1. Doğru Yola ve Güzele Kılavuzlamak Allah’ın Üzerinedir
İnsana Bilgiyi, Doğruyu, Gerçeği İlk Öğreten Allah’tır
“Doğruya ve güzele kılavuzlamak sadece Bizim üzerimizedir (inne aleyna le’l-Hüdâ).
Sonrası da öncesi de sadece Bizimdir.” (Leyl/ 12-13)
Ayette “sonrası” ile kast edilen şey ahret, “öncesi” ile kast edilen şey de dünyadır. Bununla mülkün ve her türlü tasarrufun sadece Allah’a ait olduğu, O’nun kimseye hesap vermeyecek olmasına rağmen insana hidayet etmeyi, onu iyiye, doğruya ve güzele yöneltmeyi, kısaca cennete yol göstermeyi kendi üzerine aldığı kast edilmektedir.
“Hidayet”in,
– İyiye ve güzele önderlik etmek,
– Doğru ve yanlışı ayırmaya yarayan bilgi ve belgeler vermek,
– Elçi görevlendirmek,
– Kitap indirmek,[5]
– Kadın erkek her kişiye selim akıl vermek gibi eylemleri kapsadığını biliyoruz.
“Yolun doğrusu yalnızca Allah’a borçtur. Yolun eğrisi de vardır. “Ve eğer Allah dileseydi, sizi topluca doğru yola kılavuzlardı.” (Nahl/ 9)
Doğru yolu açıklamak Allah’tan, kabul veya reddetmek de kadın erkek her kişinin kendi seçimi ve kararına bağlıdır.
Doğru yolu bulabilmenin, o yol gösterildiğinde ona aklıselim ile teslim olmaktan geçtiği çok açıktır.
Allah’ın, kişiyi hidayete erdirmesi, insanı doğru yol ile tanıştırması onu karşı karşıya getirmesidir.[6]
İşte din öğretim ve eğitimi de burada başlamaktadır.
Seçme ve sorumluluk tamamen kişiye aittir.
* Yine kötü yolu göstermenin hidayet olmadığını da biliyoruz.
Allah Elçileri de dâhil olmak üzere Allah’tan başka hiç kimsenin hidayet yetkisi ve gücü yoktur. Kişi hidayete, doğruya, güzele ulaşmayı isterse, özgür iradesiyle karar verip gereği üzere çalışırsa ancak o zaman Yüce Allah kişiyi doğruya ulaştırır.
Yüce Allah’ın beşerden ilk eğitim ve öğretime tabi kıldığı Âdem’dir. Âdem’in ilk bilgilenen kişi olduğu ayette şöyle geçiyor:
“Ve senin Rabbin, Âdem’e o isimlerin tümünü öğretti (ve ‘alleme Âdem’e’l-esmâe küllehâ).” (Bakara/ 31)
* Ayette yer alan ‘alleme /öğretti fiili, beşerin öğrenme yeteneğine,
* Ayrıca özellikle eşyaya /nesnelere /varlıklara ad verme yeteneğine işaret eder.
Talim /öğretim, kalıp olarak bir süreç içinde öğrenmeyi ifade eder. Ta’limü’l-esmâ’yı /isimleri, ilimleri öğrenmeyi en güzel şekilde Rahman/ 1-4. ayetleri açıklıyor:
“Rahman (yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah), Kur’an’ı /öğrenip öğretmeyi öğretti (‘alleme’l-Kur’ân), insanı oluşturdu, ona hayır ve şerri, iyiyi, kötüyü ayırmayı öğretti (‘allemehu’l-beyân).”
Sözün özü: Bilmek içkin değil, aşkın bir eylemdir. İlahi bilgi “elde edilmiş” değil, “verilmiş” bir şeydir ve kaynağı Allah’tır. İnsanın şerefi Allah’ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır. Bakara/ 31. ayeti, insanın bilgisinin “yoktan var edilmiş (ibda)” değil, “alınmış ve keşfedilmiş (ahz ve keşf)” olduğunu gösterir. Alınan her bilgi sonradandır, geçicidir, sınırlıdır. Ayrıca Bakara/ 31. ayetten yola çıkılarak dilin ilk nüvesinin fiiller değil, isimler /kavramlar olduğu sonucuna varılabilir.[7]
2. Allah’ın Öğretimi, Elçileri ve Vahiyleriyle Kıyamete Kadar Dileyen Herkes İçindir Geçerlidir
“Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız /yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle
– Onu (kişioğlunu) çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık;
– İyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik.
* Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik (inna hedeynâhu’s-sebîl),
* İster kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun (imma şâkiran ev imma kefûran),
* İster nankör ().” (İnsan/ 2-3)
Bu ayetler, Rahman suresindeki, “Rahman, Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı öğretti” ayetlerini açmaktadır. İnsan, önce hiçbir şey değildi; değer verilecek bir özelliği yoktu, açıkça sıradan bir hayvandı. Sonra da ilâhî lütfa mazhar kılınarak kendisine temyiz kabiliyeti; iyiyi, güzeli, çirkini, zararı, yararı ayırt etme imkânı verildi.
Buradaki “çok iyi işitici, çok iyi görücü olmak”, insanın ayırt etme, gidilecek yolu seçme yetisinden kinayedir.[8]
– Allah, insana temyiz yetisini verdikten sonra,
– Elçi gönderip kitap indirerek doğruyu da göstermiş ve
– Kişiyi özgür iradesiyle baş başa bırakmıştır:
“Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör:
“Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inanan kimseler olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yûnus/ 99)
Ayetlerde görüldüğü üzere kişi din /inanç seçmede özgürdür. Din öğretim ve eğitiminde kişinin iradesi, tercihi esastır ve kendisine baskı uygulanamaz. Çünkü dinde zorlama yoktur (Bkz. Bakara/ 257)
“Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin /inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma /sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!” (Kehf/ 29)
“Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir.” (İnsan/ 29)
Burada din öğretimi ve hizmetleri bağlamında inanç, ibadet özgürlüğünün esas, dinde zorlamanın ise yapılmaması gereği ilkesi önümüze çıkmaktadır.
3. Tarihte Din Öğretim ve Eğitimini Her Toplumda Karşılık /Ücret Almaksızın Gerçekleştirenler Tüm Allah Elçileri Olmuştur
“Ve ant olsun ki Biz her millete, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu milletlerden bir kısmına doğru yolu gösterdi, bir kısmına da (kendi tercihleri nedeniyle) sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş?” (Nahl/ 36)
“(Ey Elçi) Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz (Âdemoğullarına mensup) olgun insanlardan başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız haydi Tevrat ve İncil’i bilen bilginlere sorun.”
“Biz, onları (elçileri), hakikatin açık belgeleri ve hikmet yüklü sayfalarla (göndermiştik). İşte sana da bu öğüdü /Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın (li-tübeyyine li’n-nâsi) ve belki onlar da bu sayede iyiden iyiye düşünürler (le’allehüm yetefekkerûn).” (Nahl/ 43-44)
Bu ayetlerde Rabbimiz Kur’an’ın indiriliş nedenini ve gönderdiği elçilerin niteliğini açıklamaktadır. Daha sonra da bu konuya aklı ermeyenleri bu konuyu bilen bilginlere (zikr ehline) yöneltmekte ve onlardan bilgi alınabileceğini bildirmektedir.
Nahl/ 43’deki “Ehl-i Zikr” ifadesiyle hem Kitap Ehlinden Tevrat, vahiy ve din hakkında bilgisi olanlar, hem de Kur’an’ı ve mesajlarını iyice kavramış olan mümin bilginler kastedilmiştir. Zaten “Zikr” sözcüğü hem Tevrat’ın hem de Kur’an’ın niteliğidir:
“Hiç kuşkusuz Biz, o Öğüt’ü /Kur’an’ı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz, onun için koruyucularız.” (Hıcr/ 9)
“De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tâbi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf/ 9)
Demek oluyor ki, sorunu olanlar bu sorunlarını, din eğitimini Kur’an’ı bilenlere iletecekler ve işin doğrusunu Kur’an’dan öğreneceklerdir. Bu noktaya birçok kez temas edilmiştir:
“İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi /dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.” (Bakara/ 213)
“Ve Biz, sana Kur’an’ı, sırf hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri onlar için açıklayasın diye (li-tübeyyine lehum) ve iman edecek bir topluma bir kılavuz, bir rahmet olarak indirdik.” (Nahl/ 64)
Nahl/ 44 ve 64. ayetlerde geçen “b-y-n” kökünden tebyîn sözcüğü hem “iletme, duyurma, bildirme”, hem de “uygulamalı olarak gösterme /eğitim” anlamında “açıklama”dır. Kur’an’da ilgili ayetler birlikte okunduğunda, Allah Elçisi Saygıdeğer Muhammed’in beyan ve tebyin görevinin sadece “iletmekle” sınırlı olmadığı, uygulamaya konu olan buyrukların nasıl uygulanacağının da, muhatapları Kur’an’la eğiterek bizzat açıklamasının bu görev içinde olduğu görülecektir.[9]
Allah Elçileri Din Tebliği, Öğretim ve Eğitiminden Ücret Almadılar
İlk din eğitimi veren öğretmenler Allah Elçileridir. İnsanlık tarihinde her toplumda hak din öğretim ve eğitimi veren Allah Elçilerinin din eğitim ve öğretiminde yaptıkları inzar, tebşir, tebyin, irşat, davet ve tebliğlerine karşılık muhataplarından hiçbir şekilde ücret istemedikleri, almadıkları birçok Kur’an ayetinde[10] açıkça bildirilmiştir:
“Bir zamanlar kardeşleri Nuh onlara demişti ki: “Siz Allah’ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah’ın koruması altına girin ve bana itaat edin!” (Şu’ara/ 106-109-110)
“Ve Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.” “De ki: “Ben, buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece ve sadece Rabbine doğru, bir yol tutmayı dileyen kimseler istiyorum.” (Furkan/ 56-57)
“İşte bu, Allah’ın, iman eden, düzeltmeye yönelik işler yapan kullarına müjdelediği şeydir. –De ki: “Ben bu tebliğime karşı sizden yakınlıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.”– Ve her kim bir iyilik-güzellik yaparsa, Biz onun için onda iyiliği-güzelliği artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, karşılığını verendir.” (Şura/ 23)
Yukarıdaki ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, vahyin tebliğine karşılık ücret talebinde bulunmak caiz değildir. Nuh peygamberden Allah’ın son Elçisi Muhammed’e kadar hiçbir elçi, görevinin karşılığında ücret istememiş ve almamıştır.
İlgili ayetlerinden de görmekteyiz ki, Rabbimiz hiçbir Elçisine yaptığı görev karşılığında herhangi bir ücret istetmemiştir. Dolayısıyla, peygamberimizin de kimseden herhangi bir ücret istemesi mümkün değildir. Buna, akrabalarının gözetilmesini, sevilmesini istemek de dâhildir. Zira sonuç itibariyle böyle bir istek de bir çıkardır, menfaat sağlamaktır.
Böyle olmasına rağmen, Şûra/ 23’teki “yakınlarda sevgi istiyorum” ifadesi, peygamberimizin yakınlarına, ehlibeytine sevgi duyulmasını istediği yolundaki asılsız rivayetlerin etkisiyle “yakınlarımı, ehlibeytimi sevmenizi istiyorum” şeklinde yorumlanmıştır. Hâlbuki ayette iyelik belirten herhangi bir zamir veya işaret yoktur. Bu ifade, “Allah’a giden yolu istemeniz, Allah’a yakınlık için sevgi oluşturmanız” anlamındadır. Aksi durum, yani peygamberimizin yakınları için bir istekte bulunması hâli ise mümkün değildir, çünkü böyle bir istek elçilik ilkelerine aykırı düşmektedir. Zaten ayetlerin siyak ve sibakı (öncesi, sonrası) da hitabın hep kâfirlere olduğunu göstermektedir. Muhatap kâfirler olduğuna göre, onlardan bir karşılık, bir ödül beklemek de anlamsızdır. Çünkü kâfirler Muhammed’i Allah Elçisi olarak kabul etmemekte ve onunla kıran kırana mücadele etmektedirler. Böylesi bir çekişmenin olduğu ortamda taraflardan birinin karşı taraftan kendi yakınlarının sevilmesini istemesi ise son derece mantıksızdır.
Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, elçiliklerinin gerçek bir kanıtıdır. Zira elçiler görevlerini sadece hiçbir çıkar gözetmeden yapmakla kalmamakta, bunun da ötesinde, rahat yaşamlarını bırakarak bütün işlerini terk etmekte; adlarının deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmasına göğüs germekte; inanmayan yakınlarıyla ilişkilerinin kopmasını göze almakta ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye de katlanmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçek elçi olmayan birinin geçici çıkarları uğruna bütün bunları göze alması mümkün değildir. Tam aksine, gerçek elçi olmadığı hâlde bu yolla hükümdar ve önder olmak için hareket eden bir kişi, toplumun hoşuna gitmek için onların geleneklerini, önyargılarını kabullenir ve bunlardan yararlanma yoluna gider. Oysa Kur’an’dan öğrendiğimize göre, peygamberimiz sadece bu tür önyargıları kökünden baltalamakla kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu.
Burada din eğitimi, hizmeti bağlamında altın bir kural daha önümüze çıkmaktadır. Din işleri, menfaat, para vb. şeyler karşılığı olmamalıdır.
4. Din Nedir? Din Eğitimi Nasıl Olmalı?
Atatürk’ün, din konusunda yaptıklarını kısaca şöyle özetleyebiliriz: O, dini, Kur’an; Kur’an’ı, din yapmak istiyordu. Tüm düşünce ve eylemleri buna yönelikti. O’nun, “Gerçek İslamiyet’ten uzaklaşanlar kendilerini düşmanlarının ayakları altında bulurlar” ifadesi de bunun çok açık kanıtıdır.
Hak din: “Yüce Allah’ın kullarını hakka ulaştırmak üzere Elçileri aracılığıyla akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve ahret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah’ın koyduğu hükümlerdir.”
Kur’an’da kesin olarak ve açıkça öğrendiğimize göre, Din, Allah’a aittir ve Din, Halis; katışıksız olmalıdır.[20]
“Şüphesiz ki Biz, bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Din’i sadece O’nun için arındırarak Allah’a kulluk et.”
“Dikkatli olun, halis din sadece Allah’a aittir. O’nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: “Allah’ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.” Şüphesiz kendilerinin ayrılığa /anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez.” (Zümer/ 2-3)
“De ki: “Ben, kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah’a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.”
“De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.”
“De ki, “Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır.” –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benim korumam altına girin.–” (Zümer/ 11-16)
“Öyleyse, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoşlanmasa da dini sadece Kendisine ait kılarak Allah’a dua edin.” (Mümin/ 14)
“De ki: “Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O’na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O’na döneceksiniz.” (A’raf/ 29)
Bu ayetlerde konu edilen dinin ihlâsı; dine hiçbir şeyin karışmaması, Allah’tan geldiği gibi tertemiz olması, içinde Allah’ın koymadığı hiçbir inanç ve eylemin bulunmamasıdır. Nitekim Allah’ın Elçisi Saygıdeğer Muhammed’e (as) kendisinin bir hüküm getirmesi, mevcut ilkelerin değiştirilmesi de önerildi. Yine karşılarında bizzat Allah’ı buldular:
“Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahiy olunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” (Yusuf/ 15)
Din eğitimi konusunda ilkeler de şunlar oluyor:
Din, İslam, Kur’an’dır. Kur’an kültürü Müslümanın bilincidir. Din eğitim ve öğretimi de Kur’an’ı Kur’an’dan Kur’anca anlayan, açıklayan öğreten bir eğitim olmalıdır. Din akla, akıllıya hitap etmektedir. Hak dini, Kur’an’ı din olarak anlamak, öğrenmek için öncelikle beyin eğitimi, yani potansiyel selim aklın işletilerek aklıselim hâline getirilmesi esastır. O halde din eğitim ve öğretiminin Kur’an’dan Kur’anca yapılması ancak aklın selimleştirilmesi eğitiminden sonra ve zihinsel olgunluk yaşını sağlayanlara verilmelidir. 12 yaşına kadar kişioğlu ancak somut varlık, konu ve kavramları anlıyor. 12 yaşından 25 yaşına kadar zihinsel olgunluk geliştiği /tamamlandığı için ancak soyut varlık, konu ve kavramlar anlaşılır olmaya başlıyor. Din eğitiminde biyolojik olgunlukla birlikte zihinsel olgunluk da gerekiyor. Nisa/ 6’da bu iki olgunluk kişilik tamamlanmasında baliğ ve rüşd sözcükleri üzerinden açıklanmaktadır. Baliğ olmayan çocuklar için din eğitimi konusunda acele edilmemelidir.
5. Din Eğitimi, Aklı Selimleştirmekle Başlatılmalı?
Kur’an’ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış geliştirme boyutu hususunda ATATÜRK:
“İlahi öğütler Kur’an’ın içindedir.
Biz, Kur’an’ı duvara asmışız ancak tören olarak okuyoruz.
Vaazlarda da din derslerinde de, mukabelelerde de, ölülerin ruhları için de onu hep musiki ile duygulanmak için okuyoruz.
Aklımızla anlayıp, davranış geliştirmek için ise, başkalarının bize, anlattıklarına bağlanıyoruz” demiştir.
Dini ve onun asli kaynağı Kur’an’ı, milli kimliğin oluşmasında en önemli temel unsurlardan biri olduğu gerçeğini Atatürk, şöyle ifade etmiştir:
“Kur’an’ın, insan yaşamında yaptığı en büyük devrimlerden biri,
* Üstünlük ve otoriteyi kişilerden alıp,
* BİLGİYE vermesidir”.
Türk milletini dininden uzaklaştırma düşünce ve eylemlerine karşı ise, şöyle demiştir:
“Milletimiz, din ve dil gibi kuvvetli, iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”[21]
İnsan Allah’a karşı aciz, evrene karşı güçlü yaratılmıştır.
Allah’a karşı aczini idrak ve teslimiyet konusunda önce
– Beyin eğitimine ve
– Kur’an öğretimine muhtaçtır.
İnsan, evrene karşı gücünü ispatla, onu mamur kılmak, kültür, teknoloji ve uygarlık oluşturmak için yine
– Aklını selimleştirmesine ve
– Yaşadığı yüzyılın idrak ve entelektüel düzeyinde bilimin kılavuzluğuna muhtaçtır.
Yaratılış amacına göre her kişinin bu iki kutsal görevi mutlaka aklıselim ile yapılabilir. Her iki görev için beyin eğitimi almak, aklı selimleştirmek öncelikle ve özellikle şarttır.
Allah’ın yolu akıl yoludur, vicdan yoludur. Kur’an’ın anlattığı İslâm dininde aklıselim, insanların hareketlerine yön vermelidir.
Atatürk, insanın beynini, yani aklını, işleterek dinle ilgili doğruyu /yanlışı elindeki Kitap (Kur’an) ile karşılaştırarak bulabileceğini de işaret etmiştir:
“Özellikle bizim Dinimiz için herkesin elinde bir değer ölçüsü vardır. Bu değer ölçüsüyle hangi şeyin Din’e uygun olup /olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.
Hangi şey ki akla, mantığa, halkın faydasına uygundur, biliniz ki, o Bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin faydasına, İslâm’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın o şey dini’dir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyum sağladığı bir din olmasaydı eksiksiz olmazdı, son din olmazdı. Büyük Dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor.
Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların amacı, İslâm’ların, kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?! Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.”(16 Mart1923)[22]
Atatürk bütün konuşmalarında muhataplarını aklını kullanmaya yönlendiriyor. İnsanı yaratan Allah, aklını veren Allah, evreni ve onun işleyişini sağlayan yasaları koyan Allah, dini inanç düzeni olarak insanlığa gönderen Allah olduğuna göre; bunların hepsi akla, mantığa, doğanın yasalarına uyar, aralarında ancak uyum olur, zıtlaşma olmaz, diye açıklamalarında sıkça tekrarlayarak söylüyor.
Son din olan İslâm ve onun kitabı olan Kur’an, aklı işletmeyi herkese farz bir ibadet olarak öncelikle emrediyor:
“Hiç kuşkusuz Biz, size, öğüdünüz /şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız?”(Enbiya/ 10)
6. Atatürk Dönemi Din Eğitiminin Temel İlkeleri
Türk milleti 1919-1922 yılları arasında sürecek uzun bir bağımsızlık savaşına giriyordu. Yeni bir millet oluşturma ve yeni bir devlet kurma görevini yüklenirken Atatürk ve arkadaşları eğitimi en etkili bir araç olarak görüyorlar ve politik, ekonomik, kültürel bağımsızlığın eğitimle yakından bağlantılı olduğunu görüyorlardı.[23]
Atatürk’e göre; eğitim ulusal idealleri besleme, özgür ve ulusal bir devlet oluşturmak, yeni Türk liderlerini yetiştirmek, dinamik ve çağdaş bir toplum kurmak için en önemli araçtı. Bu nedenle bütün gayret ve çabalar, yeni oluşturulmaya çalışılan eğitim sisteminin, çağdaş, millî, demokratik ve laik esaslar üzerine oturtulmasına yönelmiştir.[24]
Atatürk dönemi din eğitimi felsefesi de genel eğitimin üzerine dayandırılmaya çalışılan temel esaslar içinde gelişmiştir.
Eğitimin genel esasları içerisindeki millîlik özelliği diğerlerini kuşatıcılık özelliğine sahiptir. Atatürk, yeni devleti oluştururken onu, ne doğulu ne batılı herhangi bir düşünce veya ekonomik doktrinin mahkûmu olmayan, gücünü millî bilinç ve kültürden alacak bir kuruluş olarak canlandırmak istiyordu. O, 15 Temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi dolayısıyla öğretmenlere yaptığı konuşmada Türk çocuğuna verilmesi gereken eğitime değinirken:
“Şimdiye kadar izlenen tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarih-i tedenniyâtında /gerileme tarihinde en mühim bir neden olduğu görüşündeyim. Onun için bir millî eğitim programından söz ederken eski devrin hurafelerinden ve fıtri /yaratılış özelliklerimizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelecek tüm etkilerden tamamen uzak, millî seciye ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü millî dehâmızın tam olarak gelişmesi ancak böyle bir kültürle sağlanabilir”[25]
diyerek eğitim felsefesinde millîlik unsurunun ağırlıklı nokta olması gerektiğine değinmiştir. Atatürk nutuklarında, millî bir eğitimin ağırlıklı olacağını ancak dinî eğitimin de bundan ayrılmayacağına işaret etmektedir. Örneğin, 1920 yılında Atatürk, “Maarif işlerindeki amacımız çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her anlamıyla dinî ve millî bir hâle koymak…” [26] derken, 1922’de de köylü eğitiminden söz ederken “bütün köylüye okumak yazmak ve vatanını, milletini, dinini…”[27] tanıtacak kadar öğretilmesinden söz ederek, eğitimin millî ve dinî olması özelliklerini bir arada belirlemektedir.
Yine bu konuda Atatürk, “bir kere millî eğitim ilke olarak alındıktan sonra onun dilini, yöntemini, yönetimini, araçlarını da millî hâle sokmanın gerekliliği tartışılamaz olur. Millî eğitimle geliştirilen, olgunlaştırılan bu kafaları bir yandan da, paslandırıcı, uyuşturucu, gereksiz, saçma sapan inanışlar düşünüşlerle doldurmaktan da özenle sakınmak gerekir”[28] demiştir. Çünkü O’na göre,
“Gerçek İslamiyet’ten uzaklaşanlar, kendilerini düşmanlarının ayakları altında bulurlar”.[29]
Atatürk’ün bu söylemleri o dönemin din eğitim-öğretiminin felsefesi konusunda ciddi ipuçları vermektedir. Aslında onun din hakkındaki görüşleri ve millî eğitimden ne anladığı ile ilgili düşünceleri ve yaptıkları dikkatle incelendiği zaman, millîlik özelliği önde ancak din kimliğinin gelişebilmesi için de aklıselimle temellendirilebilen bir din eğitimi ve öğretiminin temel esaslarını oluşturduğunu görüyoruz.[30]
7. Din Eğitimi Konusunda Bazı Öneriler
* Okullarda “karşılaştırmalı dinler tarihi” ve “Kur’an’ı Kur’an’dan Kur’anca öğrenme” eğitimine;
* Diyanet İşleri Başkanlığınca halka “Kur’an’ı Kur’an’dan Kur’anca öğrenme” eğitimine öncelikle yer verilmelidir.
* Tevhidi Tedrisat Kanunu (öğretim birliği) ve Laiklik, eğitimde temel dayanak olmalıdır.
* Hiçbir şekilde din eğitimi bağlamında devletin dışında kurum ve kuruluşa asla yer verilemez. Mezhep, tarikat, cemaat vb oluşumlara halkın din eğitimi bırakılamaz.
* Her tür eğitim ve öğretim anadilde Türkçe yapılmalıdır. Yabancı dille özellikle din eğitimi de yapılamaz. Yabancı dil öğrenmek ayrı, yabancı dille eğitim ayrı ayrı şeylerdir.
* Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ve Türk Dilinin bilim ve eğitim dili olarak kullanılması ile birlikte dinde öze dönüş uygulamaları yeniden bir sentezle devlet politikası olarak gerçekleştirilmelidir.
* Atatürk’ün başlattığı, dini Kur’an; Kur’an’ın din edinilmesi uygulaması sürdürülmelidir.
* Özellikle din eğitiminde kişinin, biyolojik ve psikolojik gelişimi dikkate alınmalıdır. İnsan 12 yaşına kadar somut nesne ve kavramları anlar, öğrenir. 12 yaşından 25 yaşına kadar soyut kavramları anlama, öğrenmesi oluşmaya başlar. Hukuken reşit olma yaşı olarak belirlenen 18 yaş soyut kavramların eğitiminde dikkate alınmalıdır. Nisa/ 6. ayeti ile de bu konuya baliğ ve rüşd sözcükleri üzerinden dikkate çekilmektedir.
* “Dinde zorlamanın olmayacağı” Kur’an ilkesi mutlaka ödünsüz uygulanmalıdır.
* İçinde inzar-tebşir, tebliğ, tebyin, davet, irşat, salat, cihat vb. sözcüklerin geçtiği ayetlerde bu işlerin hep Kur’an’la yapılması vurgulanmıştır. Bu sözcüklerin hepsi eğitim ve öğretimle ilgilidir. O halde din eğitim ve öğretimi Kur’an’la Kur’an’dan Kur’anca, çağın kitle iletişim araçlarından yararlanarak yapılması gerekir.
* Kur’an, içinde hangi bilim dallarına işaret varsa, o bilim dalları uzmanlarınca o tür ayetler aklın, bilimin ışığında incelenmelidir. Bunlar topluma yayınlarla ulaştırılmalıdır.
* Demek ki doğru olan ve dinin tek kaynağı olan Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Kur’an’a giderek dini yeniden tanımak gerekiyor. Din adına tek hüküm koyucu Allah’dır. Allah tek yetkili olarak iletilerini Kur’an aracılığıyla insanlığa eksiksiz, çelişkisiz, ayrıntılı, tam ve açık bir biçimde göndermiştir. Bu gerçekleri belirleyip KUR’AN İSLÂM’INI benimseyip onaylamak, Allah dışında hiçbir kimsenin hüküm koyucu olarak kabul edilmemesi gerekir. Din eğitiminde bu gerçek öncelikli olmalıdır.
* “Allah’la Aldatmak” olumsuz, bâtılı /şirki dinleştirmek olduğundan bunun da yalan üzere algı operasyonlarıyla yürütülen eğitimi vardır. Bireyi ve toplumu bu konuda koruyucu tedbirler ve aydınlatıcı uyarılar,yayınlar yapılmalıdır.
Şeytanı tanrı şerri /şeytanlığı din edinenlerin şerrinden korunmak için Allah’ı Rab, hayrı, adaleti, barışı, sevgiyi din edinmek isteyenler özellikle Kur’an’ı Kur’an’dan Kur’anca anlatan bir din eğitimine ihtiyaç duyacaklardır. Atatürk:
“Din lüzumlu bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur”[31] demişti.
O halde Din eğitimi önce aklın selimleştirilmesi için gereken yapılmalı ve sonra zihinsel olgunluğa erişen gençlere, zorlama, dayatma uygulanmaksızın Kur’an’dan Kur’anca verilmelidir.
SEDAT ŞENERMEN
Kaynakça
[5] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.1, s.201.
[6] Sedat ŞENERMEN,
* Bilim ve Kur’an Dilinde KALP /AKIL, İstanbul, 2014, Togan Yayınları;
* Aklın Kaynağı İSLAM’DA BEYİN, İstanbul, 2014, Nergiz Yayınları.
[7] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı KUR’AN, İstanbul, 2013, s.15-16.
[8] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.8, s.151.
[9] Mustafa İSLAMOĞLU, Hayat Kitabı KUR’AN, İstanbul, 2013, Düşün Yayını. s.444.
[10] Bkz. Sebe’/ 47; Sad/ 86; Maide/ 67; Yusuf/ 104; Şuara/ 127, 145, 164, 180; Ya-Sin/ 21; Yunus/ 72; Hud/ 29, 51; Kalem/ 46, Tur/ 40.
[20] Hakkı YILMAZ, Kur’an Işığında Halis Din ve Dinde Elçilerin Yeri, İzmir, 2018, 3.Baskı, s.10.
[21] Sedat ŞENERMEN, Atatürk, İslam ve Laiklik Halifeliğin Kaldırılması, İstanbul, 2017, s.17.
[22] Sadi BORAK, Atatürk ve Din, İstanbul, 1962 s.33; Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, s.66-71; Dr.Bekir BİÇER, Modernist Müslüman Mustafa Kemal, Ankara, 2008, s.257-261; Hakimiyeti Milliye, 21 Mart 1923; Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal’in İslam /Kur’an Kültürü, İstanbul, 2013, s.66.
[23] Andreas KAZAMİAS, Education and The Quest for Modernity in Turkey, Chicago Press, 1956, s.115’den aktaran: Prof.Dr. Recai DOĞAN, “Atatürk Dönemi Din Eğitimi”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü ATATÜRK DÖNEMİ (1920-1938), (Kitabı içinde), Ankara, 2009, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, c.1, s.471.
[24] Eleanor BİSBEE, The New Turks, Pioneers of The Republic: 1920-1950, Philadelphia: University of Pensilvania Press, 1951, s. 85-86’dan aktaran: Prof.Dr. Recai DOĞAN, “Atatürk Dönemi Din Eğitimi”, c.1, s.471.
[25] Bkz. Maarif Vekâleti Mecmuası, Sayı:2, s.114; Hâkimiyet-i Milliye, 17 Temmuz 1921, s.2.
[26] Hâkimiyet-i Milliye, 19 Ağustos 1920, s.2.
[27] Kemal Atatürk Diyor Ki, İstanbul, 1951, Varlık Yayınları, s.83.
[28] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, s.2.
[29] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c. II, s.139.
[30] Prof.Dr. Recai DOĞAN, “Atatürk Dönemi Din Eğitimi”, c.1, s.472, 473.
[31] Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.206.