16 Mayıs 1916 tarihinde yani Birinci Dünya Savaşı devam ederken Londra’da İngiltere ve Fransa gizli bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya Ekim ayında Rus Çarlığı da dahil edildi. Sykes Picot Anlaşması olarak bilinen bu anlaşma gereği Ortadoğu ve Mezopotamya Avrupalı güçler tarafından 3 sömürge ve etki alanına bölünüyordu.
SYKES PİCOT ANLAŞMASI OSMANLI’YI PARÇALIYOR
Üzerlerinde Avrupalı güçlerin kontrolünde yeni Arap devletlerinin ve Ermenistan’ın kurulacağı bu toprakların tümü Osmanlı İmparatorluğuna aitti. 24 Kasım 1917 tarihinde devrim Sonrası Rusya’nın önde gelen devlet adamlarından Troçki bu anlaşmayı İzvestiya gazetesinde yayınlamış ve Osmanlı Hanedanı gerçekle yüz yüze gelmişti. İmza sırasında henüz İngiltere, Rusya ve Fransa, Almanya ve müttefikleri ile devam eden savaşı kazanmamıştı. Aksine İngiliz ordusu üst üste yenilgiler dahi almıştı. Çanakkale’deki büyük bozgun sonrası işgalci İngiliz ve Fransız kuvvetleri 9 Ocak 1916 günü çekilmişti. İngiliz ordusunun Irak’ın Kut şehrinde Kut Ül Amare’de son derece küçültücü şekilde Osmanlı Ordusuna teslim olmasının üzerinden 18 gün geçmişti. En önemlisi henüz ABD savaşa dahil olmamıştı. Rusya’da Bolşevik ihtilalinin başlamasına daha 1,5 yıl vardı. Ancak İngiltere ve müttefikleri 20 yıl önce ortaya çıkan, kıta gücü Almanya’yı ve müttefiklerini bu savaşta yeneceklerinden emindiler. Anlaşma, gerçekte sanayileşmiş üç büyük devletin Akdeniz ve Ortadoğu’daki jeopolitik ve ekonomik çıkarlarına göre şekillenmişti. Rus Çarlığı Ermenistan’ı kuruyor ve etki alanında tutuyordu. İngiltere ham petrol çıkan yerlerin neredeyse tamamını kontrol altına alıyor ve sömürgeleştiriyordu. Basra Körfezi tamamen İngiltere kontrolündeydi. Fransa ise Güneydoğu Anadolu ile şimdiki Suriye ve Lübnan’ın tamamını alarak bu kritik bölgenin tüm Akdeniz kıyılarını kontrolü altına alıyordu. İngiltere uluslararası yönetim altındaki Filistin’de Hayfa ve Akka limanlarına sahip oluyordu.
ARAP İHANETİ VE PARÇALANMA
Dönemin en büyük hegemonu İngiltere liderliğinde kazanılan Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Orduları Mezopotamya, Filistin ve Levant kıyılarından tamamen geri çekildi. Osmanlı’nın 400 yıl hükümran olduğu bu topraklardan geri çekilmesinde rol oynayan en önemli etken Arapların her cephede siyaseten ve askeri olarak eski efendileri Osmanoğulları Hanedanına ihanet etmiş olmalarıydı. Emperyalizm böl ve yönet prensibi ile sözde din kardeşimiz Arapları Osmanlı karşısında konumlandırmıştı. İngiltere, böylece dini ve siyasi bölünmelerden beslenen Arap alemini savaş sırasında Osmanlıya karşı kullanarak kendi jeopolitik çıkarlarını elde etti. Savaş sonunda iflas eden Kraliyet Maliyesine rağmen, İngiltere Basra Körfezi, Arap Yarımadası ve Musul Kerkük gibi petrol zengini alanların kontrolünü sağlamıştı.
ABD VE WİLSON PRENSİPLERİ
Diğer yandan Birinci Dünya Savaşını İngiltere’nin kazanmasına destek olan ABD, savaş sonunda kendi çıkarlarının çoğunu elde edememişti. Savaşı bitiren 1919 Paris Konferansına katılan Amerikan Başkanı Wilson, Avrupa Emperyalizminin vahşi Ortadoğu ve Basra Körfezi paylaşımından pay alamamıştı. Daha da ötesi kendi adını taşıyan ve 18 Ocak 1918 günü açıklanan 14 maddelik Wilson prensipleri göz ardı edilmişti. Wilson’a göre ticaret esastı ve dünya ticareti Amerikan bayrağının korunması altında olmalıydı. Sermaye sahiplerinin çıkarları her yerde korunmalı ve ABD yeni sömürgeler kazanmalıydı. Bu prensiplerin 12. Maddesi Türklerin kaderini ilgilendiriyordu. “Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak, yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.”
MUSTAFA KEMAL VE KURTULUŞ
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Mustafa Kemal’in meydana çıkacağını, Türklerin Anadolu’da kutsal bir isyan başlatacağı bilinmiyordu. Mondros sonrası İngilizlere teslim olan Osmanoğulları Hanedanı, 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ın İzmir’e çıkmasını önleyemedi. Batı Asya Türkleri tarihte ilk kez vatansız kalma tehlikesiyle karşılaştı. Mustafa Kemal önderliğinde 3 sene süren Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922 günü Türk ordularının İzmir’e erişmesiyle büyük bir zaferle sonuçlandı. Askeri çatışma dönemi 1923’te yeni cumhuriyetle tamamlanmıştı. Ancak Atatürk, diplomasi ve siyasi hamlelerle 1938’e kadar Türk jeopolitiğinin kazanımlarına önce Türk Boğazlarının tam egemenliğini daha sonra da Hatay’ı kattı.
HATAY KAMASI
Lozan Antlaşması ve Montreux Sözleşmesi ile Trakya ve Anadolu’da mutlak egemenlik sürecini tamamlayan Türkiye Cumhuriyeti için 1937 yılına gelindiğinde, geriye kalan tek egemenlik sorunu Hatay meselesiydi. Bu süreç de Atatürk sayesinde silahlı güce başvurulmadan Fransa’ya karşı yürütülen diplomasi ile 1939 yılında tamamıyla halledildi. Böylece Anadolu’nun güneyinde Mezopotamya’nın batıdan denize çıkan stratejik alanında kuzey güney istikametinde bir kama ile Anadolu emniyete alındı. Hatay Anadolu’ya katıldı. Hatay Kaması Anadolu yarımadasının Mezopotamya kuzey kuşağı ile arasında büyük bir stratejik tampon kuruyordu. Aynı zamanda İskenderun Körfezinin doğu ve batı kıyılarını tamamen Türk egemenliğine alarak söz konusu stratejik körfezi Türk Körfezine dönüştürüyordu. Bugün Hatay Kamasının ne derece önemli olduğunu Suriye iç savaşı ile 2011’de başlayan süreçte gördük. Hatay Kaması Suriye üzerinden Akdeniz’e açılacak kukla Kürt Devletinin önündeki en önemli jeopolitik engeldir. Atatürk bu kama ile sadece Anadolu’ya değil Mavi Vatan’a da büyük bir ödül verdi.
ABD’NİN AKDENİZ VE BASRA KÖRFEZİNE GİRİŞİ
Atatürk’ün vefatından bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Savaş sonunda Anglosakson deniz güçleri galipler olarak yeni düzeni kurdu. ABD savaşın sonunda başat deniz gücü olarak liberal kapitalizmi esas alan kendi düzenini kuruyor ve bu süreçte İngiliz modelini uyguluyordu. Öncelikle başat deniz gücü olarak Basra Körfezi, Süveyş Kanalı ve Akdeniz’e tam hakimiyeti hedefledi. NATO’nun kurulmasıyla 1949 sonrası Akdeniz tam kontrole alındı. Basra Körfezinde kısmi kontrol İran’daki Musaddık Rejimine 1953’te yapılan darbe ile ABD etki alanına alınması ve daha sonra 1955 yılında CENTO’nun teşkili; Suudi Arabistan’daki kontrol ise 1945 Yalta Konferansı sonrası gerçekleşen ABD Başkanı Roosevelt ve Suudi Kralı Abdülaziz görüşmesini takiben sağlanmıştı. Ancak bölgede İngiltere’nin kısmi hakimiyeti de devam ediyordu. 1971 yılında İngiltere son kalesi sayılacak Bahreyn’den çekilerek bu kritik alanda ABD’nin tam hükümranlığını kabullendi. 1979 yılında İran ve Afganistan’ın kaybı üzerine 1980 yılında uygulamaya koyulan Carter doktriniyle ABD, Basra Körfezinde kendi çıkarlarını korumak için gerektiğinde askeri güç kullanacağını deklare etti ve bölgedeki tek emperyal güç oldu.
ABD VE İSRAİL GÜVENLİĞİ
Sykes Picot’tan 1,5 yıl sonra İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasına İngiltere Hükümetinin destek vereceğini açıklamıştı. 1947 yılında gerçekleşen bu hedef sonunda Akdeniz ve Ortadoğu jeopolitiğinde yepyeni bir cephe açılmıştı. İsrail’in güvenliği ABD için yeni bir jeopolitik eksen yarattı. Anglosakson stratejik aklının kurduğu İsrail devletinin korunması ABD jeopolitik hedefleri arasındaydı. 1948 Arap İsrail savaşında Hayfa Limanı üzerinden sağladığı büyük çaplı askeri yardım bu sürecin ilk hamlesiydi. ABD’nin İsrail’e verdiği destek bugüne kadar artarak devam etti. Osmanlının parçalanması için kullanılan Araplar İsrail’e 3 kez saldırmıştı. Bu saldırıları ABD yardımlarıyla desteklenen askeri tedbirlerle önleyen İsrail, çevresinde Arap ülkelerini parçalı tutarak bir güvenlik kuşağı oluşturmaya yöneldi. Mısır ile 1979 Camp David anlaşmasıyla bir güvenlik bölgesi yaratılmıştı. Lübnan ve Ürdün kendi olanaklarıyla şekillendirilmiş, Irak ve Suriye ABD yardımıyla paramparça edilmişti. Ancak İsrail için İran ciddi bir güvenlik sorunuydu. İran’ın kuşatılması İsrail güvenliği için öncelik olarak ortaya çıktı. İran’ın batıdan kuşatılması için Mezopotamya’da ABD’nin vekil bir kukla Kürt devleti kurması sadece İsrail güvenliği için değil, aynı zamanda ABD için Rusya, İran ve Çin’in güneyden kuşatılması için çok önemliydi.
DOĞU SORUNU VE KÜRTLER
Aslında bugün medyada “Kürt sorunu” olarak lanse edilen sorunun temeli Napolyon Savaşları sonrası toplanan 1815 Viyana Kongresi’nde ortaya atılan (Eastern Question) Doğu Sorunuydu. Osmanlının parçalanması için etnik ve dinsel fay hatlarının kırılması ve ayrılan grupların vekil kukla yönetimleriyle emperyalist devletlerin etki alanına girmeleri ve özerkliği hedefleniyordu. Osmanlının çöküşü, mütareke dönemi ile Kurtuluş Savaşı sırasında sayısız Kürt isyanlarının amacı buydu. Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de bulunan Kürtler gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse İkinci Dünya Savaşında İngiliz emperyalizmi için her 3 ülkede böl ve yönet stratejisi içinde kullanılmıştı. Cumhuriyetin ilanından sonra ilk hesaplaşma süreci 1926 yılında yaşandı. Misak-ı Milli sınırları içinde kalan petrol zengini Musul’un Türkiye’ye katılma gayretlerinin arttığı sırada Şeyh Said ayaklanması ile 3 yaşındaki cumhuriyet içerde isyan ve silahlı çatışma sürecine girmişti. Benzer ayaklanmalar ve emperyalist destekli bağımsızlık hareketleri Irak ve Suriye’de de yaşandı. Soğuk Savaş yıllarında bölge Kürtleri Sovyetler ve ABD arasında gidip gelerek kullanışlı vekil olarak kullanıldılar. 1960’lı yıllardan sonra Kürdistan projesi ABD’nin gündemindeki öncelikli yerini çoktan almıştı.
SOĞUK SAVAŞ SONRASI AMERİKAN JEOPOLİTİĞİNDE KÜRTLER
1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasından sonra tek kutuplu dünyanın hegemonu ABD için Sovyetlerin çevrelenmesi için kullanılan kenar kuşak jeopolitiğine ve İsrail’in güvenliğine enerji jeopolitiği de eklendi. Neoliberal ekonomik düzenin dünyanın her yerine genişletilmesi için yeni pazarlara ihtiyaç vardı. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (BOP) bu çerçevede öne çıktı. Aynı dönemde Çin’in ekonomik olarak büyümesi ve yükselen güç olarak ortaya çıkması bu devletin de hem kıtadan hem de denizden çevrelenmesi ihtiyacını ortaya çıkardı. Bu süreçlerde Irak, İran, Suriye ve Libya ABD’nin önündeki engellerdi. Bu ülkelere açık düşmanlık yapılabilir, parçalanabilir ve ABD yanlısı rejimlerin iktidara gelmesi için düğmeye basılabilirdi. 11 Eylül 2001 sonrası bu vizyon uygulandı. ABD’nin jeopolitik çıkarları önündeki bir engel de Türkiye idi. Ancak NATO üyesi olduğu için doğrudan müdahale edilemezdi. Ancak vekiller vardı. 1984 yılında silahlı güç olarak sahneye sürülen PKK ile uzun yıllar alt ve üst yapısı hazırlanan FETÖ, 2001 sonrası sahaya sürüldüler. Jeopolitik vizyon, Dicle Fırat Havzasına hâkim İran’dan Suriye’ye uzanarak Akdeniz’e erişen kukla bir Kürdistan’ın kurulmasıydı. ABD için harekât ortamının şekillendirilmesi için fırsat Birinci Körfez Savaşında geldi. 1991 yılında Saddam’ın Iraklı Kürtlere müdahalesi sonucu güneydoğumuzda Irak sınırında uçuşa yasak bölge ilan edildi. Türkiye de ABD ve müttefiklerine katılarak 1991 Mart ayında Irak’ta 32 ve 36’ncı kuzey paralelleri arası bölgede ‘’Çekiç Güç (Provide Comfort)’’ harekâtına izin vererek aslında Irak’ın parçalanma ve Kürt askeri gücünün gelişim sürecine başlangıçtan itibaren onay vermiş oldu. Diğer menfi bir süreç son anda önlenebildi. ABD’nin İkinci Irak Harekâtına Türkiye’nin fiilen girişinin yolunu açacak 1 Mart 2003 Meclis tezkeresinin reddedilmesi bu politikaya dur demişse de ABD bu reddin intikamını 4 Temmuz 2003 günü çuval geçirme operasyonu ve daha sonra kumpas davalar ile aldı. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen ABD’nin Adana’da bulunan İncirlik Üssümüzü sınırsızca kullanmasına izin vermeye devam ettik. Maalesef bu üsten kalkan uçak ve helikopterlerin Türk asker ve sivillerini katleden PKK’ya yardımlarına bile dur diyemedik. NATO üyeliğimiz ve ABD ile sözde stratejik ortaklığımız buna izin vermiyordu. Türkiye’deki mandacılar Amerikan vesayeti altında kesin sonuçlu karar almak bir yana ABD’yi açıkça suçlayamıyordu.
PARÇALANMIŞ TÜRKİYE HARİTALARI
2006 Baharında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde emekli Albay Ralph Peters tarafından yayınlanan “Kan Sınırları: Daha iyi bir Ortadoğu Nasıl görünürdü?” isimli makalesinde bir harita kullanıldı. Burada sözde Kürdistan’ın Akdeniz’de de kıyısı yoktu. 90’lar sonrası Irak’ın parçalanarak kukla Kürdistan kurulma gayretlerine 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı sonucu güneyimizde sözde bir Kürdistan’ın kurulma gayretleri eklendi. Ülkemize yığılan milyonlarca Suriyeli sığınmacının yarattığı dengesizlik ve riskler bir yana, kısa süre içinde ABD ve NATO devletlerinin desteğindeki PKK’nın uzantısı PYD/YPG Suriye’nin üzerinden denize çıkacak askeri durum üstünlüğü elde ettiler. Deniz hegemonu ADB ve AB için Kukla Kürdistan’ın denize çıkması en büyük ve önemli hedefti. Bu fırsatı Suriye iç savaşı verecekti. Kürt hareketi bu hedefi zaten gizlemiyordu. ABD’nin 2003 Irak Harekâtı sonrasında kurulan IKBY- Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani’nin 17 Kasım 2013 günü tam da Diyarbakır ziyaretinin ardından partisi KDP’nin internet sitesinde İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin 21 ilini kapsayan büyük Kürdistan haritası yayımlandı. Bu harita, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesini koparmaktan öte İskenderun Körfezimizde neredeyse 30 millik sahillerimizi sözde Kürdistan’a dâhil ediyordu. Barzani’nin hayalindeki, ABD, AB ve İsrail üçlüsünün himayesinde kurulabilecek sözde Kürdistan, bu sahil şeridine sahip olduğu takdirde karasuları, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge, bitişik bölge, balıkçılık bölgesi gibi deniz hukukunun tanıdığı deniz yetki alanlarına sahip olacaktı. Sözde Kürdistan’ın jeopolitik oyuncu olabilmesi ve tehdit oluşturması ancak denize çıkışı olması halinde mümkündür.
TÜRK SAVUNMASI
Diğer yandan 15 Temmuz 2016 tarihi, ABD’nin vekili FETÖ’nün darbe girişimi olarak tarihimizde kara bir leke olarak yerini aldı. Ancak bu girişimi tetikleyen en önemli unsurlardan birisi de Türkiye’nin 2015 yılından itibaren başlattığı ve tarihe Hendek Operasyonları olarak geçen terörle mücadele harekatıydı. Emperyalizm Türkiye’nin kendi güneydoğusunu PKK teröründen temizleyecek bu harekata tepki veriyordu. ABD ise bu tepkiye kayıtsız kalmıyordu. CIA Türkiye uzmanı Henry Barkey, Türkiye’nin haklı silahlı müdahalesi üzerine Türk Hükümeti, Türkiye’deki Kürtler ve liberallere gözdağı vermeyi ve intikam almayı istediğini öne sürerek 15 Ekim 2015 günü şu mesajı veriyordu: ‘’ Ya İstiklal Caddesinde bombalar Patlarsa? ‘’ Bu tehditlere Türkiye, FETÖ darbe girişiminden kısa süre sonra 24 Ağustos 2016 tarihinde başlattığı Fırat Kalkanı harekatıyla cevap verdi. Bu harekatın zamanlaması önemliydi. Bu harekata rağmen Suriye kuzeyinde askeri durumun aleyhine geliştiğini gören Türkiye, 21 Ocak 2018 tarihinde stratejik Afrin bölgesine Zeytin Dalı Harekâtı ile müdahale ederek emperyalizmin bu hedefine de engel oldu. Afrin’in kaybı Suriye Kürtlerinin denize çıkışını mümkün kılacak süreci tetikleyecekti. Denize çıkan yani limanı olan bir Kürdistan’ın deniz yolu ile temin edebileceği askeri malzeme ve ağırlıkları tahmin bile edemeyiz. Ya da bir deniz devleti olacak batı kuklası bir Kürdistan’ın sadece deniz yetki alanları ile değil, aynı zamanda başta İsrail olmak üzere müttefikleri ile sergileyeceği donanma varlığı ile Türkiye’ye mücavir bir alanda yaratacağı risk ve tehditler izahtan varestedir. Bu harekâtı 2019 sonbaharındaki Barış Pınarı harekâtı izledi. 2019 yazında başlatılan ve devam eden Pençe Serisi harekatlar Kuzey Irak’taki terör yapılanmasına zarar verdi. Geçen hafta başlayan ve Kuzey Irak ile Kuzey Suriye topraklarında icra edilen Pençe Kılıç Hava Harekâtı Ukrayna Krizi gölgesinde icra edilen bir harekât olarak PKK ve türevlerinin hamisi ABD ve AB tarafından eleştirildi.
SAVUNMA HAKKI TEMEL HAKTIR
Emperyalizmin beslediği ayrılıkçı Kürt örgütlerinin NATO üyesi Türkiye tarafından imha edilmesi sözde müttefiklerimizi son derece rahatsız etti. Bu eleştiriler sürpriz değildir. Türkiye bugüne kadar zaten beklememeliydi. Roma İmparatorluğunun en önemli devlet prensibi Securitas Populi est Suprema Lex idi. (Halkın güvenliği temel kanundur.) Söz konusu devlet prensibi Türkiye’nin de temel prensipleri arasındadır. Türkiye halkının güvenliğini tesis ve idame etmek için kimseden izin almamalıdır. Ancak kendisi de hatalar yapmamalıdır. Suriye iç savaşına katkı sağlamamız ve Suriye’nin toprak bütünlüğü aleyhindeki gelişmelere onay vermemiz bugün karşılaştığımız son derece ciddi güvenlik endişelerini yaratmıştır. Türkiye’nin 2011 sonrası aldığı sığınmacı sayısı bugün iç dengelerimize ciddi risk teşkil etmektedir. Türkiye Suriye ile normal ilişkileri tesis ederek geri göç sürecinin başlamasına odaklanmalıdır. Ayrılıkçı Kürt hareketleri ABD’nin gerileyen gücü sonunda durma noktasına mutlaka gelecektir. Ancak Türkiye kendini savunma hakkını sonuna kadar kullanmalı ve PKK ile yandaşlarına destek veren tüm devletlerle olan ilişkilerinde tutucu davranmalıdır. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği kesinlikle bekletilmelidir. Fırat Doğusundaki PYD/YPG kamplarındaki teröristlerle fotoğraf veren, onlarla gurur duyduğunu söyleyen Amerikalı Generaller karşısında Türkiye kuru bir protesto ile yetinmemelidir. Böyle durumlarda İncirlik üssümüzün ABD tarafından kullanılması derhal askıya alınmalı, süresiz kullanım yasağı seçeneği düşünülmelidir. Unutulmamalıdır ki, emperyalizm gerek kenar kuşak gerekse enerji ve güvenlik jeopolitiği için güneyinde Irak, İran ve Suriye topraklarından denize çıkışı olan kukla Kürt devleti hedefinden vaz geçmez. Anadolu 19.yüzyıldan bu yana güneydoğumuzu kemiren bu bela ile uğraşıyor. Bu bela ancak kararlı, sürekli, dengeli ve azimli bir stratejik duruş; Rusya, İran, Suriye ve Irak Hükümetleri ile iş birliği ile defedilebilir. Bu bela denize çıkışı olan kukla Kürt devletine dönüşürse Türkiye iç hatlar konumuna düşer ki, bu Anadolu’nun parçalanmasına kadar gider. Coğrafyamız kederimizdir, bu kader ancak doğru ve zamanlı kararlar sonucu selametle sonuçlanır. Mevcut ve gelecek hükümetler 1990 sonrası yapılan hayati hatalardan ders almalı, bu devletin yokluklar içindeki Cumhuriyetin kuruluşundan 3 yıl sonra İngiliz destekli Şeyh Sait isyanını bastırabildiğini; 13 yıl sonra Boğazların kesin egemenliğini geri aldığını; 15 yıl sonra da Hatay Kamasını kazandığını unutmamalıdır. Tarihimiz, en büyük siyasi ve moral gücümüzdür.
Cem Gürdeniz