Dünya 4,5 milyar yaşında. Modern insanın atası Homo Sapiens 300 bin yaşında. Tek tanrılı dinler 3000 yaşında. Avlayıcı toplayıcı ilkel insan ne zaman ki tarıma geçti işte o andan itibaren ihtiyacından fazlasını üretmeye ve artı değere sahip olmayı öğrendi.
TEK TANRILI DİNLERİN DOĞUŞU
Tarıma geçişle yerleşiklik, düzene dayalı yaşam ve yönetim ihtiyacı ortaya çıktı. Refah ve nüfus arttı. Yönetici sınıf güçlendi. Büyük tesadüf olsa gerek tek tanrılı dinlerin vahiy yolu ile inmesi tarım devrimini izledi. Böylece Krallar, Sultanlar, Derebeyleri vb. yönetici egemenler kendi güçlerinin yanına inancın gücünü de ekledi. Hem Tanrının yeryüzündeki gölgesi hem de yeryüzündeki maddi alemin yöneticisi oldular. Böylece kabaca 3000 yıl önce MÖ 13. Yüzyılda Mısır’da ortaya çıkan Yahudilik ilk tek tanrılı din olarak Musa’ya bildirilen 10 emir ile insan hayatına girdi. Ardından Hristiyanlık ve İslam geldi. Din Savaşları yoğunlukla çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişle başladı. Tek tanrının tüm dinlerde aynı olmasına, tüm dinlerin amacının benzer olmasına rağmen Tanrıya ve onun yaşam sonrası vadettiklerine erişmek isteyenler aralarında sürekli savaştı. Din uğruna ölmenin kutsanması sonucu savaş ve öldürmek dinen ve ahlaken meşrulaştırıldı ve tek tanrılı dinler aklı alt ederek üstünlük mücadelesinde inanç için kanlı çatışmaları göze aldı. Yazılı tarihin kaydettiği en uzun süreli savaşlar her zaman din savaşları şeklinde cereyan etti. Tek tanrılı dinlerin çok tanrılı paganlarla savaşları, din değişimine zorlayıcı savaşlar; Haçlı seferleri, Katolik -Protestan savaşları, Katolik -Ortodoks savaşları, Şii -Sünni savaşları tarihin değişik dönemlerinde karanlık, kanlı ve karmaşanın tablosu ile yerini aldı.
TEOPOLİTİK VE JEOPOLİTİK
Böylece akan yüzyıllar içinde Jeopolitik ve jeoekonominin güçlü eksenlerinin yanına teopolitik dahil edildi. 1096 ile 1272 yılları arasında Papalık emrindeki Katolik Hristiyanlar Ortadoğu’ya yönelik icra ettikleri 9 ayrı Haçlı Seferinde yüzbinlerce Müslümanı öldürdü. Tüm haçlı seferlerinde öldürülen 3 ayrı tek tanrılı din takipçilerinin sayısı 1,5 milyon olarak tahmin ediliyor. O yıllarda dünya nüfusu 300 milyon idi. Bugüne bir orantı yapılırsa 8 milyar dünya nüfusunda 40 milyon kişiden bahsedebiliriz. Hristiyan dünyası özellikle Avrupa, 16 ve 17. Yüzyılda kendi aralarında Katolik -Protestan savaşlarında çok kan kaybetti. Örneğin 1572’de Katolik Fransız Devleti Protestan Hugenotları katletti. İspanya Hollanda savaşlarının temel nedeni Katolik Protestan çatışmasaydı. Britanya Adaları Viking (Norman) istilasından sonra kendi aralarında sürekli din savaşları yaşadı. VIII.Henry’nin bir gönül sorunu üzerine 15. Yüzyılda Anglikan Protestan Kilisesini kurması üzerine daha sonra kanlı Katolik-Protestan iç savaşları yaşandı. Bugün bile savaş düzeyinde olmasa da halen Kuzey İrlanda’da Katolik Protestan çekişmesini yaşanıyor.
WESTPHALIA ANLAŞMASI VE YENİ BAŞLANGIÇ
1648 yılında imzalanan Westphalia Antlaşması’ndan önce Hristiyan Avrupa kaos ve savaş içindeydi. Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) Alman nüfusunun üçte birinden fazlasını ortadan kaldırmıştı. 1524 Alman Köylü Savaşı ile başlayan din savaşında da 300 bin Protestan köylü öldürülmüştü. Dinsel ayrılık ve çatışmalara ilk kez dur diyen Fransa oldu. Fransız Kral IV. Henry 1598 tarihli ünlü Nantes Fermanı’yla din alanında hoşgörüyü tesis ederek Fransa’da reform yaptı. 50 yıl sonra Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda bu savaşlara katılan ve dönemin büyük devletleri olan Hapsburg İspanya’sı, Hapsburg Avusturya’sı, İsveç, Danimarka ve Fransa ile bazı küçük Alman Prenslikleri değişik zamanlarda bir araya gelerek bugünkü uluslararası ilişkilerin temelinin atıldığı Westphalia Barış Anlaşmasını hayata geçirdiler. Ülkelerin egemenliği, iç işlerine müdahale etmeme, modern diplomasinin tesisi gibi prensipler kabul edildi. Ancak en önemlisi Westphalia ile Hristiyan devletler mezhep ayrılıkları için savaşa son verdiler. Böylece Avrupa’da din savaşları önlendi. Anlaşma ulusal devlet egemenliği ilkesini temel hak olarak tanıdı. Anlaşma sonrası oluşan düzen ile Avrupa, modern zamana geçti. Ancak ulus devletin ortaya çıkmasına daha zaman vardı. 1789 Fransız devrimi ile hem ulus devlet ortaya çıkacak hem de demokrasinin vaz geçilmezi laiklik devlet sisteminde yerini alacaktı.
EMPERYALİZMİN ARACI OLARAK DİN
Emperyalizm ulus devletleri parçalamak için etnik yapı ile dini kullanır. Reform sürecini tamamlamış Hristiyan dünyasında din temelli çatışma dönemi Westphalia ile sona erdi. Kuzey İrlanda ile soğuk savaş döneminde Polonya’yı hariç tutarsak, emperyalizm ilgi ve çıkar alanlarında kendine rakip gördüğü Hristiyan ülkelerdeki Hristiyanları dini kullanarak artık birbirine düşürmüyor. 19. yüzyıl başında Emperyalizm aşamasına geçen İngiliz Kapitalizmi için en önemli hedef başta kıta Avrupası olmak üzere çıkarları olan coğrafyaları parçalı tutmak ve kendisine rakip olabilecek ittifak sistemlerini önlemekti. Bunu Avrupa’da değişik izm’ler üzerinden başardıkları gibi Osmanlı İmparatorluğunun topraklarını Ermeni, Rum, Arap, Kürt, Dürzi, Şii, Sünni, Ortodoks, Protestan, Katolik vb. etnik ve dini bölünmelerle başaracaklardı. Kendi ekonomik hegemonyasına bağlamak ve verimli toprakları, başta petrol olmak üzere değerli madenleri sömürmek için Osmanlı toprakları üzerindeki öldürücü darbeleri 1830’da Yunanistan’ı kurmakla başlattılar. Balkanlarda Çarlık Rusya’sının çok önceden başlattığı Ortodoks-İslam çatışması da kullanılarak İngiliz emperyalizmi hamlesini tamamlamıştı. Hristiyan -İslam çatışması ile Balkanlar Türk coğrafyasından koparıldı. Ardından 19. Yüzyılın ikinci yarısında Ermeni ayaklanmaları ile Doğu illerinin koparılma süreci başlatıldı. Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıkmasa ve Sevr dayatılmasına boyun eğse idik doğumuz Anadolu’dan koparılmış olacaktı. Rum-İslam, Ermeni-İslam çatışma süreçlerinden sonra bu kez sözde din kardeşi olduğumuz Araplarla Türkleri ve son tahlilde Kürtlerle Türkleri ayrıştırma süreci İngiliz ve 20. Yüzyıl ikinci yarısından sonra Amerikan emperyalizminin hedefleri ve süreçleri arasına girdi. Kırım Harbi (1853-1856) sırasında İstanbul’da uzun süre kalan İngiliz ordusu Osmanlıdaki tarikat, tekke ve mezheplere kendi etki ajanlarını yerleştirerek İngiliz emperyalizminin kendi tarihinden en iyi bildiği dini ve etnik ayrışmalar üzerinden parçalama stratejisinin tohumlarını attı. 19. Yüzyıl ikinci yarısından sonra Vatikan’ın Anadolu’daki Protestanlığın yayılması ve korunması sorumluluğunu yeni büyüyen taze emperyal ABD’ye vermesi ile Anglosaksonların Osmanlıyı mezhepler üzerinden ayrıştırma süreci hızlandı.
ARAP İSYANLARI
1770 yılında Osmanlı Rus Savaşı sonunda Arap yarımadasında Vahabilerin zayıflayan Osmanlı Sultanını tanımayan başkaldırısı ile başlayan isyanlar süreci Arap aleminin Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz devletinin her türlü desteği ile Osmanlı İmparatorluğuna karşı İngilizler yanında savaşması sonucunu getirmiş ve Osmanlı aynı dinden olduğu halde Araplarla savaşmak zorunda kalmıştır. Sadece Yemen’i elde tutabilmek ve Arap Yarımadasındaki isyanlarla baş edebilmek için Osmanlı bir milyona yakın gencini akan yüzyıllar içinde Arap çöllerinde feda etti. Arapların Türklere karşı yaptığı katliam ve acımasızlıklar Türk tarihinde derin izler bıraktı. Osmanlı Sultanı Birinci Dünya Savaşına İngiltere ve müttefiklerine karşı Cihadı Ekber ilan ettiği halde Araplar Türkleri öldürmeye devam etti.
CUMHURİYET, ULUS DEVLET VE LAİKLİK
Mustafa Kemal Atatürk dinin mezhepsel ayrışmalar ve kışkırtmalar içinde ne denli yıkıcı olduğunu görerek yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, emperyalizmin elindeki en kışkırtıcı iki silah olan dinsel ve etnik bölünmeleri önleyici Cumhuriyeti yönetim şekli olarak seçti. İlk yaptığı iş monarşiyi ve akabinde hilafeti ortadan kaldırmak oldu. Daha sonra laikliği ve Türk milliyetçiliğini cumhuriyetin asli omurgaları olarak belirledi ve 1937 anayasasında yer almalarını sağladı. Bir diğer değişle Türkiye Cumhuriyeti kendi Westphalia’sını 1937’deki anayasası ile ilan etmiş oldu. Bugün de Anayasamızın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’ üncü maddesi hükümleri asla değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal güvence altına alınan laiklik ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı; ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün yani ulus devlet olması emperyalist iç ve dış kışkırtmalara karşı en büyük sigortadır.
DP İLE BOZULAN SOSYAL SÖZLEŞME
1950 yılına kadar bir nevi sosyal sözleşme sayılacak laiklik ve ulus devlet sigortaları toprak ağalarını ve karşı devrimcileri bünyesinde bulunduran Demokrat Partinin iktidarı ile aşırı tansiyon altına girdi. 1952’de NATO’ya girişle birlikte kendi yuvamızı Anglosakson dünyanın karanlık istihbarat dünyasına açtık. En iyi bildikleri dinsel ve etnik temel üzerinden parçalamak olan bu yapı bugüne kadar çok başarılı oldu. 1980 askeri darbesi sonrası demokrasi maskesi ile çoğunluk İslamist politikalara teslim edilen Türk milleti, 1984 sonrası da PKK üzerinden etnik ayrımcılığın kanlı yüzü ile tanıştı. Her iki kanserin de temeli ve taze kanı Anglosakson müttefiklerimizden kaynaklıydı. Zira küresel Amerikan jeopolitiği 4 temel eksen üzerinden gücünü alıyordu. Kenar Kuşak, Okyanusların/Düğüm noktalarının kontrolü, İsrail’in güvenliği ve Enerji jeopolitik eksenleri üzerinde şekillenen bu büyük oyunun elindeki en büyük güç, İslam aleminin geri kalmışlığı, bölünmüşlüğü, kolayca manipülasyonu ve çoğunluk yöneticilerinin boğazlarına kadar yolsuzluğa batmış olmalarıydı. İşin en ilginç yanı bu yöneticiler her ne kadar İslam’ın iki lokma bir hırka felsefesini benimsiyor olsalar da dünyalık yapma konusunda en hızlı kapitalist liberaller ile yarış halinde olmalarıydı. Bu durum haklarında kullanılacak şantaj dosyalarının sayısını imanları ölçüsünde artırdı.
ABD VE İSLAM ALEMİ
ABD, İslam aleminin her alanda geri kalmışlığını ve yolsuzluk kanserini 1979 İran devrimi ve 1980 Afganistan işgalinden sonra kolayca kullandı. 1979 Sovyet işgali sonrası Afganistan’da siyasallaşan İslam komünizmden kurtuluş ideolojisine dönüştürüldü. Çok ilginçtir, ABD, İran’da siyasal İslam’ın nefret odağındaydı. ABD İran’daki siyasal İslam’ın Amerikan nefretini bildiği halde Afganistan’da siyasal İslam’ı Sovyet işgaline karşı kurtarıcı ideolojiye dönüştürecek ve bunda kurduğu Mücahiddin üzerinden çok başarılı olacaktı. Sovyet işgaline karşı savaşacak radikal İslamcılar da yer kürenin her yerinden mücahiddine katılmaya başladı. CIA ve Suudi Arabistan ile 1928 yılında Atatürk Türkiye’sinin laikliğine karşı Mısır’da İngiltere aklı ile kurulan Müslüman Kardeşler örgütü bu akıma her koşulda destek oldu. Afganistan süratle siyasal İslam’ın etki alanına sokuldu. Yeşil Kuşak teorisinin sahibi Amerikalı Stratejist Brzezinski, Marksizm’e karşı, silahlandırılmış İslamizasyonu kullandı. Pakistan’da 1978 yılında darbe ile iktidara gelen Ziya Ül Hak ülkesinde siyasal İslam’ın yükselişini hızlandırdı ve Cinnah’ın modern ve Atatürkçü Pakistan’ını İslami Cumhuriyete dönüştürdü. Sovyet işgali ve iç karışıklık döneminde Pakistan’a geçen çoğu Peştu 1 milyon sığınmacıdan seçilenler savaşçıya dönüştürüldü. Savaş bittiğinde Afganistan’a silah yardımının toplamda 12 milyar dolar olduğu ortaya çıktı. CIA ve Pakistan Askeri İstihbarat Örgütü ISI ile Suudların İstihbarat Direktörlüğü GID bu kanlı sürecin en önemli aktörleri olmuştu. Peşaver bölgesi başta olmak üzere 33 bin medrese açılmıştı. Buralarda çiftçi ve köylü fakir Afgan gençleriyle dünyanın her köşesinden cihat çağrısına gelen binlerce selefî savaşçıyı önce doktrine edip, daha sonra ellerine ağır silahlar verip teröriste dönüştürdüler. CIA tarafından bu dönemde yüzlerce keskin nişancı yetiştirildi ve el yapımı patlayıcı (IED) düzenekleri imal ve kullanma konusunda eğitimler verildi. Medreselerde intihar savaşçılığı teşvik edildi. 14 Nisan 1988’de savaş sona erdiğinde onbinlerce bilinç genetiği değiştirilmiş selefi cihatçı savaşçı Afganistan’ın yeni gerçeği olmuştu. El Kaide, IŞID ve türevlerinin kuluçka merkezi kurulmuştu. Arkası 11 Eylül ile geldi. Böylece CIA, 21. Yüzyılda Sovyetler çöktükten sonra komünizm yerine koyacağı düşman kavramını da buldu. Terör. Özellikle köktendinci terörü. Yeşil Kuşak metamorfoz geçirdi ve ABD kendi eli ile humani hostis yarattı. Bugün emperyalizmin kan kusturduğu, işgal, yıkım, darbe ve rejim değişiklikleri yaptığı ülkeler arasında İslam ve Arap ülkeleri en üst sıralarda. Burada tarihleri içinde laikliğe biraz olsun yaklaşan Irak, Suriye ve Libya gibi devletler de yıkıldı. Bu ülkelerin parçalanma süreçleri öncesinde ulus devlet kurma, modernleşme ve laikleşme skalasında diğerlerine göre üst ligde olduklarını görebiliyoruz. ABD’nin bağımsızlıkçı anti emperyalist siyaset uygulayan ve dinin siyasallaşmasını önlemeye çalışan yönetimleri hedef tahtasına koyduğu bilinen bir gerçek. ABD’nin gözünde iyi huylu veya kötü huylu Müslümanlık kavramı var. ABD çıkarlarına aykırı ise kötü huylu oluyor. Örneğin bugüne kadar Körfez ülkelerinde ABD destekli bir iç savaş yaşanmadı. Dünyanın en geri insan hakları siciline sahip, Vahabi köktenciliğinin kalesi Suudi Arabistan’a ABD’nin demokrasi ihracını hiç duymadık.
İSLAM DÜNYASININ WESTPHALIA İHTİYACI VAR
ABD’nin yarattığı köktendinci İslam kanserinin en önemli laboratuvarlından birisi de Filistin oldu. İsrail 1987 yılında Yaser Arafat ve Filistin Milli Kurtuluş hareketini bölmek için kurduğu Hamas’ın denize kıyısı olan stratejik Gazze’de yerleştirerek kendi kontrolünde dilediği an askerî harekât yapabileceği bir alana dönüşmesine katkı sağlamasını beklerken, bu bölge İsrail güvenliğine en büyük tehdite dönüştü. Tel Aviv’in Siyasallaşan ve militanlaşan İslam’ın Afganistan’da nasıl kontrolsüz bir varlığa dönüştüğünü görememiş ve burada yetişen pek çok militanın CIA kontrolünde dünyanın değişik alanlarında kullanılıyor olmasını görememelerini izah etmek güçtür. Maalesef İslam 1945 sonrası Türkiye’de de emperyalizmin kontrolüne girdi. Komünizme ve Atatürk milliyetçiliğine karşı ideolojiye dönüştürüldü. Türkiye’de 1945 sonrası kurulan İslami derneklerin hemen hemen hepsinin Amerikan yanlısı olması tesadüf değildir. Aynı yıllarda ABD petrol zengini Suudi Arabistan üzerindeki etkisini kullanarak Rabıta üzerinden Müslüman nüfusa sahip ülkelerde laiklik karşıtı eylemlere enerji verdi. ABD ve İngiltere İslam aleminde Westphalia istemiyordu.
DEVLET TERÖRÜ VE İSRAİL
Bugüne gelirsek, İsrail, 7 Ekim Hamas saldırıları sonrası uğradığı baskın ve Hamas’ın yarattığı sivillere karşı acımasız şiddet uygulamasının dehşeti ile Gazze’de acımasız şekilde toplu cezalandırma yöntemi uyguluyor. Diğer bir deyişle Hamas’ın sivillere karşı uyguladığı acımasız terörün karşılığında, intikam içinde gözü dönmüş şekilde masum sivillere devlet terörü uyguluyor. Hamas militanlarına karşı bir kara saldırısı başlatmadan ve Gazze’de temizlik operasyonlarına girişmeden önce bölgeyi tamamen susuz, elektriksiz ve gıdasız bırakarak harekât ortamını şekillendirmek istiyor. Zira yedeklere alınan askerleri eğitimsiz ve tecrübesizdir. Unutulmamalıdır ki İsrail son büyük savaşını 1973’te yaptı. Daha sonraki savaşlar küçük çaplıydı. Pek de başarılı geçmeyen 2006 Lübnan Savaşından sonra son 17 yıldır savaş görmeyen ve konfora alışan bir nesil mevcut. Onların ilk kez Hamas savaşçıları ile karşılaşması riskler içermektedir. İsrail’in Hamas saldırısı sonrası Gazze’yi toplu cezalandırması savaş suçudur. Bu kapsamda Ukrayna’da her gün Rusya aleyhinde savaş suçu ihbarında bulunan ve Devlet Başkanını Uluslararası Ceza Mahkemesinde ( ICC)’de mahkûm ettiren batı dünyası İsrail’e toz kondurmamaya devam ediyor. Bu yapılanın Orta çağda yapılan şehir kuşatmalarından farkı yoktur. İsrail’in arkasına sözde kural temelli (rules based order) demokratik batı dünyasını alarak orta çağ tipi yok etme stratejisi uygulaması 21. Yüzyılda insanlığın karşı karşıya kalacağı savaşların İkinci Dünya Savaşından bile acımasız olacağı sonucunu doğuruyor. Batı, kendi ektiği, yetiştirdiği ve geliştirdiği İslami Köktendinci Terörün daha beterini uyguluyor. İsrail’in ABD Devlet Başkanının talebi üzerine Gazze’ye 20 yardım kamyonunun girişine izin vereceğiz sözünü uzun süre tutmayışı dahi kural temelli dünyanın düştüğü acıklı durumun ispatıdır.
VATAN SAVAŞINDAN DİN SAVAŞINA DÖNÜŞ
İngiltere ve ABD rehberliğinde İslam’ın köktendinci siyasallaşması ve şiddete yönelmesi sürecinden Filistin – İsrail sorunu da payını almaya devam ediyor. 1987’de Filistin mücadelesinde asıl enerji olan Arap milliyetçiliğinin yerine Müslüman Kardeşler Örgütü bağlısı, İsrail ve Anglosakson destekli Hamas, Filistin Halk Kurtuluş Örgütü karşısında konumlandı. Böylece İsrail ve ABD karşısında tek ses olması gereken bağımsız Filistin hareketi bölünmüş oldu. Bugün Hamas, ABD’nin Afganistan’da Mücahiddin’e öğrettiği taktikleri İsrail’e karşı uygulamaktadır. Hamas bugün, Filistin’in FKÖ ve Yaser Arafat ile başlattığı ve 1988’de İsrail’e kabul ettirdikleri seküler, siyasal ve ulusal mücadeleyi, kökten dinci bir merkeze çekmeyi başardı. Vatan savaşına dayalı Filistin davasını, din savaşı olarak gösteren Hamas, zaten siyasal varlığını kutsal kitaplarına dayandıran çoğunluk kökten dinci nüfusa sahip İsrail’de dinciliği daha da canlandırdı. Laik dünyadan uzaklaşan her iki tarafın kontrolsüz şiddete başvurması yangını daha da büyüttü. İslam dünyasında ister Şii ister Sünni olsun köktendinci örgütler ile Yahudi dinci örgütler, bugün Filistin sorununu hukuki, siyasal zeminden sadece kan dökmeye odaklı, sonu gelmeyecek şiddet sürecine sokmayı başardılar. Eğer eğer 1987’de Hamas kurulmasa, İsrail halkını barışa ve toprak tavizine ikna eden İsrail Başbakanı İzhak Rabin 1995 yılında öldürülmeseydi şüphesiz bugün Filistin sorunu çok daha farklı boyutta olurdu. Hamas’ın İsrail’i tanımaması ve şiddete başvurması, İsrail devletini sınırsız şiddet kullanmaya ve bir nevi teröre terör ile cevap veren ve ABD şemsiyesi ile işlediği tüm insanlık suçları affedilen terör devletine dönüşmesine neden oldu. Diğer yandan he her üç dinin merkezi ve dünya kültür mirası Kudüs’ün ABD teşviki ile İsrail’in başkenti yapmak da şiddetin ve çözümsüzlüğün artmasına fırsat sağladı. Bugün İsrail Filistin sorununun çözümsüzlüğünün en büyük nedenlerinden birisi ABD yönetimleridir.
ARAP DÜNYASININ BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ
Arap dünyası Türk devriminden sonra büyük bir uyanışa girmişti. O dönem yetişen askerler ve siyasetçiler Türk bağımsızlık hareketinden etkilendi. Nasır gibi milliyetçi liderler Süveyş Kanalını millileştirecek kadar cesur ve bağımsız davranabildiler. Ancak emperyalizm buna izin veremezdi. Araplar Türkler kadar dayanıklı değildi. Milliyetçilik ve laiklikten süratle uzaklaştırıldılar. Burada, kabile düzeyindeki bölünmüşlükleri, feodal yapıları, tarikat ve mezhep ayrışmaları, Suudi Vahabizmi ve Petro dolar büyük rol oynadı. Bugün 7 Ekim 2023 Hamas İsrail Saldırısı sonrası Gazze’ye uygulanan izolasyon ve katliama varan abluka politikasına karşı Arap aleminin tek ses olamaması ekilen tohumların sonucudur. Bugün ne Arap Birliği ne de İslam Örgütü emperyalizme cevap verecek güç birikimine ve irade disiplinine sahip değildir. Hamas’ın 7 Ekim saldırısının bir nedeni de Arap aleminin Filistin davasına çok uzak kalması ve pek çoğunun dinci İsrail Hükûmeti ile İbrahim Anlaşmaları üzerinden normal ilişikler kurmaya başlamasıydı. Arap devletleri Filistin davasını terk etmişlerdi. Günümüzde 300 milyonluk Arap dünyasından millet çıkamamıştır. Filistin davasında somut politikalar üretebilecek ümmet de olamamışlardır. Araplar laik, ulus devlet modelinde teşkilatlanmadıkları; zengini ve fakiri ile Arap dünyası olarak bir birlik oluşturmadıkları sürece laik ve ulus devlet modeline yüzyıllar önce geçmiş Anglosakson dünyanın kölesi ve figüranı olmaya devam edeceklerdir. Kendi içinde Westphalia gerçekleştirmeyen Araplar barış ve istikrara kavuşamayacaklardır.
TÜRKİYE’NİN GÜCÜ
100. Yılına giren cumhuriyetin en büyük gücü Atatürk’ün çatısını oluşturduğu ulus devlet ve laikliktir. Türkiye’nin 1937 sonrası laikliği anayasasına sokması İslam aleminde bir ilktir. Bir nevi Türk Westphalia’sıdır. Bu sayede ülkemiz kendi içinde din savaşları yaşamadı. Sünni Alevi kutuplaşması Amerikan ve İngiliz istihbaratları üzerinden kışkırtılsa da ülke bu tuzağa düşmedi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası ordu eli ile maalesef İslam’ın siyasallaşması Amerikan aklı üzerinden ülkemizde tam yolla uygulamaya koyuldu. ABD, Türkiye’yi yeşil kuşağa uyumlu hale getirecek politikalarını soğuk savaş sırasında uygulamaya çok önceden koymuştu. Ancak bugün laik direnci son 20 yıllık yoğun baskılara ve kontrol ve denge mekanizması kalamamış Parlamenter sitemine rağmen yüksektir. Türk milleti yaşam tarzından kolayca vaz geçebilecek bir millet değildir. Bugüne kadar hem iç hem dıştan yapılan hamlelere ve tarifsiz ihanetlere rağmen Türkiye laik yapısını korumaya devam ediyor. FETÖ bu politikanın en iddialı sonuçlarından biriydi. Türkiye gelecekte asla ABD’nin din temelli politika kurgularının aktörü veya figüranı olmayacaktır. Cumhuriyetin 100. Yılında Türkiye Atatürk çizgisine ve Kuruluş devriminin ilke ve prensiplerine geri döndüğü ve bu politikayı başta İslam ülkelerine ihraç ettiği sürece Türkiye başını dik tutabilecek, yükselecek ve itibar görecektir. Din temelli dış ve iç politikaların sonucunu Filistin ve Afganistan’dan daha iyi anlatan örnekler olamaz. Bugün Filistin’de çözüm İsrail’in Oslo Sürecinde kabul ettiği iki devletli çözümü kabul etmesi ve karşılığında Sünni Hamas’ın ve Şii Hizbullah’ın İsrail’e tehdit oluşturacak askeri yapılanmalardan ve eylemlerden vaz geçmesidir. İsrail ve Hamas, bir nevi Levant Westphalia’sı olmadan sonu gelmeyecek nihilist bir yoz döngünün içinde karşılıklı kan dökmeye devam edecektir. Bu sürecin küresel jeopolitik dengelerde ABD ve Anglosakson hegemonyanın işine geldiğini hatırlatarak gerçekte İsrail’in ABD çıkarlarından ziyade kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmesi ve barışa karar vermesi zamanının çoktan geldiğini söyleyelim. Türkiye’de Filistin davası üzerinden siyasal İslam propagandası, hilafet çağrısı yapanlarla Mehmetçiği Ortadoğu bataklığına sokmak isteyenlere de Atatürk’ün sözlerini hatırlatalım. “Arap çöllerinde ölecek Mehmetçiğimiz yoktur. Filistin davasına önce Araplar sahip çıkmalıdır. İsrail’in uyguladığı devlet terörüne karşı yapılacak tek şey, İsrail ile siyasi ve ekonomik tüm ilişkilerin kesilmesidir. Bunu yapmadan Mehmetçik Gazze’ye demek şark kurnazlığıdır. Mehmetçik Filistin’e diyenlere soralım: Boşnak Müslümanlar katledilirken ya da Yemen’de son 10 yıldır onbinlerce Şii çocuk katledilirken neredeydiniz? Laikliğe gelince; Laiklik son Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş kaynağıdır. Ümmet değil millet; Kul değil Yurttaş olmanın, hür ve bağımsız nefes almanın reçetesidir. Türkiye’nin iç barışının ve huzurunun anahtarıdır. Türk sosyal sözleşmesinin omurgasıdır. Laikliği ortadan kaldırmak isteyenler Arap ve İslam aleminde paramparça edilen devletlere bakıp ibret alsınlar. Bugün laikliğe karşı söylenen her söz, icra edilen her eylem iç barışa ve toplumsal sözleşmeye indirilen darbedir.
Cem Gürdeniz