Mavi Vatan madenciliği ana vatan madenciliğine benzemesin!

2006 yılından itibaren Türk deniz jeopolitiğine kazandırdığımız Mavi Vatan teriminin içinde vatan kelimesinin geçmesinin temel nedeni ana vatanın ayrılmaz parçaları olan iç sular ve kara suları dışında kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeyi de kapsayan deniz yetki alanlarımızın deniz dibini ve deniz dibinin de altındaki yer kabuğunda canlı ve cansız kaynakların sahipliğini devletimize ve milletimize vermiş olmasıdır. Kıta sahanlığı ana vatanın deniz dibindeki devamıdır. Deniz dibinin ötesindeki yerküre derinliklerinde bulunan gaz hidratlar dahil hidrokarbon kaynakları başta olmak üzere tüm değerli madenler bizimdir. Özellikle ekonomik ve stratejik önemi her geçen gün artan nadir metaller de en az bugünün hidrokarbon kaynakları kadar değerlidir. Bu madenleri içeren kıta sahanlığımız, vatan kadar kutsal ve vazgeçilmezdir.

MAVİ VATAN VE AKDENİZ’DE DENİZDİBİ KAYNAKLARININ KULLANIMI

İsrail, Mısır ve GKRY’nin Doğu Akdeniz gaz keşifleri sonrası  Ankara, Mavi Vatan diplerindeki zenginliklerin çıkarılması için gayretlerini artırdı. 2013 sonrası çok ciddi devlet yatırımları ile 2 adet sismik ve 3 adet sondaj gemisi tedarik ederek büyük atılım içine girdi. Aynı yıl petrol kanunu değiştirilerek yurda yabancı sermaye ve teknoloji transferi çekebilmek için önceden örneği görülmemiş seviyelerde ciddi tavizler verildi. Bu kapsamda içinde çoğunluk yabancı hissedarların bulunduğu firmalara deniz diplerinde bulunacak kaynaklardan elde edilecek gelirin %87’sinin verilmesi ya da kabotaj kanuna aykırı şekilde sismik ve sondaj gemilerimizde yabancı personelin çalıştırılması mümkün oldu. Ancak aradan geçen 10 yıl içinde, yapılan yatırımların ve verilen tavizlerin büyüklüğüne kıyasla ülkemizin Mavi Vatan diplerinden kazandığı katma değer çok azdır. Bu menfi sonuca rağmen Türkiye’nin tarihinde ilk kez donanma ve sahil güvenlik güçleri dışında Mavi Vatan’a yönelişi ve denizlerin değerinin kamuoyunda anlaşılmasına sağladığı katkı, önemli ve büyüktür. Diğer yandan Akdeniz’de 2014-2020 arasında gerek kendimizin gerek KKTC kıta sahanlığı içinde yapılan sismik araştırmalar ile kısmi sondajlardan elde edilen sismik ve morfolojik bilgilerin mevcudiyeti de çok değerlidir. Ancak bu bilgiler ve sahip olduğumuz sismik ve sondaj filosu, Akdeniz’de halkın yararına henüz ekonomik katma değer üretmemiştir. Özellikle 22 Kasım 2020 tarihinde Akdeniz’in açık deniz alanında yaşanan Türk bayraklı konteyner gemisi La Rosaline-A skandalından sonra Akdeniz kıta sahanlığı faaliyetlerimize ara verilmiştir. Bugün için Akdeniz’den deniz dibi madenciliğinden ülke ekonomisine bir katma değer söz konusu değil. Ancak deniz jeopolitiğine sağlanan katma değer yüksektir. Diğer yandan Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise 2007 ‘de ilan ettiği lisans sahalarında KKTC’nin haklarını gasp ederek sismik ve sondaj faaliyetlerine devam ediyor. En önemlisi adanın güney batısında Türk kıta sahanlığına mücavir 1,4,5,6,7 numaralı sahalardan numaralı sahada sondaj çalışmalarını sürdürüyor. Ancak  Ankara,  kıta sahanlığımızın sınırlarını 18 Mart 2020 tarihinde BM’ye deklare ettiği halde ABD ve AB’nin yaptırım tehditleri nedeniyle hakkımız olan alanlarda ne sismik ne de sondaj çalışmaları yapıyoruz.

MAVİ VATAN VE KARADENİZ’DE BİR İLK

Akdeniz’den çekilme sonrası 2020 kışından itibaren kıta sahanlığı araştırmalarında yoğunluk Karadeniz’e verildi. Bu çerçevede Karadeniz’de batı kesimde Romanya deniz yetki alanına yakın Sakarya sahasında doğal gaz rezervlerinin bulunması ve sondaja geçilmesi çok önemli bir gelişmedir. Zira tarihimizde ilk kez kıta sahanlığımız içindeki bir deniz dibi alanından somut fayda elde edilecek süreç başlamıştır. Her ne kadar Enerji Bakanlığı geçen günlerde bu sahadan günde şimdilik 5 milyon M3 doğal gaz çıkarıldığını deklare etmişse de Türkiye’nin günlük gaz tüketiminin yıllık 50 milyar M3, günlük yaklaşık 130 milyon M3 olduğu göz önüne alınırsa söz konusu miktarın son derece sembolik olduğu anlaşılmaktadır. Herşeye rağmen karasularımız dışında bir ilkin başarılmış olması çok önemlidir. Bu kapsamda diğer bir husus, Karadeniz Sakarya gaz sahasına yabancı ortaklarla ne kadar yatırım yapıldığı; rezervlerin gerçek büyüklüğü, sondaj ve sismik gemilerinin işletilmesi ile ilgili finansal bilgiler kamuoyu ile paylaşılmamış olmasıdır. Karadeniz’de Akçakoca’da iç sularımız içinde doğal gaz çıkarılma işlemi günlük 3 milyon M3 olarak devam etmektedir. Sakarya ve Akçakoca birlikte değerlendirildiğinde bugün için Mavi Vatan Türk milletine sembolik de olsa günde 8 milyon M3 doğal gaz tedariği ile hizmet veriyor. Ancak yakın ve orta gelecekte bu miktarın hızla artacağına olan inancımızı belirtelim.

EGE’DE DURUM

Ege’de 11 Kasım 1976 Bern Mutabakatı ile kıta sahanlığında her türlü sismik araştırma yasaklandığından bu denizde de bir faaliyet söz konusu değildir. Buna karşılık Kuzey Ege’de Yunanistan Taşoz Adasının 6 millik karasuları içinde sondaj ve petrol çıkarma faaliyetlerine devam ediyor.

ANA VATANDA MADENCİLİK

Mavi Vatanda durum böyle iken ana vatanda maden arama ve çıkarma faaliyetleri tarihimizde eşi benzeri görülmedik seviyede yoğun ve hatta gelecek nesillerin hem ekolojik hem de ekonomik çıkarlarını zedeleyecek boyutlarda devam ediyor. Türkiye’de gerek hidrokarbonlar gerekse madenlerin aranması, bulunması ve çıkarılmasında iki kurum hizmet veriyor. Bunlar hidrokarbonlar için TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) diğeri de 1935’te Etibank ile kurulan MTA (Maden Tetkik ve Arama) Genel Müdürlüğüdür. (Etibank’ın 2002’de kapatıldığını hatırlatalım.) Her ikisinin bürokratik yönetimi 2018 yılında kurulan MAPEG (Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü) tarafından icra edilmektedir. Madenciliğe yönelik ruhsatlar ve denetimler bu birimin görevleri arasındadır.

MADENLERİMİZ VE NEO-LİBERAL KAPİTALİZM

Madenler milyonlarca yıl süren jeolojik olaylar sonucunda oluşan varlıklar olarak bir ülkenin en önemli zenginlikleri arasındadır. Madenlere sahiplik, devletler arasında savaşlara neden olmuştur. Zayıf ülkelerin zengin kaynaklara sahip olması onları emperyalizm karşısında kışkırtmalara açık hale getirir. Bugüne kadar uluslararsı maden tekelleri zayıf ülkelerin yer altı kaynaklarına sahip olabilmek için iç karışıklık çıkarmış, savaş ve darbeleri teşvik etmiştir. Diğer yandan madenler bir kez tüketildikten sonra yerine yenilerini koyabilme olanağı olmayan kaynaklardır. Bu nedenle rasyonel şekilde işletilmeleri gereken, toplumun ortak mallarıdır. Ana Vatan madenciliği, doğası gereği tarım, akarsu, göl, kıyı, turizm, ormanlık alanlar ve yerleşim birimleri ile her seviyede ve kapsamda etkileşim içindedir. Dolayısı ile yer altı zenginliklerinin çıkarılırken ve işletilirken mevcut ve gelecek nesillerin ekonomik ve ekolojik çıkarlarına uygun şekilde ele alınması gerekir. 4,5 milyar yaşındaki yerkürenin ülkemiz tabanında yer alan maden kaynakları, 1000 yıldır devlet kimliği ile bulunduğumuz bu topraklarda doğmamış nesillerin de servetidir. Bu servet devlet eli ile kontrollü şekilde açığa çıkarılıp kullanılmalıdır. Ancak 1980 sonrası dünyayı etkisi altına alan neoliberal kapitalist sistem, kazanç maksimizasyonu hedefi doğrultusunda yeraltı kaynaklarının devlet kontrolü dışında vahşi ve kısıntısız şekilde çıkarılmasını savunmaktadır. Bu nedenle arkasında gelişmiş emperyalist devletlerin her türlü baskı ve ikna metotları desteğini alan büyük uluslararası ve çok uluslu şirketler, gelişmekte olan ve zayıf ülkelerin maden kaynaklarını yerli işbirlikçiler bularak hoyratça sömürmeye devam etmektedir.

ATATÜRK VE MADENCİLİK

Madenciliğin asıl sahibi devlet olmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk, 1 Mart 1922 tarihinde, büyük taarruza 6 ay varken 1. Türkiye Millet Meclisi Başkanı olarak meclisin birinci dönem, üçüncü toplanma yılı açış̧ konuşmasında madencilik konusunda şunları söylüyordu: ‘’Toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile, ekonomik alandaki teşebbüsleri mali ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak devletleştirmek ekonomik amaçlarımızdan birisidir. Bu arada topraklarımızın altında el değmemiş̧ halde duran, maden hazinelerini az zamanda işleterek milletimizin yararlanmasına açık bulundurabilmek de ancak böyle mümkün olabilir.’’ 1935 sonrası madenciliğimizin MTA ve Etibank gibi kuruluşlar üzerinden devlet kontrollü ve özel sektör yatırımları teşvik edilerek sürdürülmesi benimsendi. Ancak devletin kaynaklarının yetersizliği ve yabancı sermaye yetersizliği nedeni ile beklenen gelişme sağlanamadı.

ABD GÜDÜMÜNDEKİ TÜRK EKONOMİSİ

DP iktidarı sırasında 1951 yılında Türkiye için İktisadi Kalkınmaya Yönelik olarak hazırlanan Barker Raporu Türkiye’nin tarım deposu olarak kalması ve sanayileşmesini ikinci plana atması şartıyla Türkiye’ye kredi verilmesini onayladı. Bu dönemde de madenciliğin devlet eliyle gelişmesi teşvik edilmedi. Rapor şöyle diyordu: ‘’Özel maden arama ve işletme faaliyetlerine yol açacak bir madencilik politikası kabul edilmelidir. Hükûmetin özel sermayeden grupları petrol araştırma ve işletmelerinden uzak tutma politikası yeniden tetkik edilmelidir.’’ Barker raporundan bir yıl sonra Türkiye NATO’ya girdi ve artık ABD’nin etki alanındaki bir ülke olarak ekonomisini ABD yönlendirmesine terk etti.  Buna rağmen 1980 yılına kadar devletin Keynesçi koruyuculuğu az da olsa her alanda devam etti.

12 EYLÜL DARBESİ VE 24 OCAK KARARLARI

24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve sonrasındaki 12 Eylül 1980 darbesine kadar Türk madenciliği devletçi ruhunu koruyabildi. Ancak Başbakan Turgut Özal dönemiyle birlikte ülkemizde sömürge madenciliği dönemine geçiş yaşandı. 1980’ler öncesinde ülkemizde Maden Tetkik Arama (MTA) ve Etibank gibi kuruluşlar aracılığıyla devlet eliyle yürütülen madencilik 1985’te kabuk değiştirdi. 1961 ve 1982 Anayasası hükümlerinde milli madenciliği kollayan hükümler ortadan kaldırılacak şekilde Başbakan Turgut Özal’ın direktifleri ile 3213 sayılı maden kanunu hayata geçirildi ve madencilik ağırlıklı şekilde özel sektöre açıldı. Böylece 15 Haziran 1985 tarihli yeni maden kanunu 24 Ocak neoliberal ekonomi felsefesi altında şekillendirildi. Bu kanun sayesinde 1978 yılında çıkarılan 2178 sayılı kanunla önceden kamulaştırılan maden sahaları dahi eski sahiplerine iade edildi. Böylece büyük küresel yabancı şirketler yerli ortaklar ile 90’lı yıllarda Türkiye’de maden arama-işletme faaliyetlerine yatırım yapmaya başladılar. Bu da yetmedi. Maden kanunumuz öncelikle koruma altındaki tarım, ormanlık ve akarsu havzaları gibi yerlerde arama ve işletme ruhsatı verilmeye yönelik olarak yerli ve yabancı firmalara açılmaya yönelik olarak 2024 yılına kadar 21 kez değiştirildi. Bu değişiklikler ile günümüzde koruma altında olması gereken pek çok yer özel sektörün madencilik faaliyetlerine açık hale geldi. 2024 itibarıyla ülkemizde 6754 maden işletmesi var, bunların 79 adedi devlete ait. Türkiye’de 2004 yılında 138 olan uluslararası sermayeli maden şirketi sayısı da bugün 773’e ulaşmış durumda.

TÜRK MADENCİLİĞİNİN MİLLİ GELİRE KATKISI

Maden zengini ancak işletme fakiri olan Türkiye’de 50 dolayında madensel kaynak üretimi yapılıyor. Bu üretimin milli gelire yarattığı katma değer 2022 itibarıyla 12 milyar USD ile %1,36 civarında. Milli Gelire katkı payı 2002’de %0,82 iken 2022’de % 1,36’ya çıkması başarılı görünse de bu değer hem % 10 olan gelişmiş ülke standardının çok altında hem de doğaya, çevreye verilen geri dönülmez zararlar karşısında maliyet/fayda açısından tam bir felaket. (Madenciliğin büyük zarar verdiği tarım sektörü 2002 yılından itibaren AB uyum süreci aldatmacası altında sürekli küçülmüş olmasına rağmen 2022 yılında milli gelire 45 milyar USD ile % 5 katkı sağlamıştır. Devletin kapsamlı teşvik vermediği denizcilik sektörü 2022 yılında milli gelire 22 milyar USD ile %2,5  katkı sağladı.) 1991 yılında dünyada beher KM2 başına üretilen madenlerin parasal değeri 3080 USD iken Türkiye’de bu değer 1000 USD idi. Aynı yıl maden fakiri Japonya’da bu değer 3229 USD idi. 2022 yılında İtalya’nın sadece mermerden kazandığı kaynak 2,3 milyar dolardı. Madenlerimizin ihracatından 2023 yılında 5,2 milyar USD gelir elde edilirken ithalatımız 8 milyar USD civarında gerçekleşmiştir. İhracatımız ithalatımızı %65 oranında karşılamaktadır.  Devlete ait işletmelerde 13 bin, özel sektöre ait olanlarda ise 131 bin kişi istihdam edilmektedir. Görüldüğü üzere doğa ve çevrede yaratılan büyük yıkım, madencilik kazalarında kaybedilen yüzlerce hayat ve kapitülasyonları aratmayan sömürge madenciliğinin ülkemizin itibarına verdiği zarara rağmen elde edilen gelir son derece düşüktür. Hiçbir ithal girdisine bağlı olmaksızın dünya çapında sahip olduğumuz Bor, Krom, Toryum gibi madenlerin varlığına rağmen devletin madencilik sektörünü çok büyük oranla özel sektöre devretmiş olması Türkiye’yi kaynak zenginliğine ve en uygun ulaşım rotalarının kesiştiği bir ülke olmasına rağmen madencilikte geri bırakmış, aynı zamanda doğayı mahvetmiştir.

RUHSAT SAYILARI

MAPEG istatistiklerine göre Türkiye’de 2023 Aralık ayı itibarı ile 7 grup madende 10,070 işletme, 4693 arama ruhsatı verilmiş. 2008 yılında verilen işletme ruhsatı sayısı 36,098 arama ruhsatı sayısı ise 9,802 adet. Bu denli yüksek bir tablonun doğa ve çevreye verdiği zarar izahtan varestedir. Bugün itibarıyla madenlerimizin çıkarılması sonrası pek çoğu yabancı ortaklı firmalarımızın hammadde üretim izin sayısı 5023’tür. Yabancılara son yıllarda verilen ruhsat izinleri de ayrı bir sorun alanı olarak karşımıza çıkıyor. Temmuz 2019’dan 2020’nin ortasına kadar 546 ihale ile verilen 264 adet ruhsatın 118 tanesinin yabancı şirketlere ait olduğu bilgisi açık kaynaklarda yer alıyor. Bu kapsamda gelen yabancı şirketlerin bürokraside rahatlamak için iktidara yakın yerli bir ortak bulmayı tercih ettiği de bilinenler arasında.

MADENCİLİKTE KAPİTÜLASYON DÖNEMİ

2002 sonrası 1985 tarihli Maden ve Orman Kanunları 21 kez değiştirilerek tarım alanları ile ormanlık alanların vahşi madenciliğe açılması sağlanmıştır. Ancak bu yok ediliş sürecine rağmen milli gelire katkıda ciddi bir artış sağlanamamıştır. Madenlerimizin çok uluslu şirketlerle işletilmesi Lozan Anlaşması ile kurtulduğumuz kapitülasyon belasının bir başka şeklidir. Diğer yandan madencilik faaliyetleri özelleştirilmelerden ve yabancı sermayeye açılmadan önce yöre halkına katkı sağlayacak sosyal bir kalkınma projesi olarak yürütülürken bugün tamamen özel şirketlerin kazanç maksimizasyonuna yönelik yapılıyor. Yöre halkı ise bu kazançtan pay almak yerine yok olan tarım ve orman alanları, kirlenen akarsu havzaları ile karşı karşıya kalıyor. Bugünkü hali ile Maden mevzuatının, pek çok kanaat önderi çevresi ve hukukçu tarafından önceden çıkarılan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Toprak Koruma Kanunu, Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin Aşılatılması Hakkında Kanun ile çeliştiği savunuluyor. Kanaatimce maden mevzuatında temel sorun arama ve işletme izninin verilme yetki sürecinde yöre halkının ve yerel yönetimlerin söz hakkı olmamasıdır. Solunan havadan, içilen suya, sürülen topraktan, ekilen ürüne kadar her şeyin etkilendiği bir süreçte yöre halkının söz hakkının olmaması ileri demokrasi olarak tarif edilen bir devlette oksimoron bir durum yaratıyor. Bu çarpıcı durumu her halde en güzel ifade eden beyanat 20 Nisan 2024 tarihinde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ndan geldi: Bakan şöyle dedi: “Her tarafı yemyeşil, zümrüt gibi olan Anadolu coğrafyasını adeta talan ettik. Ağaçlarımızı yok ettik, ormanlarımızı da kel hale getirdik. Şimdi yeniden bir seferberlik başlatıyoruz” 

GERİLEYEN TARIM VE MADENCİLİK

Cumhuriyetin ilk yıllarında en büyük hedef köylüyü toprakla ve topraklı köylüyü tarımla buluşturmaktı. Ancak toprak reformuna Atatürk’ün ömrü yetmedi. Daha sonra gelen iktidarlar ise zengin toprak ağalarının ve feodal yapının demokrasi maskesi altında, sandık demokrasisi ile Parlamentoya girmesi sonucu kaldıkları büyük baskılar altında söz konusu reformu gerçekleştiremediler. Halbuki dünyanın en mümbit topraklarına sahip Anadolu gıda güvenliğinde sadece kendi kendine yeten bir devlet değil aynı zamanda dünyanın en büyük ihracatçılarından birisi olabilirdi. 2002 sonrası AB havucu ile emperyalizmin tuzağına çekilen ülkemiz çiftçi köylü nüfusunu %35’ten %8’e düşürmeye odaklanarak ciddi hataların kapısını açtı. Bugün tarım ülkemizde tarihte tek örneği Birinci Dünya Savaşında yaşandığı üzere son derece gerilemiştir. Pek çok tarım ürünü ithal ediliyor.  Nitekim Türkiye’nin 18’de biri kadar olan Hollanda bugün modern tarım sayesinde Türkiye’den 10 kat daha fazla tarımsal ürün ihracatı yapıyor. Uğruna tarım alanlarının yok edildiği, ormanlık alanların talan edildiği madenciliğin ülkeye katkısı ise % 1,36.

MADENCİLİKTE TAHKİM TUZAĞI

Çok uluslu şirketler üzerinden Türkiye’ye çekilen yabancı sermaye, karşılaşacağı milli engelleri kaldırılmak amacıyla iktidara yakın ortaklar bulurken çeşitli anlaşmaları dayatır. Sanayi Bakanlığının Uluslararası Doğrudan Yatırım Verileri Bülteni’ne göre, madencilik sektörüne 2018 yılında 81 milyon USD; 2020 yılında 128 USD, 2022 yılında 174 milyon USD giriş sağlanmış. Bu girişlerin normal şartlarda Türk ekonomisine katma değer sağlaması gerekir. Ancak bu girişler aksine çok büyük kar marjları ile çok uluslu şirketlere gelir yaratmaktadır. Türkiye’de yatırım yapan yabancı firmalar anlaşmazlık halinde taraflar arasında akdedilen Çok Taraflı Yatırım Anlaşması ve İkili Yatırım Anlaşmalarına başvururlar. Türkiye de bu anlaşmaları imzalamış ve taraf olmuştur. Olası uyuşmazlıklarda uluslararası tahkime gidilir. Merkezi İngiltere/Londra belirlenen tahkim mahkemelerinde genelde uyuşmazlıklar büyük şirketlerin lehine sonuçlanır. Turkiye lehinde sonuçlanan tahkim mahkeme kararları yok denecek kadar azdır. Aksine ülkemizde maden çıkaran ve işleten yabancı firmalar Osmanlının Duyunu Umumiye Döneminde bile görülmeyecek küstahlık içinde Türkiye aleyhinde davalar açabilmekte, devleti tehdit edecek tutum takınabilmektedir. Böylece, Türkiye’de yabancı sermaye girişi karşılığında sağlanan sömürge madenciliği koşulları sayesinde, Batılı şirketler gelişmiş ülkelerde yapamayacakları her şeyi Anadolu topraklarında uyguluyorlar.  Örneğin Çanakkale’deki üç altın madeninin sahibi Kanadalı Alamos Gold’un yabancı Genel Müdürü ülkemizdeki yatırımlarını ‘’Kanada’ya dolar pompalayacak boru hattına’’ benzetebiliyor. Zira Türkiye’de altını dünya standardının yarısına mal ederek çıkarıp ülkelerine götürüyorlar. Maden Mühendisi Mehmet Torun’un 8 Mayıs 2024 tarihli ve ‘’Kimin Hakkı Kime Veriliyor?’’ başlıklı yazısına bakalım. Şöyle diyor: ‘’Ülkemizde toplam 133 adet altın içeren maden ruhsatı bulunmaktadır. 2019 yılında; 24 ruhsattan 39 ton altın üretimi yapılmış…Bu altının 93.5 kilosunu Devlet Hakkı olarak ödemiş…İşin özeti; 39.000 kilo altının 93.5 kilosu bize, kalanı onlara… Bu da ürettikleri altının yüzde biri bile değil, yüzde 13.75’i hiç değil.’’

SONUÇ

Mavi Vatan’ın deniz dibi kaynaklarından henüz ülkemiz yararına büyük bir ekonomik katma değer üretimi gerçekleşmemiştir. Ancak Deniz Jeopolitiği kapsamında gelecek nesillerin çıkarlarını korumaya yönelik büyük bir kamu bilinci oluşmuştur. Akdeniz ve Ege’de jeopolitik sorunlar illaki bir gün çözülecek ve Türk milleti deniz dibindeki kaynakları ile buluşacaktır. Ancak eğer söz konusu buluşma ana vatandaki sömürge madenciliği tablosuna benzer bir durum ortaya çıkaracaksa, bir avuç çok uluslu şirket ve onların yerli ortakları Türk milletinin ortak zenginliklerini acımasızca sömürecek; milli servetlerimizi yabancıların refah ve mutluluğuna aktaracak; doğasını kirletecek, tahrip edecek ve hatta utanmadan tahkim davaları ile ülkemizin itibarını zedeleyecek boyutlara getirecekse, Türkiye’nin güçlenip olgunlaşmasını beklemek çok daha uygun olacaktır. Bugün için tek dileğimiz henüz emekleme safhasında olan mavi vatan madenciliğinin gelecekte anavatan madenciliğinin bugününe benzememesidir.

Cem Gürdeniz

***********************

KAYNAKLAR

(https://www.mapeg.gov.tr/Sayfa/Madenistatistik

(https://www.mta.gov.tr/v3.0/bilgi-merkezi/maden-dis-ticaret)

https://www.ilerihaber.org/icerik/cok-uluslu-sirketlerin-pencesinde-turkiyede-madencilik-160993.html?timestamp=1711577323

(https://www.ilerihaber.org/icerik/kimin-hakki-kime-veriliyor-161073.html?timestamp=1715200894)

(https://www.ilerihaber.org/icerik/cok-uluslu-sirketlerin-pencesinde-turkiyede-madencilik-160993.html?timestamp=1711577323)