AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE

Atatürk’ün en büyük eseri Cumhuriyetimizin 100’üncü yıl dönümüne geri sayım başladı. Cumhuriyet kurulduğunda Avrupa savaş yorgunuydu. Fransız devriminden 125 yıl sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşı, önce merkantilizm, sonra kapitalizm ve son aşamada emperyalizmin anayurdu Avrupa’da birbirini boğazlayan imparatorluklar çağını sonlandırmış, hegemonya mücadelesi yeni boyutlara taşınmıştı. İngiltere ekonomisi iflas ettiği halde jeopolitik arenada hala en büyük güçtü. ABD’nin siyasi askeri liderliği küresel düzeyde tam başlamamıştı.

Almanya savaşı kaybettiği için ağır ceza almış ve sonuçlarına katlanmış, Kayzer Hollanda’ya kaçmıştı. Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları yaşam süreçlerini tamamlamıştı. Rusya’da devrim sonrası Çarlık yıkılmış, iç savaş devam ediyordu. Dünya savaşında deniz ile karanın mücadelesinde deniz galip gelmişti. Ayakta kalan tek imparatorluk deniz devleti İngiltere idi. Londra’ya göre Almanya bir daha denize çıkmayacak kadar deniz gücü ve donanmadan uzak tutulmalı, karaya itilmeli, Rusya’da Bolşevik ideoloji yenilmeli, uçsuz bucaksız Rus coğrafyası tekrar İngiliz etki alanına çekilerek Avrasya kazanılmalıydı. Osmanlı Sevr’e mahkûm edilmeli, kritik Anadolu coğrafyası bir daha asla büyük devlet kuramayacak şekilde parçalanmalıydı. Ancak jeopolitik hesaplar gerçeklerle örtüşmedi. Türkler Atatürk’ü çıkardı ve Anadolu yarımadasını bırakmadı. Lenin ve Bolşevikler Rusya’da iç savaşı kazandı.

ALMAN YAYILMACILIĞI

Almanlar savaş sonrası acı çekerken, ceza ve ambargoların toplumda yarattığı iklimi kullanan ruh hastası ve militarist Hitler’i ve nasyonal sosyalizmi ortaya çıkardı. Dünya, 1 Eylül 1939 sabahı tarihinin en büyük yıkımının başladığı, 6 yıl sürecek büyük savaşa uyandı. Kıta gücü Almanya neredeyse 2 yıl içinde panzerleriyle tüm Avrupa’yı işgal etti. 22 Haziran 1941’de Hitler Napolyon’u taklit etti ve Avrasya gücü Sovyetlere saldırdı. Deniz gücü İngiltere’yi denizaltılar ile denizden, Luftwaffe ile havadan vurdu.

ALMANYA’NIN FECİ SONU

1945 yılında Almanya yenildi. Temmuz 1943’te başlayan Kursk harekâtı ile Sovyetlerin batıya ilerlemesi o kadar hızlı gelişti ki, Normandiya Çıkarmasıyla Amerikalılar ve İngilizler batıdan Berlin’e yürümeseydi Sovyet orduları Almanya’yı ezerek Fransa’yı da kurtaracak ve Atlantik kıyılarına erişecekti. Japonya’nın iki atom bombasıyla teslime zorlandığı Pasifik cephesiyle birlikte değerlendirildiğinde deniz kıtayı, 27 yıl sonra bir kez daha yenmişti. Ancak Avrupa’da Sovyet kanı dökülmese Berlin’in düşmesi çok daha uzun sürebilirdi. Dolayısı ile zaferde en büyük insan kaybını 27 milyon kişiyle Sovyetler yaşadı.

AMERİKAN JEOPOLİTİĞİ

Böylece savaş sonunda yeni dünya düzeni kuruldu. Bu düzen Avrupa’yı bir daha aralarında savaşmayacak şekilde yeniden formatlıyordu. Büyük Avrasya Adasının batı yarımadası Avrupa, artık Amerikan ve Sovyet etki alanlarıyla sınırlandırılmıştı. Tarih boyunca din, hanedan, sömürge, ticaret, kaynak, güç ve etki alanları için birbirleriyle savaşan Avrupa devletleri Amerikan ve Sovyet gözetimine alınmıştı. ABD’den kısa süre sonra 1949’da Sovyetler nükleer güç oldu. Daha sonra İngiltere ve Fransa’nın da nükleer güç olmasıyla Avrupa’da nükleer dehşet dengesi kuruldu. Bu denge içinde ABD ve Sovyet etki alanındaki Avrupa devletleri kendi jeopolitik çıkarlarına dayalı doktrinleri terk ederek ABD ve Sovyet jeopolitiğinin araçlarına dönüştürüldü. ABD için temel hedeflerden ilki NATO üzerinden Sovyetleri çevrelemek, ikincisi başta Almanya olmak üzere kendi etki alanındaki Avrupalı devletlerin bir daha ABD kontrolü dışında askeri güç olmasına izin vermemekti.

AB GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI

Jeopolitik mücadeleden arınan Avrupa’ya ekonomik refah devleti modeli uygulandı. AB’nin temeli 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ile atıldı. Birlik birbirlerini 1871’den itibaren karşılıklı olarak öldürmüş Almanya ile Fransa; İtalya ve 3 BENELUX devleti arasında yeni bir ortaklık platformu kurmayı amaçlıyordu. Kömür ve Çelik birliği daha sonra AET ve nihayetinde AB’ye evrildi. Avrupa, ABD’nin gözünde ekonomik bir varlık olmalı, jeopolitiği ve savunması ABD/NATO’ya bırakılmalıydı. Soğuk savaş bitene kadar öyle oldu. Bu arada 1990 yılında birleşen Almanya tarih sahnesine çok daha güçlü çıktı. 21. Yüzyıl başlarken Alman ekonomisi Avrupa lideri olmuş; Çek ve Slovaklar iki ayrı ülkeye bölünmüş; Almanya, Slovenya ve Hırvatistan üzerinden tek kurşun atmadan Adriyatik’ten Akdeniz’e inmiş, 1939 sonunda Hitler işgaline uğrayan Polonya, her yönü ile Almanya’ya bağımlı hale gelmeye başlamıştı. (Her ne kadar ülkemizde bazı AB muhipleri Avrupa’yı jeopolitik rekabet dışında kazan – kazan seçenekler sunan bir ekonomik birliktelik olarak lanse etse de Almanya’nın Avrupa’daki ekonomik üstünlüğünü kullanarak askeri güç kullanmadan kıtada elde ettiği jeopolitik kazanımları da görmezden gelemeyiz.) Soğuk savaşla birlikte Avrupalılar NATO üzerinden büyük bir savaşı kurşun atmadan başarmanın sarhoşluğu içinde küçüldüler. Savaş gemileri, uçaklar, zırhlı birlikler hızla emekli edildi. Sovyet etkisi orta ve doğu Avrupa’da ortadan kalkınca, NATO gölgesinde soğuk savaşı kazanan AB, jeopolitik varlığının farkına vardı. 1993 yılında Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa’nın ortak dış ve güvenlik politikası (CSFP), gündeme geldi. Aynı yıl genişleme kararı aldılar. ABD güdümündeki NATO’nun AB’ye savunma otonomisinin kapısını aralaması, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (ESDI) ile başladı. Bu kimliğin politikaya dönüşmesi (ESDP) ancak 1999 yılında başarıldı.

ASKERİ GÜÇ OLAMAYAN AB

Aradan geçen 23 yılda AB, hırslı birkaç girişime rağmen (Avrupa Ordusu, PESCO vb.) gerek Rusya gerekse ABD karşısında kolektif askeri yeteneklerinin özgül ağırlığını artıramadı. Zira ABD son 77 yılda Avrupa ülkelerini, İngiltere ve kısmen Fransa hariç stratejik tembelliğe alıştırdı. Başkan De Gaulle zamanında hem ABD’nin bu tuzağına düşmemek hem de Amerikan nükleer şantajının figüranı olmamak için Fransa 1966’da NATO’nun askeri kanadından ayrılıp, kendi savunma yeteneklerini geliştirmişti. Avrupalılar kendilerine sunulan neredeyse bedava savunma ve caydırmadan memnun şekilde savunma harcamalarını ekonomik alanda değerlendirdiler, refah toplumu kurdular. Şimdi AB, ticari devletler topluluğundan, güvenlik devletleri topluluğuna geçme durumunda kalırsa karşılaşacakları zorlukların farkına varıyor. Kısacası AB, küresel ekonomik ve siyasi güçler arasında yerini alırken savunma ve jeopolitik alanda söz sahibi olamadı. Bugün bile Ukrayna için ABD yanında NATO şemsiyesi altında bile savaşmaya niyetleri yok. Örneğin Ukrayna ve Avrupa güvenliği konusunda 10 Ocak 2021 tarihinde Cenevre’de yapılacak ABD- Rusya Zirvesine davet edilmediler.

ABD RUSYA İLE YAKINLAŞAN AB İSTEMEZ

Mevcut durum Rusya karşısında Avrupa’nın Amerikasız caydırıcılığını sağlayamadı. Bu durum ABD’nin jeopolitik çıkarlarıyla uyum sağlıyor. Zira ABD, AB ile Rusya yakınlaşmasını ve dolayısı ile Avrasya adasının batısında birliğini sağlamış bir güç istemez. O nedenledir ki, Rusya’nın Avrupa’ya tehdit teşkil edecek şekilde davranması her zaman teşvik edildi. Gürcistan ve Ukrayna’da renkli devrimler, NATO’nun tehditkâr şekilde genişletilmesi ve Rusya’nın 2008 Gürcistan ve 2014 Kırım müdahalelerinin neredeyse teşvik edilecek boyutlarda kışkırtılması bu nedenledir. Rusya ile tam iş birliğine giren ve transatlantik bağlarını zayıflatan Avrupa, ABD için kâbus bir senaryodur. Benzer bir kâbus senaryo, Yunanistan ve Türkiye’nin ABD etki alanından çıkarak Asya etki alanına girmesidir. Her iki senaryoda kıtaya itilen ve denizden uzak tutulan Rusya’nın çevrelenmesi çökecektir.

AB’NİN EMPERYALİST BOYUTU

AB, başta hukuk, yönetim, idare, çevre, eğitim gibi alanlarda yarattığı müktesebat (acquis) ile başarılı bir siyasi/ekonomik varlık olarak değerlendirilebilir. Ancak emperyalist bir yapılanmadır. Savunma ve güvenlik boyutunda ABD’ye tam bağımlı kalmış, emperyalist karakterdeki Atlantik jeopolitiğinin ABD yanında ayrılmaz parçası ve temsilcisi olmuştur. Soğuk savaş bitince bağrında neredeyse soykırım seviyesinde Boşnak katliamlarının yaşandığı Yugoslavya krizine müdahale edememiş, Amerikan silah gücüne muhtaç kalarak geri çekilmiştir. Daha sonra eskiden Sovyet etki alanında kalan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tamamının NATO üyesi olmalarına ve Amerikan etki alanına girerek Rusya’yı kışkırtacak yıkıcı hamleler yapmalarına göz yummuştur. Doğal gazda bağımlı olduğu Rusya ile düşmanlık eşiğini, komşuluk statüsünü de göz ardı ederek soğuk savaş yıllarından daha üst seviyeye çıkarmıştır. 11 Eylül sonrası AB’nin büyük güçleri Fransa, İngiltere ve İtalya Amerikan neocon politikalarına (Terörle Küresel Savaş -GWOT) kayıtsız şartsız teslim olmuş, Neoconların uydurduğu Saddam’ın nükleer silah masalına, yalan olduğunu bildikleri halde inanmışlardır. 2002 sonrası Türkiye, yeni iktidarla neocon ve AB ortaklığından payını almış, Türkiye’nin dönüşüm ve parçalanmasına yönelik hamleler artarda gelmiş, Ergenekon ve Balyoz süreçleri AB ilerleme raporlarında alkışlanmıştır.

ZAYIFLAYAN ABD VE TRANSATLANTİK BAĞ

ABD ve AB arasındaki transatlantik bağlar, Trump’ın başkanlık dönemine kadar güçlü tutulmuş ancak daha sonra sarsıntı geçirmiştir. Covid pandemisi ve gerileyen Amerikan gücünün yansımaları özellikle 2020 sonrası AB ülkelerinde öngörü ve hedef belirleme karmaşası çıkardı. Kayıtsız şartsız Amerikan müesses nizamına bağımlı Avrupa elitleri her alanda dağınıklık sergiledi. 2013 sonrası Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile Avrupa’ya girmesi özellikle orta ve doğu Avrupa ülkeleri ile İtalya’nın Çin ile ileri seviyede iş birliğine girmesi bu karmaşayı derinleştirdi. Üstüne İran, Rusya ve Çin’e uygulanacak yaptırımlar konusu AB içinde ayrışmalara neden oldu. AB, göç sorunu, Rusya ve Çin ile ilişkiler ve hatta Türkiye ile yaşanan Doğu Akdeniz krizinde bile kendi aralarında fikir birliğine sahip olamadı. AB bugün kendilerini bir arada tutan pek çok değeri yitirmiştir. Brexit bunda öncü rol oynamıştır. Günümüzde AB elitleri NATO’suz Avrupa savunmasının zorluğunun farkındadırlar. AGSP gerçeklerden uzaktır. Nükleer caydırmada Fransa dışında garanti kalmamış, Amerika’ya bağımlılıktan kurtulamamışlardır. Macron’un NATO karşıtı söylemlerine rağmen Fransa’nın AB savunmasında öncülüğü kâğıt üzerinde kalmıştır. Almanya’da Merkel sonrası durum karışıktır. Hükümet içinde Kuzey Akım II projesi konusunda bile tam bir oydaşma yoktur. Rusya düşmanlığı AB’yi bir arada tutacak çimento olmaktan uzaktır.

AB VE TÜRKİYE

Avrupa, kültürel ve dinsel olarak öteki olarak gördüğü, savaş tarihinde sürekli mücadele ettiği Türklerle bütünleşmeyi hiçbir zaman düşünmedi. Haçlı seferleri, İspanya, Hapsburg ve Venedik ile Akdeniz mücadelesi, Orta ve Doğu Avrupa seferleri, Yunanistan’ın bağımsızlık savaşı, Türk Rus Savaşları, Birinci Dünya Savaşı gibi sayısız savaş ve mücadele Avrupalının sosyo genetik kodlarında menfi Türk imgesini neredeyse sabitlemiştir. Fransız devrimi sonrasının erken kapitalizm döneminin ürünü, doğuyu üzerinde egemenlik kurulması gereken jeopolitik bir hedefe dönüştüren Oryantalizmin ana ögesi Türkler olmuştur. 19. Yüzyıl başında Almanların Türklere yaklaşması Almanya’nın sömürge paylaşımında geç kalmasının bir sonucuydu. Başka çaresi yoktu. Birinci Dünya Savaşında Sarıkamış’ta, Galiçya’da ve daha nice yerde Alman kanı yerine ucuz Türk kanı akıtılmasına rağmen, İngilizler 11 Arlık 1917’de Kudüs’e girdiğinde sözde müttefikimiz Almanya’da kiliseler kutlama yapmıştı. Savaş sonunda Bakü’ye giren Türk ordusu ile çatışmayı göze aldıkları, doğuda el altından Ermeni Taşnakları destekledikleri de tarihi gerçekler arasındadır. Almanya’nın seçkin Anadolu coğrafyasında güçlü bir Türk devleti istemeyeceği ve bunu önlemek için ABD’nin Rusya’yı çevreleme doktrinine (containment) hizmet edeceği aşikardır. AB’nin başat ülkesi Almanya’nın Türkiye’nin can düşmanı PKK ve İslamcı oluşumlarla, 2016 sonrası FETÖ’ye kucak açması bu bakışın dışa vurumudur. Saklamaya gerek bile duymamaktadırlar. Dolayısıyla Almanya’nın başat güç olduğu bir AB’de Türkiye’nin jeopolitik tavizler vermeden tam üye yapılması hayalden ötedir.

63 YILLIK ALDATILMA SÜRECİ

Türkiye’nin AB üyelik süreci 1959 yılındaki AET başvurusu ile başlamıştır. Bu süreç 1996 yılında Gümrük Birliği ile yeni bir safhaya girmiştir. Böylece AB tarihinde ilk kez siyasi birliğe alınmadan kendi iradesi ile Gümrük Birliğine giren ilk devlet Türkiye olmuştur. 1999 Helsinki Zirvesi ile tam üyelik süreci tetiklendi. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi tamamen AB üyelik sürecine endekslenmişti. AB’nin her alanda istediği tavizler Kıbrıs’tan Güneydoğuya, Ege’den Akdeniz’e; Anayasal düzenden sivil asker ilişkililerine kadar cömertçe verildi ve 2005 yılında katılım müzakereleri resmen başladı. Bu süreç gerek FETÖ yapılanması gerekse ABD desteği ile iktidarın Türkiye’nin kuruluş ayarlarından uzaklaşma sürecini hızlandırdı. Kumpas davalar ile Türk Ordusu ve donanması tasfiye edilirken AB ve üyeleri alkış tuttu. KKTC halkı 2004 yılındaki Annan Planı ile AB üyeliği uğruna jeopolitik geleceğinden vaz geçtiği halde ne siyasi ne ekonomik kazanç elde edebildi. 2016 yazındaki FETÖ darbe girişimini AB ülkeleri destekledi ve kaçakların hemen hemen hepsini siyasi mülteci olarak kabul etti. FETÖ darbe girişimi sonrası Türkiye ciddi rota değişikliğine gitti. Bu tarihten sonra Ankara, AB için bir ortak değil, risk ve tehdite dönüşmüştür. AB’nin Türkiye ye bakışı Ege’den Doğu Akdeniz’e; Güneydoğu’dan Kıbrıs’a kadar her alanda karşımıza siyasi baskılar, ambargo ve abluka tehditleri ile çıkmaktadır.

ASYA YÜZYILINDA AB HEDEF OLAMAZ

Asya ve Okyanus yüzyılının başladığı 21. Yüzyılda Türkiye’nin Asya yönelişi başlamıştır. ABD’nin hegemonik gücü her alanda gerilemektedir. Rusya ve Çin artık küresel siyaseti belirleyici güçlere dönüşmüştür. AB’nin ABD’nin yörüngesinden çıkıp çıkmayacağı savunma yeteneklerinin ve siyasi bütünlüğünün bir fonksiyonu olacaktır. ABD, kendi hegemonik çıkarları için AB ülkelerini başta Almanya, Polonya, Romanya ve Yunanistan’ı vassalları olarak kullanmaya devam edecektir. Ancak Rusya ve Çin karşısında durum üstünlüğü sağlayamayan, kendi içinde çok ciddi demokrasi, ekonomi ve iç savaş tartışmalarını gündeme getirecek kadar hayati kamplaşma sorunları yaşayan ABD, diğer AB ülkelerinde hızla güven kaybına neden olmaktadır. Bu durum söz konusu ülkelerin Rusya ve Çin ile dostane ilişkiler kurmasını engellemede ABD’yi zorlayacaktır. AB de kendi içinde jeopolitik kafa karışıklığı yaşayacaktır. Böylesine bir karmaşık konjonktürde AB’nin Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesi ancak ve ancak Türkiye’nin Atlantik sistem jeopolitiğine boyun eğerek KKTC, Suriye, Libya, Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de tavizler vermesiyle, FETÖ ve PKK soruşturmalarında geri adım atmasıyla mümkün olacaktır. Bu sürecin de ucu açık tutulacaktır. Türkiye tam üye olsa bile 21. Yüzyıl jeopolitiğinin yakıcı sorunlarını AB uğruna kendi aleyhinde sonuçlandırmak zorunda kalacaktır. Bu da mümkün değildir.

21. YÜZYILIN KOŞULLARI KARARSIZLIK KABUL ETMEZ

Yeni yüzyıl konjonktürü, AB- Rusya ve AB -Türkiye ilişkilerinin Rusya ve Türkiye’nin jeopolitik endişelerini tanıyarak ve kabul ederek geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Ukrayna krizinde stratejik üstünlüğe sahip Rusya karşısında yetersiz kalan ABD’ye AB tam destek verse bile kazanan taraf olamayacaktır. Güç unsurları yetersizdir. Türkiye’nin geleceğinde son 63 yıldır dışarıda tutulduğu AB’nin çıkarları değil, Türkiye’nin çıkarları öncü rol oynamalıdır. Türkiye, hayali bir AB üyeliği yerine, coğrafyası, ekonomisi, ticareti ve tarihinin gerektirdiği Avrasya merkezli kendine has çok boyutlu dış ve savunma politikası oluşturmalı ve uygulamalıdır. Türkiye 21. Yüzyılda anti emperyalist tutum içinde kalmalıdır. Bu durum diğer taraftan devletimizi batı karşıtı (anti western) yapmamalıdır. Türklerin Avrupa’ya batı uygarlığı olarak yönelişi Osmanlı Devleti döneminden bu yana devam etmektedir. Türkiye, laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti kimliğini koruyarak batı uygarlığı olarak tarif edilen, evrensel kültür, hukuk, kurallar, insan hakları normları çerçevesi içinde hareket etmelidir. Türk milleti, başta dinin siyasallaşması üzerinden din ile aldatılmaya, yolsuzluklara, kanunsuzluklara, mandacı doktrin altında kayıtsız şartsız gerileyen Atlantik sisteme teslimiyete karşı uyanık olmalı, şartlar ne olursa olsun ülkemizi iç savaş ortamına taşıma potansiyeli olan kışkırtmalara, kutuplaşma tuzaklarına düşmemelidir. Hürriyet ve barış oksijen gibidir, kıymeti kaybedilince anlaşılır. Devletin iktidar ve muhalefeti ile temel görevi vatandaşının can ve mal güvenliğini korumak ve bunu sağlamak için ciddiyet, hakkaniyet ve adalet içinde hareket etmektir. Kazakistan’daki yolsuzlukların ve baskı rejiminin yarattığı iklimin, yabancı istihbarat unsurları ve iç unsurlar tarafından jeopolitik sonuçlara varacak şekilde sömürülmesi ve kışkırtılmasının sonuçlarını bir hafta içinde gördük. Bu durumdan sadece Kazaklar değil devlet ve millet olarak Türkiye ve tüm Türk dünyası iktidarı, muhalefeti, medyası, eğitim dünyası ve tüm kurumları ile ayrı ayrı ders çıkarmalıdır.

(6 Ocak 2021 tarihinde kaybettiğimiz Türkiye’nin yetiştirdiği mümtaz aydın ve öğretim üyesi Prof. Dr. Sencer İmer’in aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum. Tanrıdan rahmet, ailesine, sevenlerine ve dostlarına sabır ve başsağlığı diliyorum.)

(Kitap Tavsiyesi: Yunan Algısında Türk İmgesi. Eğitim Yayınevi. Editörler: Prof. Mustafa Kaymakçı, Doç. Cihan Özgün, Doç. Nilüfer Erdem.)

CEM GÜRDENİZ