktik bir ittifak tercihi değil; stratejik aklın devre dışı bırakıldığı yapısal bir bağımlılık hâlidir. Washington, Ortadoğu’da artık kendi çıkarlarını tanımlayan bir merkez olmaktan çıkmış; İsrail’in tehdit algıları, öncelikleri ve güvenlik refleksleri doğrultusunda hareket eden bir onay makamına dönüşmüştür.  Gazze’de yaşananlar, bu teslimiyetin en açık biçimde görünür olduğu tarihsel eşiktir. Burada söz konusu olan yalnızca ağır bir insani trajedi ya da bölgesel bir savaş değildir. Gazze, aynı zamanda ABD hegemonyasının ahlaki intihar sahnesidir. On yıllardır “insan hakları”, “uluslararası hukuk”, “sivillerin korunması” ve “orantılı güç kullanımı” söylemleri üzerinden küresel meşruiyet üreten Washington, bu söylemlerin tamamını canlı yayın eşliğinde inkâr etmiştir. Bu noktadan sonra ABD’nin norm üretme iddiası çökmüş, geriye yalnızca kaba güç kalmıştır. İsrail’in sınırsız askerî şiddeti ve bu şiddete verilen koşulsuz Amerikan desteği, ABD’nin küresel imajını geri dönülmez biçimde zedelemiştir. Bu zedelenme yalnızca “Küresel Güney” ile sınırlı değildir. Avrupa kamuoyları, üniversiteler, sivil toplum ve hatta devlet elitleri düzeyinde dahi Washington’a yönelik derin bir meşruiyet krizi oluşmuştur. ABD, ilk kez bu ölçekte ve bu hızla, müttefiklerinin kamuoyları nezdinde ahlaki savunulabilirliğini kaybetmiştir. Bu, hegemonik düzenler için en tehlikeli kırılmadır. Bu süreç, aynı zamanda Anglo-Siyonist stratejik çerçevenin yapısal çıkmazını da gözler önüne sermiştir. İsrail’in güvenliğini mutlaklaştıran ve onu bölgesel dengelerin üzerinde konumlandıran yaklaşım, ABD’nin küresel çıkarlarıyla açık bir çelişki üretmektedir. İsrail adına yürütülen her askerî ve diplomatik hamle, ABD’nin Asya-Pasifik’teki, Afrika’daki ve Latin Amerika’daki manevra alanını daraltmaktadır. Washington, Tel Aviv’i korumak adına küresel sistemdeki liderlik iddiasını tüketmektedir. Bu nedenle Gazze sonrası dönem, yalnızca bir ahlaki kopuş değil; aynı zamanda jeoekonomik ve jeopolitik sonuçlar üreten bir kırılmadır. BRICS’in genişlemesi, dolarsızlaşma eğiliminin ivme kazanması ve çok kutuplu düzen arayışlarının hızlanması, doğrudan bu meşruiyet kaybıyla bağlantılıdır. ABD’nin finansal ve siyasi baskı araçları, artık “düzen koruyucu” değil; “düzen yıkıcı” olarak algılanmaktadır. Bu algı değişimi, alternatif blokları ve yeni iş birliği mimarilerini beslemektedir. Özellikle Küresel Güney açısından bakıldığında, Gazze bir sembole dönüşmüştür. Bu sembol, Batı’nın evrensellik iddiasının iflasını, hukukun seçici kullanımını ve güç ilişkilerinin çıplak doğasını temsil etmektedir. ABD, bu sembolün merkezinde yer alarak, kendisini tarihsel olarak yanlış bir konuma sabitlemiştir. Bu, geçici bir diplomatik hata değil; uzun vadeli bir stratejik maliyettir.

ÇOK KUTUPLULUK VE TÜRKİYE

Türkiye 2025 yılı içinde üç önemli jeopolitik kırılma ile karşılaştı. Birincisi Suriye’de kendi hatamız sonucunda İsrail ile artık gri bölgeden çıkarak açık jeopolitik rekabet dönemine girmemiz oldu. Bu rekabet içinde İsrail’in yanına Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarını alması Türkiye’nin güneyden kuşatılmasında önemli rol oynadı. Ancak Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının ahlaken ve etik yönden dünyada tamamen aşağılanmış, savaş suçlusu İsrail ile aynı cephede olması bir yana, İsrail’in Türkiye’yi baskılamak için her iki devleti gönüllü vekili konumuna sokması dikkat çekicidir.  İsrail’in açık Türkiye düşmanlığının yanında ABD Kongresinin Doğu Akdeniz Deniz Güvenliği Girişimi ile Yunanistan, İsrail ve GKRY cephesinin yanında olduğunu ilan etmesi; Fransa’nın gerek Yunanistan gerekse GKRY ile stratejik savunma iş birliği anlaşmaları imzalaması Türkiye’nin Mavi Vatan ve KKTC cephesinde NATO ortakları tarafından da kuşatıldığının somut göstergeleri olmuştur. İsrail basınında açık şekilde Türkiye’nin güneyinde Lazkiye’den denize çıkışı olan Kürt devletinin kurulmasının İsrail için hedef olmasının ilan edilmesi Türkiye -İsrail ilişkilerini geleceği hakkında ayrıca fikir vermektedir. Türkiye’nin İsrail ile rekabet ilişkilerinde karşısında salt Tel Aviv’i değil aynı zamanda ABD’yi de bulacağı izahtan varestedir.  Diğer yandan ikinci kırılma kuzeyimizde dördüncü yılına giren Rusya Ukrayna savaşının Karadeniz’de Türkiye’nin deniz ve kara ülkesine gerek İHA’lar gerekse deniz yetki alanlarında SİHA/İHA ve İDA’lar vasıtası ile genişlemesi olmuştur. NATO’nun Rusya karşıtı şahin kanadı, Türkiye’nin Montrö rejimini tam olarak uygulamasından; Rusya’ya yaptırımlara katılmamasından ve aktif tarafsızlığından memnun değildir. AB, Türkiye’yi ABD’nin Avrupa güvenliğini terk ettiği bir dönemde aktif Rusya karşıtı cephede görmek istemektedirler. Bu nedenle Türkiye’de Rusya karşıtlığını artırmak için baskı, manipülasyon ve sahte bayrak operasyonları yapmaktan çekinmeyen bir cephe mevcuttur. Bu cephe ile güney cephe birlikte değerlendirildiğinde yeni dünya düzenine geçişte Türkiye’nin hem kolektif batının çıkarlarını koruması hem de kendi jeopolitik hedeflerinden vaz geçmesi daha da öte Mavi Vatan, KKTC, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da batının çıkarlarına teslim olması istenmektedir.  Üçüncü kırılma Terörsüz Türkiye sloganı ile başlatılan açılım süreci ile yaşanmıştır. Bu süreç içerdeki birlik ve beraberliği zedelemiş, şehit ve gazi ailelerinin hassasiyetlerini göz ardı ederek kamuoyunun en çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğu bir konjonktürde menfi sonuçlar yaratmıştır. Halbuki Türkiye özellikle 2015 sonrası terörle mücadelede devletin nihai zafer kazandığı gerçeğini halka mal etmiş ve Suriye’de PKK ve uzantıları ile mücadeleye devam ettiği izlenimini yaratmıştı. Bu perspektif dışında ülke içinde yaratılan yeni siyasi atmosfer kamuoyunun desteğini kazanamamıştır.  Tüm bu olumsuzluklara rağmen 2025 itibarıyla dünya düzeni çözülürken, özellikle savunma sanayinde kendi kendine yeterli hale gelen yani kan ile demiri buluşturan Türkiye, çöken Batı hegemonyasına körü körüne bağlanabilecek bir tali aktör değildir. Türkiye’nin önünde duran yol, bir yön seçme meselesi değil; denge kurma, alan açma ve devlet aklını yeniden tahkim etme meselesidir. Türkiye’nin en büyük gücü devrimsel bir silah sistemi değil; eşsiz coğrafyasının kendisine sunduğu hareket serbestisidir. İster NATO ve AB üzerinden batı ile ister Asya güçleri ile bloklaşma Türkiye’yi tek bir hatta sıkıştırır, manevra kabiliyetini kısar ve onu, başkalarının kurduğu denklemlerde reaktif bir aktöre indirger. Türkiye’nin ihtiyacı yeni bloklar değil; çok katmanlı, hassas, akılcı ve deniz merkezli bir denge politikasıdır. Çünkü Türkiye’nin coğrafyası “taraf seçmek” için değil, denge kurmak için olağanüstü olanaklar sunmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin Çin, İran ve Rusya’yla ya da başka aktörlerle kurduğu ilişkileri “yeni bir blok” diye okumak, meseleyi tersten okumaktır. Bu çerçevede denge siyaseti, deniz gücü temelli jeopolitik okuma, stratejik özerklik ve Kemalist devlet aklı ideolojik tercihler olarak değil, Türkiye’nin coğrafyasının, tarihinin ve jeopolitik zorunluluklarının dayattığı asli parametreler olarak önümüze çıkmaktadır. Unutmamak gerekir ki Atatürk de Balkan Antantı ve Sadabat Paktı ile Türkiye önderliğinde doğusunda ve batısında güvenlik kuşakları yaratmış, 26 Nisan 1920 tarihli Lenin’e mektupla Sovyetler Birliği ile belirli bir pakta ve bloka girmeden stratejik ilişkiler başlatmış ve Sovyetlerin cephane desteği ile 3 yıl içinde hem Kafkas seddini kırmış hem de Yunanı denize dökmüştü.  Diğer yandan Türkiye, tarih boyunca büyük güç bloklarının arasında savrulduğu ölçüde zayıflamış; denge kurabildiği, denizi merkeze aldığı ve devlet kurumlarını siyasetin dışında tutabildiği dönemlerde ise güç kazanmıştır. Mavi Vatan yani deniz jeopolitiği merkezli Kemalist vizyon, yalnızca askerî bir savunma doktrini değil, aksine, Türkiye’yi Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e, Ege’den Kızıldeniz ve Libya bağlantılarına uzanan geniş bir coğrafyada jeoekonomik ve jeopolitik bir kurucu aktör hâline getirebilecek bütüncül bir devlet projesi olmalıdır. Deniz gücü, enerji güvenliğini, ticaret yollarını, lojistik ağları ve diplomatik manevra alanını aynı anda genişleten nadir stratejik araçlardan biridir. Türkiye için deniz, bir sınır değil; potansiyel olanaklar alanıdır. Ancak bu potansiyelin önündeki en büyük engel dışarıda değil, içeridedir. İçerideki mandacı zihniyet, stratejik körlük ve dinci–etnik kutuplaşma, Türkiye’nin elindeki en büyük jeopolitik sermayeyi tüketmektedir. Küresel güç merkezlerine eklemlenerek “güvende olunacağı” yanılsaması, tarihsel olarak defalarca çürümüş bir tezdir. Aynı şekilde, kimlik ve din siyasetleri üzerinden devlet aklını parçalamak, Türkiye’yi çok kutuplu dünyanın sert rekabet ortamında savunmasız bırakmaktadır. Devlet, ideolojik kampların değil, milletin ve coğrafyanın çıkarlarının aracı olmak zorundadır. Türkiye, bir yön arayışında değil, bir geri dönüş sürecinde olmalıdır. Bu geri dönüş nostaljik değil, tarihsel ve jeopolitiktir. Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün durduğu yere, yani bağımsızlık, denge siyaseti, deniz merkezli strateji ve milli, laik devlet aklı zeminine tarihsel bir zorunlulukla geri dönmek zorundadır. Bu bir siyasi tercih meselesi değildir. Bu, dünyanın yeniden sertleştiği, hukukun askıya alındığı ve güç dengelerinin çıplak biçimde konuştuğu bir çağda, ayakta kalmanın asgari şartıdır. Türkiye bu hattı izlediği ölçüde oyun kurucu olabilir; bu hattan saptığı ölçüde ise başkalarının oyununda figüran olmaya mahkûm olur. Tarih bu konuda son derece acımasızdır. Kuzey ve güneyden sıkıştırılan Türkiye’nin vermesi gereken mesaj şu olmalıdır: ‘’ Türkiye yalnız değildir, tek bir hatta sıkıştırılamaz; Türkiye’ye uygulanan baskı arttıkça denge alanları daralmaz, tersine genişler.’’  Kuşatma paradigmasının uzak durduğu  senaryo budur. Bu mimari, Türkiye’nin izole edilebileceği, karar veremeyeceği ve sonunda geri adım atacağı varsayımına dayanır. Türkiye, coğrafyası ve tarihini sunduğu fırsat ve olanaklar ile alternatif ortaklıklar geliştirebildiğini ve kriz coğrafyasını genişletebileceğini gösterdiği anda bu varsayım çöker. Buradaki hamle bir “uzlaşma arayışı” ya da “zaman kazanma manevrası” değildir, tam tersine Türkiye’yi belirli bir coğrafyaya hapsedip davranışlarını kontrol etmeyi amaçlayan kuşatma düzeneklerine yönelik sert bir karşı hamledir. Amaç baskıyı simetrik biçimde karşılamak değil, kuşatmanın maliyetini yükseltmek, kapsamını yaymak ve karşı tarafın kontrol kapasitesini aşındırmaktır. 22 Aralık 2025 sonrası Netanyahu’nun yanına Rum ve Yunan liderleri alarak yaptığı hadsiz açıklama sonrası Ankara’nın İran’a verdiği “İran’ın güvenliği bizim güvenliğimizdir” mesajı bu açıdan bir uzlaşma dili değil; kuşatmayı mümkün kılan kabulleri bozan bir irade beyanıdır. Bu, İsrail’in Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi sıkıştırırken İran cephesini “kontrol edilebilir” şekilde ele alma varsayımının reddidir. Türkiye tehdit diliyle değil; kriz coğrafyasını genişletebileceğini, maliyeti yayabileceğini göstererek kuşatma stratejisinin mantığını hedef almaktadır. Bu çerçevede 13 Haziran 2025 tarihinde gerçekleşen İsrail’in sürpriz İran saldırısı sonrası beyan ettiğim ‘’İran düşerse, Türkiye düşer’’ sözlerime eleştiri getiren kesimler de her halde şimdi durumun ciddiyetini anlamış ve devletin kendini koruma refleksi ile doğru hareket ettiğinin farkına varabilmişlerdir. Gelecekte de İsrail’e verilecek mesajın son derece net olması gerekir. İsrail’in gönüllü vassalı Yunanistan üzerinden kurulan baskı mimarisi Türkiye’yi değil, Yunanistan’ı kırılgan hâle getirir. İsrail açısından Yunanistan bir kader ortağı değildir.  Konjonktürel, işlevsel ve gerektiğinde harcanabilir bir araçtır. Türkiye’nin görevi soğukkanlı şekilde kuzeyden ve güneyden kuşatmayı aynı anda boşa çıkarmaktır. Bu ancak askeri ve stratejik kararlılık ile sağlanabilir. Kuzeyde NATO’nun aşırı hevesli bir üyesi olmak yerine Macaristan tutumu örnek alınabilir. Güneyde ve batıda “savaşırız” değil, çıkar alanlarımızdan asla “geri çekilmeyiz” mesajı verilerek süreç kontrol edilebilir. Bu kapsamda içerde birliği, beraberliği, devlete güveni, hukuktan ekonomiye, yolsuzlukla savaştan hukuksuzlukla savaşa kadar her alanda yeniden tesis etmek; Yeni Osmanlıcılık söylemlerinden her alanda kaçınmak esas alınmalıdır. Türkiye bu kararlılığı süreklilikle gösterdiği anda, kuşatma stratejisi askeri olarak değil zihinsel olarak çöker. Çünkü bu strateji savaşmayı değil, karşı tarafın yorulmasını bekler. Türkiye yorulmadığını ve yorulmayacağını göstermelidir.  

Sonuç olarak 2025’in öğrettiği gerçek şudur: Dünya çok kutupluluğa “yumuşak geçişle” değil; sertleşerek girdi. Bu çağda Türkiye’nin bekası, bir bloğa yaslanmakla değil; denge kurabilmekle, denizi merkeze alan jeopolitik akılla ve devlet aklını ideolojilerin üzerine çıkarabilmekle mümkündür. Türkiye’nin rotası Mustafa Kemal’in çizdiği gibi, tam bağımsızlık, denge siyaseti ve deniz merkezli stratejik özerkliktir. Bu korunursa Türkiye oyun kurabilir; terk edilirse Türkiye başkalarının oyununda figüran olur.

Bu duygu ve düşüncelerle tüm okur ve takipçilerimin yeni yılını kutluyorum.

(Yüksek Denizcilik Okulu’nu 1909 yılında kuran merhum Hamit Naci’nin büyük torunu; Mustafa Kemal Atatürk’ün sınıf ve silah arkadaşı merhum Binbaşı Lütfi Müfit Özdeş’in torunu; eski denizaltı Filosu komutanlarından ve Senatör merhum Amiral Rıfat Özdeş‘in oğlu emekli Tarblusgarp ve Kabil Büyükelçisi; 1967 Mülkiye mezunu; Mülkiyespor eski başkanlarından; 2021 yılında Hamit Naci-Mavi Vatan Vakfımızın asli bağışçısı ve kurucusu; “Harici bir Hariciyecinin Not Defteri” isimli kapsamlı kitabın yazarı, çok kıymetli büyüğüm, Dışişleri Bakanlığımızın mümtaz şahsiyeti, E. Büyükelçi Ahmet Müfit Özdeş 23 Aralık 2025 tarihinde sabah saatlerinde Hakkın rahmetine kavuştu. Merhum Büyükelçimizi 24 Aralık 2025 günü önce Heybeliada Camiinde daha sonra da Lozan Zaferi Caddesi No 55’te bulunan Hamit Naci Mavi Vatan Vakıf Binamızın önünde icra edilen törenle Heybeliada kabristanına defnettik. Dışişleri tarihimizde başı dik ve yüksek itibarlı bir yeri olan değerli büyüğüme rahmet, Dışişleri ve Mülkiye camiası ile yaşadığı Heybeliada’daki sevenlerine başsağlığı diliyorum. Rotası cennet olsun.)

Cem Gürdeniz