Kurtuluş Savaşı’nın fedakar ve kahraman denizcileri 

’Deniz Cephesi’ne gelince. Tarih olarak yazılmış bazı eserlerimiz mevcut olmakla beraber o tarihlerde karayolları olmadığından doğudan batıya, insan, hayvan ve Karabekir Paşa Kuvvetleri’nin Ermenistan’dan getirilmesi ve İngilizlerin biz Türklere karşı kullanılmak üzere Ermenistan’a verdikleri silah ve cephane ile savaş malzemesinin; Batum limanından ve keza Rusya’dan ayrıca temin edilen silah cephane askeri malzeme ile altın para ve Almanya’dan satın alınan 29 adet uçağı Rus limanları Tuapse ve Novorosysky ’den garp cephesine çerden çöpten küçücük teknelerle, o azgın Karadeniz’i karşıdan karşıya ve doğudan batıya kadar aşarak kara ordumuza 300.000 ton silah cephane ve malzeme taşıyan fedakar denizcilerimizin fert olarak nasıl çalıştıklarını dile getiren bir yazıya rastlamadım.… İnsanoğlu nankördür. Bugün birtakım ne idüğü belirsiz, Kurtuluş Savaşı neymiş, Atatürk kimmiş diyecek kadar hayasızların çıktığı gibi, belki bir gün gelir denizci meslektaşlarıma da ya siz ne yaptınız diyecek olanlar çıkarsa onlara da verilecek cevapta sizlere yardımcı olmak üzere bu hatıralarımı yazmış bulunuyorum yoksa yazarlık iddiası ile ortaya çıkmış değilim…’’

BİR HATIRATIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu satırlar Bahriye Mektebi 1920 mezunu Rumelihisarlı E. Albay Celaleddin Orhan’a ait. İlkini 1981 yılında Deniz Kuvvetleri Kültür Yayını olarak çok az sayıda yayınlanan hatıratının önsözünde bunları yazmış. Daha sonra aynı hatırat, Kastaş Yayınlarından 2001 yılında ‘Bir Bahriyelinin Anıları’ adı altında yayınlandı. Hatırat, Kurtuluş Savaşında Anadolu’ya geçen Bahriye subaylarının Karadeniz deniz nakliyatında yaşadıklarını anlatıyor. Gerçek şudur ki, Mustafa Kemal TBMM Hükümetini 23 Nisan 1920’de kurduktan sonra ilk iş olarak Rusya ile stratejik iş birliğine gitmiştir. Dönemin jeopolitik şartları batı emperyalizminin işgali altındaki iki devleti birbirine yakınlaştırmıştır. Kafkas seddini Lenin ile kırmaktan ve Anadolu’daki Yunan işgalcileri defetmekten başka çare kalmamıştır. Bunun için silah, cephane ve paraya ihtiyaç vardır. Rusya, Ankara Hükümetine yardım eder ve yaklaşık 300 bin ton cephane Rusya’nın Doğu Karadeniz limanlarından başta İnebolu olmak üzere Türk limanlarına taşınır. Bu nakliyatın tesisi ve idamesi ile Pontus çeteleri ile savaşta istihdam edilen bir avuç deniz subayının yaşadıkları pek bilinmez. 

TARİHİN HAKKINI TESLİM ETTİĞİ DENİZCİLER

Yazar Mehti Bayar, ‘’İstiklal Savaşı’nda Türk Denizcileri’’ eserinde şöyle yazar: ‘’Bütün bunlar gözünde tutularak denebilir ki, Sakarya Zaferi de Dumlupınar Zaferi de Türk denizcilerinin ikmal işlerini kusursuz başarmalarıyla mümkün olmuştur.’’ (Mehti Bayar, ‘’İstiklal Savaşı’nda Türk Denizcileri’’ Kenan Matbaası, 1945) Bu işi başaranlar toplamda 233 deniz subayı idi. Bunlar 159 güverte, 68 makine, 5 tabip ve 1 gemi inşa subayı idiler. (Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları 1914-1981 Kastaş Yayınları, 2001) Evet, onlar sayesinde Atatürk, “Gözüm Sakarya’da, Kulağım İnebolu’da” diyebilmişti. Kurtuluş Savaşı’nda ikmal teşkilatının başında bulunan Korgeneral Muzaffer Ergüder’in, 1925 yılında bu başarı için sarf ettiği “Kurtuluş Savaşı’nda bir avuç deniz subayımız olmasaydı ne İnönü’ler ne Sakarya ve ne de Dumlupınar ve de dolayısıyla Kurtuluş Savaşı olmazdı” sözlerine ne eklenebilir ki? (Soner Polat, İstiklal Harbinde Bahriyemiz, Deniz Kuvvetleri Yayınları, 2008)

İSMEN TESPİT EDİLEN KAHRAMAN DENİZ SUBAYLARI

Emekli Amiral ve deniz tarihçisi Afif Büyüktuğrul, önemli eserlerinden birisi olan ‘’Osmanlı Deniz Harp Tarihi 5. Cilt’ inde Kurtuluş Savaşına katılan deniz subaylarını detaylı olarak listeliyor. Büyüktuğrul’un listesinde Güverte sınıfından 1 Yarbay, 12 Binbaşı, 48 Önyüzbaşı, 39 Yüzbaşı, 15 Üsteğmen, 28 Teğmen; Makine sınıfından 2 Yarbay, 16 Binbaşı, 7 Önyüzbaşı, 35 Yüzbaşı, 5 Üsteğmen, 2 Teğmen; Doktorlar arasında 1 Albay, 2 Önyüzbaşı ve 2 Yüzbaşı ile 1 Gemi İnşacı Önyüzbaşı bulunuyor. Amiral Büyüktuğrul kitabında şöyle yazıyor: ‘’Limansızlık, üssüzlük ve müstahkem mevkisizlik yüzünden Anadolu’ya büyük savaş gemisi kaçırmak imkansızdı. Bundan ötürü Anadolu, büyük rütbeli subayların mücadeleye katılmasını istememişti. Fakat küçük rütbeli bol sayıda subay hemen Anadolu’ya koşarak küçük gemilerde, karargahlarda liman reisliklerinde, kara kuvvetlerinin ikmal onarım ve silah yapımı işlerinde vazifeler aldılar. Özellikle Makine Binbaşı Celal’in yaptığı stratejik köprüler mücadeleye büyük hizmetler sağladı, bundan ötürü bu subay da köprücü Celal adıyla tanınmıştı.’’ (Afif Büyüktuğrul, Osmanlı Deniz Harp Tarihi Cilt 5, Deniz Basımevi, 1977) 

KENDİ KENDİNE YETEN DENİZCİLER

Amiral Afif Büyüktuğrul devam ediyor: ‘’İstiklal Savaşı boyunca milli mücadeleye katılan deniz subayları çoğu zaman maaş alamadı. Erlere resmi elbise dahi verilemedi. Kara kuvvetlerinin maaşlarını Sovyet Rusya’dan altın alarak getiren denizciler, maalesef savaşı ona buna muhtaç durumda geçirdiler. Karakışta Karadeniz’in soğuk ve sert rüzgâr ve denizleriyle pençeleşen denizcilerin sırtlarına giyecek palto ya da nöbet kaputları, ayaklarına giyecek fotin ya da ayakkabıları yoktu.  Buna rağmen denizcilerden tek bir şikâyet sözü yükselmemiş, şikayet yazıları onlara komuta eden sorumlu kişiler tarafından yazılmıştı. Bunlar da şikayetlerini aldıkları vazifeler gereği olarak yapmışlardı. Yoksa karada olsun denizde olsun İstiklal Savaşı’na katılan denizcilerin göz önünde tuttukları ana prensip vatanın kurtarılması için gerekli savaş malzemesini güvenle taşıyabilmekti. Elbise ve maaş bulsa da bulmasa da bunu yapmaya çalışacaktı. Bu suretle İstiklal Savaşı başında denizciler kendi işlerini kendilerini görmek zorunda kalmışlardı.’’

28 FEDAKAR TEĞMEN

Söz konusu dönemde Osmanlı Bahriye Nazırlığına maaşla bağlı 1500 civarında deniz subayı içinde Anadolu’da Kuvayı Milliye Cephesine katılan 233 deniz subayı dikkat çekicidir. Diğerlerinin çoğu Haliç’teki kıçtankara gemilerini ve İstanbul’daki sıcak yuvalarını terk etmedi. Maalesef Akhisar torpidobotu gibi, 1920 yılı baharında İngiliz Donanması emrinde Kuvayı Milliye’yi yok etmeye giden, Kuvayı İnzibatiye kuvvetlerini İstanbul’dan Karabiga’ya taşıma şerefsizliğini yaşayan gemiler de oldu. Bu subaylar arasında 28 deniz teğmeni dikkat çekicidir. Teğmenlerin yaşları 18-21 arasındadır. En gençleri 1903 doğumlu 18 yaşındaki Müfit Rıfat’tır. Genç bahriyeliler arasında ilk hareketlenme 1919 kışında son sınıf öğrencileri Emirganlı Ekrem Cafer ile Müfit Nihat okulun dört kürekli kikini (sekiz metrelik ince sandal), yanlarına alt sınıflardan iki öğrenci ve dört mavzer alarak kaçırmaları ile başladı. Gece boyunca kürek çekerek, Heybeliada’dan Yalova’ya geçtiler. Bu kahramanlar bahriyelilere ilham ve güç verdiler. Bu teğmenlerden birisi de Rumelihisarlı Celaleddin (Orhan) teğmendir. Zengin bir ailenin tek oğlu Celal, ilk ve orta tahsilini Bebek’te önce Özel İngiliz Okulunda, sonra Fransız Kolejinde, 1912 yılından itibaren Galatasaray Lisesinde tamamlamış ve 1914 yılında Bahriye Mektebine kabul edilmişti. Sınıf arkadaşı Nazım Hikmet idi. 1920 yılı yazında Kuvayı Milliye’ye katılmaya kesin karar verdiğinde babası ona şunları söyledi: “Evladım görüyorsun, düşmanlar güçlü. Bizimse neyimiz kaldı ki? Gel vaz geç. Düşmanın dretnotlarını görmüyor musun? Üç beş kırık dökük silahla bunlarla nasıl dövüşeceksiniz? Evladım öleceksin, öleceksin yavrum.”   Babasına şöyle cevap verir:’’ Babacığım harbi yapan silah değil insandır. Allah’ımıza şükürler olsun ki o da bizlerde var. Ben gitmeyeyim, o gitmesin peki bu garip vatanı kim kurtarsın? Cepheye gideceğime göre elbette ölümü de düşündüm. Şayet şehit düşersem, arkamdan sakın ağlamayın. Bilakis vatan uğruna şehit olan oğlunuzun babası olarak iftihar edin.’’ 

HEYBELİADA-YALOVA HATTI

1919 Ekim ayında bahriye mektebinde sınıf subayı yardımcısı olan Üsteğmen Abdurrahman Benlioğlu Heybeliada’dan Yalova’ya nasıl silah kaçırdıklarını şöyle anlatıyor: ‘… Karakol Cemiyetinden Ziya, beni Harbiye Nezareti binası içinde gizli çalışan Felah-ı Vatan Grubu’na götürdü. Grupta yemin ederek, Ziya’nın kefaleti ile Bahriye Mektebindeki piyade silah ve cephanesini, emrime verilecek bir motorlu takaya yükleyip Yalova’ya kaçırma planı karara bağlandı.  Aradan geçen üç gün sonunda bir akşamüstü Ziya bir motorlu taka ile okulun mendireğinden içeri, evvelce sözleşmemize uyarak girdi. Gece yarısı civarında okulun önündeki rıhtıma yanaştırdık. O zaman okulda muhafız olarak 40 er ve o civarda hademe vardı. Nöbetçi er, Rahmi isimli mert bir Anadolu çocuğu idi. Onunla evvelce yemin üzerine sözleşmiş ve onayını almıştım. O gün aynı zamanda okulun nöbetçi subayı idim. Gerekli düzeni alarak 50, 60 kişilik bir yardım ekibiyle 480 Mavzer, 120 sandık cephane, 180 Schneider tabanca, 200 kasatura ve palaska, elden ele silah deposundan motorlu takaya taşındı. O gün Yunan donanmasının bir kısmı adı önünde demirlemiş ve mürettebatı adadaki Rum Vasilyadis’in Köşkünde ziyafete davet edilmişti. Yunan denizcileri istimbotla okulun rıhtımına çıkıp ziyafet sofrasına gitmişlerdi. Bereket versin biz işe başlamadan gemilerine dönmüşlerdi. Daha sonra hareket ettik, sabaha karşı Yalova Deresi ağzına vardık, dereden içeriye girdik. Sahile çıktığımızda o bölgenin Kuvay-ı Milliyeci Kara Fatma çetesinin kontrolü altında olduğunu öğrendik. Daha sonra Kara Fatma bir süvari takımı ile geldi. Bir gece bekleyip silahları ertesi sabah Hersek’teki Kumandana teslim ettik. Bu silahlar Kurtuluş Savaşı’nda bir hücum taburunu donatmak için kullanıldı. (Nurcan Bal, Emekli Güverte Albay Abdurrahman Benlioğlu’nun Hatıraları, Deniz Kuvvetleri Yayınları, 2004)

KURTULUŞUN KANI MİLLETTEN, DEMİRİ DENİZ ÜZERİNDEN GELDİ

Savaşın özü kan ve demirdir. Anadolu’nun işgalden kurtulması sürecinde, 1919- 1922 arasında Kurtuluş Savaşının savaş lojistiği yani demiri 233 deniz subayı ve Karadenizli yüzlerce İlyas, Temel, Süreyya’nın çektiği kürekler, hisa ettiği yelkenler sayesinde Karadeniz üzerinden sağlandı. Bölgede bulunan, 5 ton üzeri büyüklükte 28 geminin toplam taşıma kapasitelerinin takriben 7800 ton olmasına karşılık, Sovyetler Birliğinin Batum, Tuapse ve Novorosysky limanları üzerinden, İnebolu, Trabzon ve Samsun limanlarına 46 ayda toplam 300,000 ton harp malzemesi taşındı ve Kurtuluş Savaşı destanı yazılabildi. 300 bin ton malzemenin 180 bin tonu İnebolu’dan taşındı. Yarattıkları kağnı Donanması ile bu kahraman şehre Türk milleti olarak çok şey borçluyuz. Alemdar’da, Gazal’da, Rusumat-4’de ve daha nice çılgın Türk denizcisinin bulunduğu, irili ufaklı onlarca teknede sadece Kurtuluş Savaşının harp malzemeleri değil, aynı zamanda bağımsızlık, hürriyet ve ulusal onur ateşini taşıdı. Denizcilerimiz Kurtuluş’ta Milli Müdafaa Vekaletine bağlı Bahriye Dairesi Reisliği altında örgütlendi. Bu daireye Samsun’da Merkez Liman Reisliği ile Bahriye Müfreze Kumandanlığı, Amasra’da Müstahkem Mevki Kumandanlığı, İnebolu ve Trabzon’da Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlıkları, Karadeniz Ereğli ‘de Bahriye Müfreze Kumandanlığı ve İtalyanların yeni çıktığı Fethiye’de Bahriye İzci Grubu bağlıydı. İşgal edilmeyen kıyılardaki tüm limanların reisleri de Bahriye Daire Reisliğine bağlıydı.

MUSTAFA KEMAL’İN VARLIĞI DENİZCİLERE İLHAM OLDU

Yokluklar içindeki denizciler Mustafa Kemal’e sarsılmaz bir sadakat ve inanç ile bağlandılar ve onun yansıttığı bağımsızlık ve umut ışığında mucizeler yarattılar. Sonunda vatan kurtarıldı. Bugün dahili ve harici güç odaklarının ona saldırmasının ardındaki temel gerçek onun hayal bile edilemeyenleri başarmış olmasıdır. Önce vatan dedi. Dönemin jeopolitik koşullarını çok iyi değerlendirdi. İngiliz İmparatorluğunun savaş sonunda hızla çökmekte olduğunu, İrlanda İç Savaşı ve ekonomik bunalım nedeni ile Türklerle yeniden savaşamayacağını anladı. Üzerimize batıdan sürülen Yunanistan’ı yenmek için silah ve cephaneye; ve doğuda Anadolu ile Türk dünyasının bağlantısını kesen Kafkas Seddini yıkmaya ihtiyacı vardı. Bunları sağlamak için Rusya ile yakınlaştı. Kafkas Seddini birlikte yıktılar. Halbuki daha 1917’de Muş Cephesinde Rus Ordusu ile çatışmış bir kumandandı. Rusya’dan temin ettiği silah ve cephane ve kendi kanımızla işgal güçlerini yenmemizi sağladı. 

ORDULARA VERİLEN DİREKTİF

Dumlupınar Meydan Muharebesi sonunda kazanılan büyük zafer, 16. yüzyıldan itibaren Akdeniz’den uzaklaştırılan Türk milletini yeniden Akdeniz’le buluşturdu. 1 Eylül 1922 sabahı Büyük Türk’ün verdiği ‘’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri’’ emri sadece kara harekatının askeri hedefini değil aynı zamanda Türk’ü Asya kıtasına karaya sürmeye çalışan emperyalizme büyük bir manifestoydu. 9 Eylül sabahı Türk süvarisi İzmir’de Mavi Vatan ile buluştu. Günde ortalama 50-70 km yol katetmişlerdi. Bu büyük buluşma için Mustafa Kemal Atatürk bir yıl sonra verdiği söylevde şunları söylemişti: “Efendiler, Dumlupınar’dan sonra İzmir’de ‘Akdeniz’i, Mudanya’da ‘Marmara’yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Ancak hatırlatmalıyım ki, bugün bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal köyüne gelebilmek için yalnızca Sakarya’dan itibaren harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu tespit ettiğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi yalnızca karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün varlıklarıyla, bilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle, kısacası bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir sınav sahasıdır. Sonuç, yalnızca fiziki gücün değil, bütün güçlerin, özellikle ahlaki ve kültürel gücün üstünlüğünü ortaya koyar. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf, milletçe ve ülkece, bütün maddi ve manevi varlığıyla mağlup edilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olma ve çöküş yalnızca savaş sahasında bulunan orduyla sınırlı kalmaz. Asıl orduya mensup olan millet, korkunç sonuçlarla karşı karşıya kalır..” 

BÜYÜK TAARRUZ’DAN BUGÜNE 102 YIL GEÇTİ

Bugün onun jeopolitik ve siyasi dehasını çok daha iyi anlıyoruz. Orta çağ karanlığındaki yıkılmış ve yağmalanmış bir köylü/tarım imparatorluğundan yepyeni bir Cumhuriyet yarattı. Dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir devrimi başardı. Kurtuluş sonrası cumhuriyet temeli üzerine yükselttiği devrimlerle ümmeti millete, kulu vatandaşa dönüştürdü. Bağımsız ve onurlu bir devletin sahip olması gereken tüm kurumları ve kuruluşları cumhuriyetçi, devrimci, halkçı, devletçi, milliyetçi ve laik prensipler paralelinde hayata geçirdi.   İnsan olmanın onurunu, mutlu ve güvende yaşamanın reçetesini sunan Atatürk bu fikirleri ile sadece Türkiye değil, Türk dünyasına da ışık tuttu. Onun önderliğinle kurtuluş, kuruluş ve devrimler başarılmasıydı bugünün nesilleri ne demokrasi ne de cumhuriyete uzaktan bile yaklaşamazdı. Küresel düzenin Atatürk düşmanı hegemonyanın boyunduruğundan kurtulmaya başladığı günümüzde Türkiye ve Türk dünyasının kurulacak yeni dünya düzenindeki bağımsız ve onurlu yeri Atatürk’ün prensiplerine ve kurucu ideolojiye sahip çıkmakla sağlanır. Türklük ve coğrafyamızın gücünü kullanarak Kurtuluşu ve Kuruluşu başaran Atatürk milletine ışık olmaya devam ediyor. O sonsuzluğa emanet edilmiş olabilir. Ancak bugün milyonlarca Atatürk onun fikirlerini taşımaya devam ediyor. Namuslu, onurlu ve vatan bilinci olan kitleler Türk dünyasında her zaman galebe çalmıştır. Aydınlık her zaman karanlığı yener. Atatürk’ün ruhu aydınlığın membaıdır. Bugün milletçe kutuplaşmış, nisbi olarak fakirleşmiş olsak da;  bir kısım Atatürk’ten, kurtuluş ve kuruluştan vefasızca ve ihanet içinde uzaklaşmış olsa da, Akdeniz’le 8 günde buluşan süvarilerin özgürlük ve kurtuluş ruhu milletin büyük bir kesiminde canlı ve zengindir. 1938 sonrası ondan uzaklaşmanın madden, manen ve ahlaken çöküş yaşattığı sürecin bugünkü aşamasında, küresel, kıtasal ve bölgesel büyük cenderenin yarattığı yok edici basıncın altında onun gölgesi bile bize yeter. 

TÜRKİYE’DE GENÇLİK VAR

1920’de Milli Mücadeleye katılan denizcilerin öncülerinden Deniz Teğmen Celaleddin Orhan’ın şu sözleri Türk gencinin içindeki ölümsüz özgürlük ve onur duygusunu açıklıyor: ‘’Mütareke yıllarında memleket toprakları düşman kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, ordusu terhis ettirilmiş, donanması enterne edilmiş, tersane ve fabrikalarına el konulmuş, hazinesi tamtakır bırakılmış, kalburüstü devlet adamları tevkif edilerek Malta’ya sürülmüş, hükümet idaresi kendilerine taraftar kişiler getirilmişti. Ama yüzlerce asırlar boyu hür ve müstakil yaşamış büyük milletin morali asla sarsılmamıştı. Yenilgiye boyun eğmeyen bir millet yenilmez, silaha sarılır, dağa çıkar, çete olur, çarpışır ölür, öldürür ama asla köle olmazdı. Nitekim o tarihlerde alman devlet reisi Mareşal Von Hinderburg bile kendisini yaş gününde tebriğe gelen Alman gençliğine şunları söylemişti: ‘’Gençlik, evet, Türkiye’de gençlik var, zilleti kabul etmediler.’’ Bugün de kimsenin şüphesi olmasın, Türk gencinin ve Donanmanın Kuvayı Milliye ruhu yerinde duruyor. 1920 şartlarında Anadolu’ya Kurtuluşa Mücadelesine koşanlar her zaman çıkar. O zaman nüfusumuz çok azdı bugün 85 milyonuz. Bu topraklardan ne Mustafa Kemal ne de gençliğin Kuvayı Milliye ruhu sökülemez. O ruh, Kuvayı Milliyenin genç teğmenlerinde 1920’lerin en karanlık günlerinde Heybeliada’da nasıl ortaya çıkmışsa, yine çıkar. O ruhun ölümsüzlüğünü yok edecek ne askeri ne siyasi bir güç mevcut değildir.  Kurtuluş Savaşının cephanesini Rus limanlarından Karadeniz kıyılarına ve oralardan 700 km uzaktaki batı cephesine taşıyan tüm denizcilere, kağnı donanmasının kadın ve erkeklerine büyük minnet, takdir ve saygı duyguları ile rahmet diliyorum. Ne mutlu Türküm Diyene. Ne Mutlu Mustafa Kemal’in geçmiş, bugün ve gelecekteki üniformalı ve üniformasız yüce ruhlu başı dik askerlerine. 

Cem Gürdeniz