19. Yüzyıl bitip 20. Yüzyıl başlarken Britanya İmparatorluğu yayılmacı siyaseti sonucunda dünyanın kara alanlarının ve nüfusunun neredeyse dörtte biri ve denizlerinin de tamamına yakınını kontrol eder hale gelmişti.
Kuzey Amerika’daki kolonileri Amerika Birleşik Devletlerine dönüşerek elden çıkmış olmasına rağmen imparatorluk dünyanın tartışmasız en büyük ekonomik, askeri gücü ve bilim ile sanatın da merkeziydi. İmparatorluğun bu noktaya gelmesinde ise Hindistan’ın rolü büyüktü. O zamanki Hindistan’ın yüzölçümü, ülke şimdiki Pakistan ve Bangladeş’i de kapsadığından, tüm Avrupa kıtasının yarısından biraz azdı ve Türkiye’nin beş katından büyüktü. Nüfus yönünden baktığımızda ise 1800 yılında Avrupa nüfusu 150 milyon civarındayken Hindistan 200 milyonun üzerindeydi. İşte İngiliz imparatorluğunun vaz geçilmez parçası Hindistan bu derece önemliydi ve onlar da bu önemin fazlasıyla farkındaydılar. Koskoca memleketi sistemik bir şekilde sömürgeleştirdiler.
Sömürünün büyüklüğünü anlamak için rakamlara bakmak yeterlidir. Hindistanı fiilen yöneten Doğu Hindistan şirketinin yeni kurulduğu 1650 yıllarında Hindistan’da kişi başına düşen milli gelir 736 Dolarken İngiltere’nin aynı tarihte kişi başına düşen milli geliri 904 Dolardır. Enflasyona göre düzeltilmiş hesapla aynı rakamlar 1871 yılına gelindiğinde Hindistan 526 Dolara düşerken İngiltere 3629 Dolara fırlamış olarak görülmektedir. Hintli vatandaşın geliri üçte ikiye yakın azalırken İngiliz’inki dört kat artmıştır.
Hindistan’ın ekonomik kaynakları ve her zaman sayıca yetersiz olan milli İngiliz kara ordusunun bölgeden oluşturulan birliklerle ciddi biçimde takviye edilmesi ülkenin imparatorluk için vazgeçilemez bir değere ulaşmasına neden olmuş ve Londra ne pahasına olursa olsun burayı koruma stratejisini oluşturmuştur.
Görüldüğü gibi İngiltere imparatorluğun devamı için Hindistan’a her açıdan muhtaçtı ama yine yüz milyonlarca Hintliye karşı sadece on binlerle sayılabilen bir İngiliz yönetici kadrosu vardı. 1830’lu yıllara gelindiğinde ortaya çok ciddi bir yönetici sorunu çıkmıştı ama İngilizler yönetimi az sayıda da olsa var olan eğitimli Hintlilere bırakmaya razı değillerdi. Kendi adetlerine aşina olan bir sınıf oluşturulması için eğitime ağırlık verilmesine karar verildi ama eğitim dilinin ne olacağı konusunda bir tartışma çıktı.
Bir grup siyasetçi eğitim dili Hintçe (Hindistan’da o zaman da şimdi de konuşulan dil sayısı çoktur, halihazırda 22 resmi dil kabul edilmiştir. Buradaki Hintçe’den murad Hindî dilidir) olsun derken diğer bir grup bu dilin şimdi Pakistan’da konuşulan Urduca olmasını savunuyordu.
Tartışma elbette Hintlilerin daha iyi bir eğitim alması üzerine değil, eğitim almış olanların daha sonra İngiltere ile ilişkilerinin nasıl olabileceğinin hesabı üzerineydi. Bu eğitimli kişilerin sömürgeciliğe karşı çıkmaları ve İngiliz yönetimine baş kaldırmaları olasılığı kabul edilemezdi.
Sonradan İngiltere’nin en kapsamlı tarihlerinden birini yazacak olan ve bir dönem de savunma bakanlığı yapan edebiyatçı ve meclis üyesi Thomas Babbington Macaulay konuya el attı ve 1834 yılında İngiliz avam kamarasına bu konuyu karara bağlatan bir rapor sundu. Raporun 34. maddesi şöyle demektedir.
“Şimdi bizimle yönettiğimiz milyonlarca insan arasında iletişim kuracak yeni bir sınıf yetiştirmemiz gerekiyor. Bu sınıf kanı ve ırkı Hintli ama zevkleri, görüşleri, ahlakı ve düşünce yapısı olarak İngiliz olmalıdır. Ahalinin konuştuğu dillerin gelişimini ve bu dillerin Batı dillerinden alınmış teknik terimlerle zenginleşmesini ve bu yolla bilginin büyük kitlelere ulaştırılmasını işte bu sınıfa bırakabiliriz.”
Böylece Hindistan’daki yüzlerce milyon insanın yönetilmesi amacıyla oluşturulacak yerli yönetici sınıfın dilinin İngilizce olması kabul edildi. Bu sınıfın kanı ve ırkı Hintli ama ruhu yani Macaulay’in tabiriyle “zevkleri, görüşleri, ahlakı ve düşünce yapısı” İngiliz olacaktı ve bu planı o derece başarıyla yürüttüler ki Macaulayizm diye bir terim bile türedi ve bunu bir silah olarak başka yerlerde de kullanmaya başladılar. Çok ama çok kalabalık Hindistan Macaulayizm için biçilmiş kaftandı ama Macaulayizm bıçağının iki ağzının da kesmesi mümkündü. Yani İngiliz meşrebinde yetişmiş gençler eğer bir gün uyanacak olurlarsa başlarına daha büyük dertler açabilirlerdi. Bu sorunu da önce bu tür programların varlıklarını gizleyerek ve sonra da uyanır gibi olanları bir şekilde bertaraf ederek çözme yoluna gittiler. Nasılsa eğitilecek çok çocuk vardı ve aileler çocukları bu “iyi” eğitim veren okullara girsin de üç kuruş daha çok para kazansın diye boğazlarından kesip eğitim masraflarını karşılıyorlardı. Bedava eğitim almaya hak kazanacak olan en akıllılar ise belirli bir sınav sistemi içinde yerlerini buluyorlardı.
Böylece Hindistan ve bazı başka ülkelerde “yabancı eğitim dili” denen olgu ortaya çıktı. Yabancı dil eğitiminden bahsetmiyoruz. Bir ülkenin en “iyi” okullarında fen derslerinin ve bazı okullarında bazı sosyal derslerin yabancı dilde ve özellikle İngilizce öğretilmesinden bahsediyoruz ki bu sistemin savunucuları yabancı teknik terimlerin öğrenilmesinin o teknolojiye daha kolay ulaşılabileceğini iddia etmekteler. Tabii bunun tersi de geçerli.
Zaten T. B. Macaulay’de bunu söylüyordu. Kendi dilinde fen okumayan öğrenciler bilgilerini o dili bilmeyen diğer toplum katmanlarına aktaramayacakları gibi düşündüğü dilde eğitim görmemenin verdiği zihinsel daralmaya da maruz kalacaklardı. Halbuki kendi dilinde fen dersi almış ama yabancı dile de vakıf birisi hem yabancı dildeki fenni gelişmeleri izler hem de bilgisini kendi dilinde toplumuna aktarabileceği gibi düşüncelerini ve hayallerini bilim süzgecinden daha kolay geçirebilir, içsel bir bütünleşme kurabilirdi. Bu içselleştirmeyi yapamayınca da o toplumda bilimsel, teknik ve kültürel ilerleme hem kısıtlı oldu hem de sadece belirli kesimlerle sınırlandı.
Bireysel zihni daralmayı toplumsal ekonomik gelişmenin yetersizliğinin temel nedeni olarak tespit etmek mümkün olmamakla birlikte teknik, bilimsel ve kültürel gelişmenin toplumsal servet miktarıyla olan nedensel bağını da inkar olanaksızdır.
Bilgiye sahip olmayan toplumların fakirliğe mahkum olmaları bir gerçek, Macaulayism diye bir şey de var.
Gerisini hesaplamak bize kalıyor.
M. Süheyl Konuksay