Bu yazımızda Cumhuriyet tarihimizin önemli olaylarından biri olan ve bugünümüzü bile etkileyen Bahriye Vekâlet’inin kuruluş ve lağvediliş hikayesini anlatacağız.
Atatürk’ün ileri görüşlülüğü sayesinde, 29 Aralık 1924 tarihinde çıkartılan bir yasa ile kurulan Bahriye Vekaleti ne yazıktır ki 16 Ocak 1928 tarihinde lağvedilmiştir. Bu kısa dönem bile Türk Deniz Kuvvetleri’nin gelişiminde önemli rol oynamıştır. Bakanlık ilk kez Fethi Bey tarafından kurulan ve 22 Kasım 1924 – 3 Mart 1925 tarihleri arasında görev yapan 3. Türkiye Hükümetince hayata geçirilmiştir. Bakan olarak Cebelibereket (Osmaniye) milletvekili İhsan Bey atanmıştır. 3. Hükûmetten sonra İsmet Paşa tarafından kurulan 4. Türkiye Hükümetinde de İhsan Bey aynı göreve devam etmiştir. 4. Hükûmet 1 Kasım 1927 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın yeniden Cumhurbaşkanlığına seçilmesi sebebiyle usulen istifa etmişti, aynı gün 5. Türkiye Hükümeti de yine İsmet Paşa tarafından kurulmuş, ancak bu yeni hükûmette Bahriye Vekaleti lağvedilmişti. Bakanlığın görevleri Millî Müdafaa Vekaletine devredilmiş, iki ay sonra da Yavuz zırhlısının onarımına ilişkin bir anlaşmazlık sonucu İhsan Bey’in milletvekilliği de sona ermiştir.
Bahriye Vekâletinin çalışmaları, Türk donanmasının altyapısının oluşmasında, envanter yapısının belirginleşmesinde ve milli savunmada oynadığı rolün artması sebebiyle çok önemlidir. Bakanlığın oluşturulmasının temel amaçlarından bahsedersek; öncelikli amacının Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde denizciliğin kurumsallaşmasını sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti ve Millî Mücadele döneminde de örgütlü ve kendi içerisinde sistemli kabul edilebilecek şekilde çalışan organizasyonlar mevcuttu ancak bunlar yeni dönemde bir donanmanın ihtiyaçlarına cevap vermekten oldukça uzaktı. Modern cumhuriyetin denizlere bakış açısını temsil etmesi bakımından ilerici bir yapının meydana getirilmesi gerektiği düşünülüyordu. Donanmanın ihtiyaçları doğrultusunda yeni tesisler oluşturulmalı, gemiler için yerleri belirlenmiş ve düzenli olarak icra edilen tatbikatlar organize edilmeliydi. Eğitim programları oluşturulmalı ve talim esasları belirlenerek denetlenmeliydi. Diğer devletlerin donanmalarında yaşanan gelişmeler takip edilerek Türk donanmasında ihtiyaç duyulan her modelden gemi, denizaltı, silah sistemi, lojistik ihtiyaçlarının tedarik edilmesi için resmi bir kurumun oluşturulması elzemdi. Bakım ve tamir dönemlerini organize edecek, yıllık talim ve terbiye planlarını oluşturacak ve uygulayacak kadroların yaratılması gerekliydi. İşte tüm bu ihtiyaçların zamanla giderilmesi için oluşturulan ve cumhuriyet denizciliğinin çekirdek kurumu kabul edilebilecek yapı Bahriye Vekaleti olmuştur.
Bahriye Vekaleti 16 Ocak 1928 tarihinde kabul edilen ve 21 Ocak 1928 tarihinde 793 sayılı Resmî gazetede yayımlanan 1198 sayılı üç maddelik bir kanun ile lağvedilmiştir. Peki neden? Ne olmuştu da Atatürk’ün önem ve öncelik verdiği bir kurum, daha yeni doğmuşken boğulmuştu?
Bahriye Vekâlet’inin lağvedilmesinin üzerinden henüz üç ay geçmişken 12 Nisan 1928 günü tarihimizin ilk Yüce Divanı, Bahriye Bakanı Topçu İhsan Eryavuz’un yolsuzluk yaptığına karar vererek 2 yıl hapsini onaylamıştı. Kamuoyunda Yavuz Havuz Davası olarak bilinen bu dava aslında günümüzün kumpas davalarından farksızdı. Bakan dışında bazı şahısların işledikleri gerçek yolsuzluk suçları üzerinden Bakan da suçlanarak, somut kanıtlara dayanmayan, sadece kanaat üzerine verilen nihai karar ile cezalandırılması sağlanmıştı. Süreç sadece suçsuz bakan ve birkaç gerçek suçlu kişinin hapsedilmesi ile sonuçlanmadı. En önemlisi Bahriye Bakanlığı bir daha açılmayacak şekilde kapatıldı. Bu dava suçsuz yere iki yıl hapis yatan, onuru zedelenen, mesleki ve sosyal yaşamı alt üst edilen İhsan Eryavuz’un ve ailesinin uğradığı haksızlıktan çok daha büyük zararlara neden oldu. Maalesef Osmanlıdan miras deniz körlüğünün bu topraklarda devamı sağlanmış oldu. Bugün 102 yaşını dolduran Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir donanması vardır ancak Denizcilik Bakanlığı yoktur. Bu durumun kökenleri 96 yıl öncesinde yaşanan bu olaya dayanmaktadır.
1877 yılında Üsküdar’da doğan ve 1947 yılında İstanbul’da ölen İhsan Eryavuz Mühendishane-i Berri-i Hümayunu (Kara Harp Okulu’nu) bitirerek topçu subayı olmuş, Binbaşı rütbesindeyken emekli olarak ticarete atılmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı’na katılmış; 1, 2 ve 3. dönem Cebelibereket (Osmaniye) milletvekili olarak TBMM’de görev almıştır. 1922-23 arasında Ankara İstiklâl Mahkemesi başkanlığı yapmış; 1924 yılından 1928 yılına kadar Fethi Okyar ve İsmet İnönü hükûmetlerinde bahriye vekili olarak görev almıştır. Türkiye İş Bankası kuruculuğu ve yönetim kurulu üyeliği de yapmıştır.
Yavuz zırhlısının onarımı için havuz alımı sırasında bir Fransız şirketinden rüşvet aldığı iddiasıyla Yüce Divanda yargılanmış ve 1928 yılında hüküm giymiştir. Olay tarihe Yavuz-Havuz Yolsuzluğu olarak geçti; verilen karar ise Yüce Divanın cumhuriyet tarihinde verdiği ilk mahkûmiyet kararı oldu. 26 Ocak 1928 tarihinde milletvekilliği düştü.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, basında ve kamuoyunda büyük tepki gören; halk arasında Havuz-Yavuz davası olarak adlandırılan yolsuzluğa ilişkin ilk bilgiler, 23 Aralık 1927 tarihli gazetelerde çıkan haberlerle gündeme gelmişti. Bu iddialara göre, Yavuz Zırhlısının onarımı için yapılan sözleşmelerde Bahriye Vekili’nin, “…sorumluluk gerektirecek bazı hareketleri bulunduğu görülmüştür” ifadeleriyle İhsan Bey suçlanmaktaydı. 24 Aralık 1927’de Başvekil İsmet Paşa bu iddiaları meclis gündemine getirerek, ağır bir dille suçladığı Bahriye Vekili’nin Divan-ı Ali’ye sevk edilmesi için meclis soruşturması açılmasını istiyordu.
Davanın gelişimi ve tartışmalarına geçmeden önce, davanın daha açık ve iyi anlaşılabilmesi için İsmet (İnönü) Paşa ile İhsan Bey arasındaki ilişkiye bakmak önem taşımaktadır.
İkili arasında bu davadan önce bazı konularda anlaşmazlıklar olduğu söyleniyordu. İhsan Bey’in anlatıma göre, İsmet Paşa, güya İhsan Bey’in Ankara Keçiören’deki evinde yakın arkadaşlarıyla yaptığı sohbette, kendisi aleyhinde birtakım girişimlerde bulunduğunu, paşadan korkmamalarını ve her konuda serbest hareket etmelerini istediğini iddia etmekteydi. Bu iddiaya göre, İhsan Bey’in bu girişimleri sonucunda yirmi üç kişilik murakabe (kontrol) grubu oluşturulmuştu. Bu grubun, birlikte hareket ettiğini gösteren ilk gelişme de meclis başkanlığı seçiminde Kâzım (Özalp) Paşa’ya oy vermemek için birlikte hareket etmeleri idi. Bu duruma sinirlenen İsmet Paşa, daha önceki gazeteciler davasında İstiklal Mahkemesi’nde Hüseyin Cahit Yalçın’a istediği gibi bir ceza vermediği gerekçesiyle İhsan Bey’e zaten kırgındı. Bunun yanı sıra İhsan Bey’in İsmet Paşa’nın Altıntaş Savaşı’ndaki (Kütahya-Eskişehir muharebeleri) askerî ve taktik hatalarını her tarafta sürekli dile getirip eleştirmesi, ikili arasındaki tansiyonu iyice yükseltmekteydi.
Bu olayla bağlantılı olarak Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı olan İhsan Bey’in, Atatürk’e “Bu adamı (İsmet Paşayı) benim mahkememe gönderirseniz asarım” dediği iddia edilmekteydi. Yine bir akşam, İhsan Bey’in Çankaya’da iken İsmet Paşa’nın kendisine karşı takındığı tutumdan memnun olmadığı için sofradayken Mustafa Kemal’e dönerek: “Paşam İsmet’i mektepten çıkıp daha henüz çocuk denebilecek bir çağda Edirne’ye geldiği zamandan tanırım ve kendisini himaye etmiş bir arkadaşıyım, aramızdaki tanışıklık o günden başlar, şimdi görüşüyorum. Hadiselerin verdiği fırsatlardan istifade ederek bize “dikte” ettirmek gibi bir vaziyet takınıyor…” dediği söylenir. Bu sözler o gece İsmet Paşa’yı haliyle çok kızdırdı. Bunun üzerine Mustafa Kemal, İhsan Bey’i bir yat gezisi sırasında uyararak, İsmet Paşa’yla arasını düzeltmesini yoksa başına bir iş açılacağını ima etti.
Bunların dışında ikili arasında birkaç olay daha oldu. Biriken anlaşmazlıklardan sonra iddiaya göre İsmet Paşa, İhsan Bey aleyhinde harekete geçmeye karar vererek Mustafa Kemal nezdinde girişimlerde bulunur. Bir akşam Mustafa Kemal’in sofrasında, İsmet İnönü, güya İhsan Bey’in, Bahriye Vekilliğinden ayrılması nedeniyle üzgün olduğu için parti içerisinde hizip teşkil etmeye çalıştığını, her önüne gelene hükümette kötü yönetimin ve yolsuzlukların olduğunu, amacının da hükümeti devirmek olduğunu söyledi.
Burada bir tespit yapmak gerekirse, öncesinde İsmet Paşa’nın İhsan Bey’i kabineden çıkarma isteğine Mustafa Kemal’in karşı çıkarak onay vermemesi üzerine İsmet Paşa’nın farklı bir taktik izleyeme yoluna giderek, Bahriye Vekâletini kapatıp, İhsan Bey’i bu durum karşısındaki davranış ve hareketleri üzerinden Mustafa Kemal’in gözünden düşürmeye çalıştığını söylemek yanlış olmasa gerek.
Bu sözleri dinleyen Mustafa Kemal de haliyle o akşam bu duruma çok sinirlendi. Bu sırada sofrada bulunan Ertuğrul (Bilecik) mebusu Dr. Fikret Bey de yemekten sonra İhsan Bey’in evine giderek İsmet Paşa’nın sofradaki sözlerini ona iletti. Bu duruma kızan İhsan Bey de aynı akşam İsmet Paşa’ya mektup yazdı: “Sana beni bir takım yalan yanlış sözlerle jurnal etmişler sen de bunları Gazi’ye bildirmişsin. Bir milletin ahlakında jurnalciliğin açtığı rahneyi (kürsüyü) her ikimiz de pekâlâ biliriz. Hükümet reisleri jurnalciliğe müsamaha ve müsaade ederlerse hastalık gayrı kabili tedavi bir hale gelir. Fransa İhtilalinde rüesa arasına düşen ihtilafın ne gibi akıbetler doğurduğu hepimizce malumdur. Ben sana karşı muhalefeti hatırımdan bile geçirmedim. Bu davaya kimlerle başladık, son zamanlarımızda kimlerle kaldık ben bunun amilini pekâlâ bilirim.” İsmet Paşa bu mektubu kendisine bir tehdit olarak algılamış ve uzun zamandır beklediği fırsatın eline geçtiğini düşünerek, mektubu Mustafa Kemal’e okumuştu. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Kılıç Ali’ye “İhsan’a söyle bu mektuptan memnun olmadım” diyerek tepkisini gösterdi. Kılıç Ali, hatıralarında, mektubun içeriğini bilmediği için Mustafa Kemal’in söylediklerini aynen İhsan Bey’e ilettiğini, bunun üzerine İhsan Bey’in de mektubun içeriğini kendisine söylediğini yazmaktadır. Kılıç Ali, mektubun içeriğini öğrenince İhsan Bey’e hitaben, İsmet Paşa’ya koz verdiğini, İsmet Paşa’nın bu mektuptan çok şey çıkaracağını söyledi. İhsan Bey, daha sonra bu konuyu Mustafa Kemal’le meclisteki odasında görüşür. Mustafa Kemal’in, yazılan mektuptan memnun olmadığını, mektupta tehdidin ve hakaretin olduğunu söylemesi üzerine İhsan Bey de, mektubu tehdit amacıyla yazmadığını, İsmet Paşa’nın kendisi aleyhindeki sözleri üzerine heyecana geldiğini onun için yazmak zorunda kaldığını anlatmaya çalışır.
Mustafa Kemal’in, “İsmet Paşa’nın sizinle ilgili sözlerini çürütmek için yazmak yerine bizzat gidip yüz yüze görüşmeniz daha uygun olmaz mıydı?” sorusuna, İhsan Bey; “iki satır yazı ile bir mana çıkarmanın herkes için mümkün olduğu” cevabını verir. İhsan Bey, İsmet Paşa’yı iyi tanıdığını ne olursa olsun kendisine karşı olanları bir şekilde bertaraf ettirip, Mustafa Kemal’in gözünden düşürmeye çalışacağını anlatır. İhsan Bey, Mustafa Kemal’e mebusluktan çekilmek istediğini söyleyince, Mustafa Kemal: “Soruna tarafsız kalacağını” ifade ederek bu sorunu İsmet Paşa’yla aralarında sorun çıkarmadan çözmelerinin daha uygun olacağını söyler. İhsan Bey de kimseyle gidip görüşmeyeceğini; ancak bu istek, başvekilden gelirse görüşebileceğini, Mustafa Kemal’in bu sorunda tarafsız kalması durumunda kimseden korkmayacağını ifade eder.
Bu görüşmeden iki gün sonra Afyon Mebusu Ali Bey ile Gaziantep Mebusu Kılıç Ali Bey, İhsan Bey’i Keçiören’deki evinde görmeye gittiklerinde Afyon Mebusu Ali Bey, İsmet Paşa’nın bu mektup hakkında bilgi verdiğini, mektupta, hakaret ve tehdit olduğunu kendilerine anlattığını ifade etmekteydi. Ali Bey de İsmet Paşa’ya mektubun heyecan içerisinde yazıldığını, hakaret ve tehdit amacıyla yazılmadığını söyledi. Sonrasında İsmet Paşa’nın; “İhsan’ın da benim elimde bir işi var, yavuz mukavelesinin tadilinde salahiyeti haricinde devlet ve hazine aleyhine ahkâm koymuş, bak ben ona ne yapacağım…” dediğini belirtmiştir. Sonrasında Afyon Mebusu Ali Bey’in, Mustafa Kemal’in sofrasında bulunduğu bir akşam Gazi’nin, Ali Bey’e, İhsan’ın ne yaptığı yönündeki sorusuna, Ali Bey, İhsan Bey’in uğradığı bu olaylar karşısında üzgün olduğunu ve yaşadıklarını yazacağını söyleyince Mustafa Kemal’in sinirlenerek: “Şu halde İhsan vaziyet alıyor demektir. İstediği gibi neşriyatını yapsın! Ben bu işe karışmayacağım. Bitaraf kalacağım” dediği anlatılmaktadır.
İşte değerli okuyucular, cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük vizyonu ile teşkil edilen önemli bir kurumun şahsi hırslar, çekişmeler ve kıskançlıklar nedeniyle nasıl hoyratça yok edildiğinin bir örneğini sundum sizlere. Cumhuriyet tarihimiz boyunca benzeri pek çok olay yaşadığımızı da dikkatinize sunarım.
Devam edeceğiz.
Temel Er Ersoy
Kaynakça :
-
Taner Gün, Atatürk’ün Donanma Gemileri ile Yaptığı Geziler, Yüksek lisans Tezi
-
Erkan Afşar, Yolsuzluk ve Usulsüzlük Olaylarının Türk Siyasetine Yansımaları (1923–1950)
-
Kılıç Ali, “Gazi’nin Sofrasında Geçen İki Hadise”, Milliyet, 28 Ocak 1952.
-
Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Yayınları İstanbul 2005, s.48-49;
-
Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İletişim Yayınları, s.48.
-
İhsan Eryavuz, “Fırka İçindeki ikiliğin Sebepleri ve Dedikodular”, Yeni Türkiye, 29 Temmuz 1946.
-
Kılıç Ali, “İhsan Bey’in İsmet Paşa’ya Yazdığı Meşhur Mektup”, Milliyet, 29 Ocak 1952;
-
İhsan Eryavuz, “Başvekile Gönderdiği Mektupta Çıkan Hadise”, Yeni Türkiye,30 Temmuz 1946.










