Bazı anlar vardır ki, yaşadığımız can ve mal kayıpları hayatı yeni baştan sorgulamamıza sebep olur.
Hastalık ve ölümün acımasızlığından üzüntü duyarız ama elden hiçbirşey gelmez.
Hani deriz ya!.. Ölüm gelmiş cihane baş ağrısı bahane.
Hayatın akışına kaptırmış bir şekilde, oradan oraya savrulup duruyoruz.
Sevdiklerimizden biri yitirildiğinde acılar çekiliyor ve kendimizi bir an için büyük bir boşlukta hissediyoruz.
Ergeç hepimizin başına gelecek olan hakikatle karşılaşana kadar, nerede sonlanacağımızı sormak aklımızın köşesinden bile geçmiyor.
Ta ki ateş düştüğü yeri yakana ya da insanın kendi başına gelene kadar.
Dünyaya baktığımız zaman,gördüğümüz aslında sadece büyük bir resim.
Tehlike ve çalkantılarla dolu bir gezegende, insanı ürkütecek şekilde sayısız şiddet olayları.
Yoğunlaşan düşmanlıklar, çıkar odaklı güç çatışmaları ve yaratılan kaotik ortam.
Küresel salgının yarattığı yoksunlukları hissettiğimiz günümüzde alabildiğine gerçekleşen suçlar ve yaratılmaya çalışılan savaş ortamları…
Yeryüzünde toplu ölümlere yol açmış olan ve sonuçları itibariyle de büyük hasarlar bırakmış olan Dünya Savaşlarını bile anımsamak istemiyoruz.
Sıradışı olayların yaşandığı bir dünyada yaşadığımızın farkında bile değiliz.
Bunlara ilave,dünyayı sevk ve idare edenlerin umut vermeyen ben merkezli halleri.
Ya çevremizde olup bitenlere, kayıtsız kalmamıza ne demeli?
Bir varmış, bir yokmuşcasına…
Ölümsüzlük üzerine yapılan tüm araştırmalar, insanın neden ve nasıl yaşlandığına dair sorulara cevabını bulamazken, hayatın hangi evresinde bağın kopacağı hala gizemini koruyor.
Uzun yaşamın özlemini çekiyor ama onca uyarıya rağmen gerekli tedbiri almıyoruz ya da alamıyoruz.
Beden ve ruh sağlığımızın düştüğü anda,beklenen sonla karşılaşmamız bir noktada kaçınılmaz oluyor.
Yaşamın kıyısında hissediyoruz,kendimizi böylesi durumlarda.
Ölümle ya da hastalıkla karşılaştığımızda, daha çok erken değil mi? diye hayıflanıyoruz sonra da…
Sadece kendimiz olsa neyse…
Ya bir de başkalarını etki altına almışsak!..
Empati yoksunu, kaygı bozukluğu ve iletişim eksikliği yaşıyoruz.
Ne anlaşılıyoruz ne anlamaya çalışıyoruz ne merak ediyoruz ne de sorguluyoruz!..
Pozitif ilimden uzaklık, etik değerlerden yoksunluk, Nirvana’ya ulaşma hali.
Yanılgılarımızı hiç hesaba katmadan avara kasnak misali aynı yerde duruyoruz.
İnsanın öğütüldüğü, insanı öğüttüğümüz bir dünyada yaşayıp duruyoruz, adam sen de dercesine.
Duygusal ve kültürel zekadan uzak, vahşi bir ormanda korkuya dayalı bir kültüre mahkum edilmişiz.
Artık öyle bir noktaya geliriz ki, yeni arayışlara adım atmaya çekinir, bunu da kendimize çok görürüz.
Vazgeçilir gibi değil bu medcezirler…
Bir daha mı?.. Gidenler gelmediğine göre.
Hayal kırıklıklarımız ne kadar büyük olsa da, ümidimizi hep canlı tutmalı ve yeşertmeye çalışmalıyız.
Yapmamız gereken sadece ve sadece kendimize gelmektir.
İnsan olmak zor şey.
İnsanı insan eden meziyetlerin yok edilme çabası, yine insanlar tarafından berhava edilecektir, günü geldiğinde.
Ne diyordu, Orhan Veli “Hürriyete Doğru” şiirinin dizelerinde…
Birden, Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; Bayramlar seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi? Gelin alayları, teller, duvaklar, donanmalar mı? Heeeey! Ne duruyorsun be, at kendini denize; Geride bekleyenin varmış, aldırma; Görmüyor musun, her yanda hürriyet; Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; Git gidebildiğin yere.
Beklenmedik bir şekilde aramızdan ayrılan; beni büyüten, dert ortağım ve sırdaşım teyzem Zehra Aksoy’a Allah’tan rahmet dilerim. Mekanı cennet olsun. Sonsuza kadar özleyeceğim…
İSMET HERGÜNŞEN