Geleceğimizi, cumhuriyetin kuruluşu ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan dönemden sonra en çok etkileyecek 2023 yılı, tüm hızı ile başladı. 2023 içinde gerek içerde gerekse dışarıda her alanda yaşanan ve yaşanacak olaylar cumhuriyet tarihimizin yeni kilometre taşları olarak yerini alacak.
ATATÜRK VE TÜRK MUCİZESİ
Türkiye Cumhuriyeti son 100 yılda yaşadığı zaferler, kazanımlar, başarılar ve fedakarlıklar kadar mağlubiyetler, başarısızlıklar ve ihanetler de yaşamıştır. Her şeye rağmen cumhuriyet ayakta kalabilmiş, İkinci Dünya Savaşının dışında konumlanabilmiş, nüfusunu artırabilmiş, ekonomisini dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına sokabilmiştir. Bunları tek başına ve ulusal kaynakları ile gerçekleştirmiştir. Yıkılan Osmanlıyı yağmalamaya gelen batılı işgalci güçlere karşı Atatürk liderliğinde tek başına beka ve namus savaşı vermiş; bu savaşı kendi kanı ile kazanmış ve kendi anayasasını kendi yazabilmiştir. Atatürk liderliğindeki Türkiye, kıtalar ve havzalar birleştiren, dünyanın merkezi sayılabilecek eşsiz coğrafyasını kendi çıkarları için kullanabilmiş; Atatürk’ün muazzam jeopolitik dehası ile gücünü Asya’dan alarak Avrupa ve ABD ile karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan bir denge politikası kurabilmiş, 1936 yılında mağrur İngiltere Kralını ayağına getirebilmiştir. Diğer yandan kurtuluş sırasında yaşanan iç ayaklanmalar, ihanetler ve Osmanlı hanedanının anti-Kemalist tüm ölümcül karşı tedbirlerine rağmen kuruluşta teokratik monarşiden, halkçı cumhuriyete yönelik rejim değişikliği sırasında ve sonrasında iç savaş ve rövanşist bir dönem yaşamamıştır. Türkiye’de Yunanistan’ın fanatik söylemlerinden farkı olmayan bir takım yeminli yobaz Atatürk düşmanlarının mağduriyet söylemlerine rağmen Türk kuruluşu ve devrimi kan dökerek başarılmamıştır. Devlet, kurucu lider Atatürk’ün emsalsiz ve mutlak gücüne rağmen hukuk dışına çıkmamış ve belki de insanlık tarihinin en barışçı devrimini 1923-1938 yılları arasında başarmıştır. Atatürk savaş zamanı dahil tüm kararlarını millet meclisi meşruiyeti altında almıştır. Uygar bilinen Avrupa’da Fransız devriminde 17 bin kişinin yargılanıp idam edildiği; 1939-75 yılları arasındaki General Franco ’nun baskı rejiminde 500 bin İspanyol’un; 1932-1968 arasındaki Salazar rejimi sırasında 100 bin Portekizlinin öldürüldüğü veya kayıp olduğu dikkate alınırsa Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında 1920-27 yılları arasında kurulan İstiklal Mahkemelerinin iç isyanlarda ve vatana ihanetle yargılayıp idama mahkûm ettiği suçlu sayısı 100’lerle ifade edilecek ve kıyaslanamayacak derecede azdır.
1938 SONRASI SAVRULAN GÜZEL ÜLKEMİZ
Türkiye, 1938 yani Atatürk sonrası yıllarda kuruluş yıllarının mucizevi başarıları ile kıyaslanamayacak ölçüde çalkantılı bir seyre başlamıştır. Bu çalkantılı seyir halen devam etmektedir. Türkiye, 1945 sonrası eski işgalcisi Anglosakson dünyanın etki alanına girmiş, kenar kuşak jeopolitiğinin ve NATO’nun ileri karakolu ve güney kanadın bekçisi olmuştur. Eşsiz coğrafyasını kendi çıkarları için değil, NATO ve Atlantik çıkarları için kullandırtmıştır. Bu yapı zaman zaman iç siyasete doğrudan ve hatta askeri darbeler ile müdahale ederek Ankara’nın kendi çıkarları dışında hareketine izin vermemiştir. Türk devlet yapısı maalesef bu tuzaklara düşmüştür. Bugün, 2023 seçiminde de geçmişteki gibi pek çok siyasi parti başta ABD olmak üzere batının desteğini alarak iktidar olmayı hedeflemektedir. Diğer taraftan Türkiye hiçbir zaman Avrupalı kabul edilmemiş, AB’ye alınmamış ancak üçüncü sınıf sömürge devleti gibi AB Gümrük Birliğine alınmıştır. ABD’nin 1979 sonrası İran ve Afganistan’ı kaybetmesini takiben sola kaymakta olan Türkiye’yi kaybetmemek için ülkede iç savaş ortamı hazırlanmış, 1978-1980 arasında sağ ve sol kavgasında yaklaşık 4000 asker ve sivilimiz kaybedilmiş, bu durum Amerikancı bir darbe olan 12 Eylül darbesinin oluşumuna ortam hazırlamıştır. 12 Eylül darbesi sonrası 24 Ocak neoliberal ekonomi ortamı şekillendirilmiş ve Türkiye vahşi bir özelleştirme sürecine girerek, tarımdan uzaklaşmış, milli ekonomik değerlerimiz yok pahasına elden çıkarılmış, tarihimizde örneği görülmemiş yolsuzluk ve çürüme sürecine girilmiştir. Güneyimizde denize çıkışı olan kukla bir Kürt devletinin kurulma çabaları ile 1984 yılında başlatılan PKK terörü bugüne kadar onbinlerce can almış ve almaya devam etmektedir. Soğuk Savaş döneminin tek başarısı Kıbrıs Barış Harekâtı ile KKTC’nin bağımsız ilk Türk ada devleti olarak ilan edilmesi, aynı yıllarda Anadolu’yu adeta işgal eden Amerikan üslerinin büyük bir çoğunluğunun kapatılması olmuştur. Bunun bedeli Ermeni terörü, silah ambargosu ve yaratılan iç karışıklıklarla fazlasıyla ödenmiştir. 1989 yılında soğuk savaş sonrası Türkiye, kendine Adriyatik’ten Çin Seddine kadar uzayan çevrede yeni bir jeopolitik alan yaratmışsa da bu süreç, 2002’de AB ve ABD desteğinde batı dünyası ile tam entegrasyon politikası güden iktidar tarafından duraksamaya uğratılmış, 2007 sonrası Ergenekon ve Balyoz süreçleri ile bu topraklarda binlerce yıllık tarihimizde örneği yaşanmamış kumpaslar süreci başlatılmış ve bu ihanet dönemi 15 Temmuz 2016 tarihinde ABD himayesindeki FETÖ’nün ateş gücü kullandığı askeri darbe girişimine kadar ilerlemiştir. Bugün de 6’lı masa denen muhalefet grubunun 2002 yılındaki iktidar hedefleriyle örtüşen jeopolitik ve iç politika hedefleri ile seçim sürecine girdiğini görmekteyiz. Bu tehlikeli sürecin Türkiye’nin 21. Yüzyılda jeopolitik çöküşüne neden olacağını görenlerin var olması vatandaş olarak dileğimdir.
100. YILDA GENEL DURUM VAHİMDİR
Bugün Türkiye FETÖ tehlikesinden masun değildir. PKK tehlikesi ise yaşamsal boyutlarda devam etmektedir. İktidar siyasetin üst seviyesindeki FETÖ unsurları, sorumluları ve destekçilerine 15 Temmuz 2016 sonrası dokunmamıştır. Muhalefet ise batı dünyasına kendini beğendirmek için FETÖ elemanları ve destekçileri ile neredeyse kasti boyutlarda ciddi etkileşim içindedir. Benzer şekilde oy devşirebilmek için PKK’ya müzahir gruplara ve başta HDP olmak üzere anayurdumuzda ayrılıkçılığı destekleyen siyasi partilere ve oluşumlara çok yakın durmaktadır. Bu kapsamda Cumhuriyetin 100. Yılında gerek iktidar gerekse muhalefet cephesinde en ciddi risk alanı cumhuriyetin temel değerlerinden ve prensiplerinden uzaklaşılmaya devam edilmesidir. Tarihimizin en büyük ekonomik krizi ve yasadışı göç ile mülteci krizinin gölgesinde, iki cephede de Türk kelimesine bile tahammülün kalmadığı; Türk kavramının ve ifadesinin değiştirilmesi ile ulus devlet kimliğinin yok edilmeye çalışıldığı; Atatürk devrimlerinin ve devrim kanunlarının anayasal mecburiyetlere rağmen yok sayıldığı; kurtuluş ve kuruluşa her cephede ihanet edenlerin post mortem itibar kazandırılıp onurlandırıldığı; hukukun a la carte menü gibi siyasetin emrine verildiği; liyakatin yerini sadakatin, akıl ve bilimin yerini inancın aldığı; tarikat ve cemaatlerin vicdan alanında kalması gereken dini değerleri ticaret dahil her alanda sonuna kadar sömürdüğü; bu tip oluşumlara dernek statüsü tanınarak, devletin seküler tabanının ortadan kaldırıldığı; sahte Atatürkçülerin siyasetin ve toplumun her kesiminde türlü aldatmacalarla halkı kandırdığı; yolsuzluk ve her alanda yozlaşmayla, devlet kaynakları üzerinden zenginleşmenin normalleştirildiği bir dönem içinde 100. Yıla giriyoruz. Kısacası 100. Yılında cumhuriyet kayası parçalıdır. Siyasette kontrol ve denge ile güçler ayrılığı prensipleri artık yoktur. Devlet yönetiminde denge sağlayan parlamenter sistem sakatlanmıştır. Erdem sahibi ve siyaset dışı hakem rolü oynayacak hiçbir kurum mevcut değildir. Sakarya Savaşının en zor günlerinde dahi Millet Meclisinde yaşanan demokratik kültür ve meşruiyet kimyası bugün yoktur. Bu tablonun oluşmasında en büyük role sahip siyasi partiler ve seçim yasaları değiştirilmemiştir. Ön seçim ve delege sisteminin olmadığı, parti liderlerinin neredeyse ömür boyu görev yapan tek adam konumunda olduğu sözde bir demokrasinin sonucu karamsar bir 100. Yıl ile karşı karşıyayız.
UMUTSUZ DURUM YOKTUR
Ancak karanlığın varlığına inat umudumuz da çoktur. Hem iktidar hem de muhalefet çevrelerinde iç karartıcı gelişmeler her gün yaşandıkça; Atatürk, cumhuriyet ve ilkeleri her iki cephede örselenmeye devam ettikçe içimizdeki umut meşalesi bir o kadar güçleniyor. Karanlık kadar aydınlık da bulaşıcıdır. Korku kadar cesaret de bulaşıcıdır. Türklerin deniz suyu gibi geç ısınıp geç soğuduğu gerçeğinin tarihsel örnekleri ortadayken Atatürk’ün ünlü sözü rehberimizdir. ‘’Umutsuz durum yoktur, Umutsuz insan vardır. Ben asla umutsuz olmadım.’’ İşte böylesi bir ortamda en çok ihtiyacımız olan üç insani değer vefa, cesaret ve asalettir.
VEFA
Erdemin en yüksek yerindeki vefa, başta ölümsüz kurucumuz Atatürk’e, Türklüğe, havasıyla karası ve denizi ile vatanımızadır. Vefa Cumhuriyetimizedir. Vefa dilimize ve kültürümüzedir. Vefa dini değerlerimizi vicdan alanında tutabilme kararlılığımızadır. Vefa bağımsızlığımızadır. Vefa, Atilla’dan Atatürk’e batı Asya Türklerinin binlerce yıllık tarihinin birikimine ve yolunadır. Vefa Türklük ve bayrak sevgimizedir. Vefa atalarımıza, şehit ve gazilerimizedir. Can Yücel’in dediği gibi, “İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruşundadır.” Türk’ün sarsılmaz duruşunun temelinde vefa yatar.
CESARET
Cesaret, vefa sahibinin ayrılmaz parçasıdır. İlkelerine, değerlerine, sevdiğine ve inandığına vefası olanın hem umudu hem de cesareti olur. Cesaret aynı zamanda duruşu belirler. Cesaret ve esaret arasındaki tek harflik fark, ulusların kaderini belirleyecek kadar büyüktür. Cesaret o kadar önemli ki, olmadığında ne ulusal ne de kişisel onur kalıyor. Cesaretin gri alanı yoktur. Ya vardır ya yoktur. Yıkılmış ve işgale uğramış bir imparatorluktan bağımsızlık savaşı sonrası bir cumhuriyet kurarak, bu cumhuriyeti bir devrimle taçlandırabilmek, ancak cesurların, yani cesaretin işidir. Kurulan cumhuriyeti koruyabilmek ve daha ileriye taşımak da yine cesurların ve vefa sahiplerinin işidir. Zira onu yıkmaya çalışanlar arkalarına her zaman sinsi korkaklar ile emperyal egemenleri almıştır. Korkakların sığındığı en büyük gerekçe sahip olduklarını kaybetme korkusudur. Halbuki bağımsızlık ve özgürlüğünü kaybedenlerin ne refahı ne de onuru kalır. En güzel örnek Mütareke döneminde yaşananlardır.
ERKEKLERDEN CESUR KADINLARIMIZ
Kurtuluş Savaşında insanlarımızı cesaretlendiren en büyük etken, vatan işgaline başkaldırıydı. Zira son 150 yılda anavatanları sayılan topraklardan yani Kırım’dan, Balkanlardan, Kafkaslardan, Girit’ten, Selanik’ten, Kıbrıs’tan, Ege adalarından ve daha nice Türk yurdundan sadece maddi kayıplarla değil, can ve onur kayıpları ile sürekli atılan Türklerin, artık cesur olmaktan başka seçenekleri kalmamıştı. Mustafa Kemal onlara Anadolu’da tam bağımsız ve onurlu yaşama hakkını sağladı. Önce Ata’sı milletine cesaret verdi. Onlar da Ata’sına zafer armağan etti. Ulusal onur duygusuna sahip milletlerin, cesur insanlar çıkarabileceğinin ve bu insanların yüksek idealler uğruna hayatlarını feda edebileceklerinin dünya tarihindeki en güzel örneğini sergilediler. Bugün de Türk halkının çok büyük ve sessiz çoğunluğu cumhuriyetin, Türklüğün, başta laiklik olmak üzere cumhuriyetin temel değerlerinin büyük tehdit altında olduğunun bilincinde ve farkındadır. Bu kitle tarihin yaratıcılığının insan aklının önünde olduğunu da bilmektedir. Tarihimiz bu yaratıcılığın sonsuz örnekleri ile doludur. Sakarya Savaşında bırakalım cephedeki askerleri, gerideki kadınların cesaretini bakın Cumhuriyetin ilk Bahriye Bakanı Binbaşı İhsan Eryavuz hatıratında nasıl anlatıyor: “Doğu cephesinden sevk edilmiş ve İnebolu’ya çıkarılmış olan her çeşit top ve cephane sandıklarının kağnı arabaları ile kafile halinde Ankara’ya bir gidişleri var idi ki… Kocaları, nişanlıları, cepheye gitmiş taze gelinler, analar, çoğunun memedeki çocukları bir kundak ile arkalarına bağlanmış, önlerinde kağnıları toprak içerisinde yalınayak, fakat ordunun zaferi memleketin kurtarılması duası dilinde, İnebolu’dan beri durmadan dinlenmeden yaya yürüyorlar, cepheye cephane yetiştiriyorlardı. Bu ilahi manzara karşısında dehşete kapılmamak, Türk’ün zulüm, ihanet ve istila karşısında isyan edecek ruhunun yüceliğinden korkuya düşmemek mümkün değildi…Sakarya harbi geceli gündüzlü 22 gün devam ediyor. Yunanlılar umulmadık bir azim gösteriyorlar. Nafile. Türk cephesi demir bir kale.”
ERKEKLERİN KORKUSU VE CESARETİ
Onların ölümsüz asil ruhları, zamanın ruhuna meydan okuyor. Direnmenin, vaz geçmeyişin ve aydınlığı arayışın lideri oluyorlar. Acı bir tespittir ama gerçektir. Bugün içinde bulunduğumuz jeopolitik, siyasi, sosyolojik ve ekonomik karanlık konjonktür erkek egemen kitleleri cesaretten çok esarete davet eden bir tablo sergiliyor. Bugünün kadını erkekten daha cesurdur. 2007-2014 arasında yaşanan kumpas davalar sırasında bırakalım sözde aydınları en yakın dost ve arkadaşlarımızın; yüksek komuta sorumluluğu olan şahsiyetlerin bile korkuyu, cesarete tercih ettiğini, kısa ve orta vadede şahsi refah ve bedensel mutlulukları (konfor) için, neredeyse yarım asırlık silah arkadaşlığını unuttuklarını, çocuklarının ve torunlarının özgürlük ve yaşam tarzlarının çalınmasına duyarsız kalabildiklerini gördük. Cesaret sahibi olmak, boyun eğmemek, ilke ve değerleri için dik durabilmek ve gerektiğinde Atatürk ve cumhuriyet için bedel ödemek ve acı çekebilmek vefa sahibi olmanın, şerefli davranmanın gereğidir. 19’uncu yüzyılda Osmanlı Bahriyesinde müşavirlik yapan İngiliz Amiral Sir Adelphus Slade, 17’nci yüzyılda başlayan ordudaki gerileme hakkında şunları söylüyordu: “Türk Ordusu kendisini 16 ve 17’nci yüzyıllarda çoğu zaman batılılara karşı muzaffer kılan, kendilerine özgü örgütlenmeye artık sahip değildi ve modern Avrupa ordularının çekirdeğinden de henüz yoksundu. Yani yüksek tabakadan yetişmiş, disiplinli, namus ve şeref düşünceleri içinde büyümüş, utanç içinde yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen bir subaylar sınıfı.” Amiral Slade, Kurtuluş Savaşını görecek kadar yaşasaydı, son cümlesinin hatasını kabul ederdi. Sakarya meydan savaşının kazanılmasından 6 gün sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa, mecliste yaptığı konuşmada, Türk’ün var olma savaşını “subaylar savaşı” olarak tanımladı ve şöyle devam etti: “Subaylarımızın kahraman atikliği, cesaretleri, ölüme meydan okuyan asil karakterleri hakkında söz bulamıyorum. Ama doğru ifade etmeye çalışayım, bu savaş bir subaylar savaşıdır. Ön safta savaşan genç subaylarımızın yüzde 80, erlerimizin yüzde 60’ı şehit düştü, yaralandı.” Demek ki, Türk iyi bir komutanın emrinde kısa sürede mucizeler yaratabiliyor. Öyle olmasa Balkan Harbinin onur kırıcı mağlubiyetini yaşamış Türk Ordusu daha sonra Çanakkale’de, Kut ’ül Amare’de ve Kurtuluş Savaşında bu kadar başarıyı milletine nasıl armağan edebilirdi? Çanakkale Savaşlarında görev yapan Alman Binbaşı Mullman hatıratında şunları yazmıştı: “Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gereklidir”. Tarih göstermiştir ki, Türk, içindeki cevheri her seviyede örnek alacağı liderler altında bir anda dışa vurabiliyor.
CESARET CEVHERİ YERİNDE DURUYOR
O cevher bugün de her Türkün kalbinde aklında ve ruhunda duruyor. Atatürk’ün ölümsüz ruhu ile cevherin buluşması an meselesidir. Hegemonya ve içimizdeki Atatürk düşmanlarının asli görevi de bu buluşmayı önlemektir. O nedenle kahramanımız kadar hainlerimiz de boldur. Bugün Türk milletinin gurur duyacağı yakın tarihi de yerinde duruyor. Bu tarihin özü cesarettir. Ölüm, kalım mücadelesidir. Esarete meydan okumaktır. Yenilmemektir. Kimsenin şüphesi olmasın. Türk halkının damarlarındaki cesaret kıvılcımını kimse söndüremez. O kıvılcımın ne zaman yanardağa dönebileceğini merak edenler tarihimizi okusunlar. Fransız filozof Montaigne cesaret için şunu söylemişti: ‘’Bir adamın değeri yüreğindedir. Gerçek orada yatar. Yiğitlik kolların bacakların değil cesaretin ve ruhun sağlamlığındadır. Yiğit, düşünce cesaretini yitirmeyendir. Ölüm korkusuyla özgüvenini hiç yitirmeyen, ruhunu teslim ederken yılmadan ve horlayan gözlerle düşmana bakan yenilebilir ama onu yenen düşmanı değil talihidir. Erdemin onuru, yenmekte değil dövüşmektedir.’’ Evet cesaret sahibi insan dik durabilendir. Şerefi için ruhuna duyduğu saygı, ona bedeninin çektiği acılara katlanmayı öğretir.
VEFA VE CESARET SAHİBİ KİŞİ ASİLDİR
Asaletin temel değerleri cesaret, vefa, erdem ve edeptir. Baştan söyleyeyim buradaki asalet saray aristokrasisi gibi kan bağına bağımlı bir asalet değildir. Soydan değil huydan ve erdemden gelen asalettir. Diğer yandan en vasıfsız ve varlıksız bir kişi asil olabilir. Cesareti olmayanın asaleti olmaz çünkü esirdir. Asil insan kibirli olmaz. Asil insan vefa, sadakat ve şefkat sahibidir, ancak asla bu özellikler onu dalkavuk yapmaz. Asil Türk, içerdeki muktedirler, dışarıdaki hegemonlar tarafından küçük görülse, saldırılara ve iftiralara maruz kalsa da Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin son cümlesinde vurguladığı üzere muhtaç olduğu kudretin asil kanında mevcut olduğunun bilincindedir. 200 yıl öncenin Fransız Yazarı Pierre Loti şu söyleminde ne kadar da haklı: “Haksız saldırılar önünde Türk’ün vakur ve asil kalışı, kuşkusuz körlerin gerçeği anlayamadıklarını düşündüklerinden ve onlara acıdıklarındandır. Bu soylu davranış, o adi iftiralara açık bir cevaptır. Zira aslanlar kral olabilir lakin hiçbir kurdu sirkte oynarken göremezsiniz”
KARAMSARLIĞI YOK ETMEK
Bugün en karamsar en çaresiz ve en güçsüz hissettiğiniz anda 100 yıl öncesi bu topraklarda yaşanan savaşları, yoklukları düşünün. Mondros’tan 2 hafta sonra Boğaziçi’ni kirleten 55 parçalık işgal donanmasını düşünün; 4 Kasım 1918’de İskenderun’a çıkan Fransız ve İngiliz’i; 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunanı; 28 Mart 1919’da Antalya’ya çıkan İtalyan’ı; Yakılan yıkılan kasabaları; Tecavüze uğrayan kadın ve kızlarımızı; Duvar önünde kurşuna dizilen Kuvayı Milliyecileri; Kağnı Donanmasının Ilgaz ve Küre Dağlarını aşan fedakar kadınlarını; Sakarya Savaşının çarıksız, silahsız Sath-ı müdafaa erlerini; Karadeniz’in fırtınalı karanlık gecelerinde silah ve cephane taşırken ummanda kaybolan taka reislerini, tayfalarını düşünün. Yeter artık diyerek şahlanan bir milleti düşünün. 9 Eylül’de İzmir’e giren süvarileri düşünün. Mutluluktan ağlarken bayrağı ve toprağı öpen halkı düşünün. Biz onların bugünkü vefalı ve cesaret sahibi takipçileriyiz. Onların devamıyız. Genlerimiz aynı. Atatürk ne demişti? ‘’Taş kırılır, tunç erir ama Türklük ebedidir.” Asil Türk evladı bugün de dünkü gibi vefa ve cesaret sahibidir. Bugün toplum tepkisiz, ürkek ve içine kapanmış görünse de Atatürk’ün ruhu milyonların kalbinde ve aklında çelikleşmiş cevher halindedir. Cevherin vefa ve cesaret ile enerjiye dönüşmesinin zamanı tarihimizde saklıdır. Çanakkale Savaşlarının işgalci cephe komutanı General Ian Hamilton’un sözü bugüne de ışık tutuyor: “Dünyada Türklerden başka hiçbir ordu bunca ardı ardına savaşların sonunda ayakta duramazdı. Türklerden başka vatanı uğruna canını vermeye bu denli hazır asker ve millet yoktur sanırım.”
İKİNCİ ATATÜRK’Ü BEKLEMEYELİM
100 yıl öncesinin muzaffer ruhunu getirmek için bugün her şeye sahibiz. İkinci Atatürk’ü beklemeye gerek yok. Zira bugün milyonlarcası var. Tek sorun vefa ve cesaretin ortaya çıkmasıdır. Cesaretin ne zaman ortaya çıkacağı tarihimizde saklıdır. Yunan İzmir’e çıkana kadar savaşlar yorgunu Türk halkı İngiliz’e teslim olmayı düşünüyordu. Yunan İzmir’e ve o kara günden 4 gün sonra Atatürk Samsun’a çıkınca tarihin akışı değişti. Atatürk’ün dediği gibi: ‘’Cesaret gösteren ve tehlikeye atılan kazanır. Kuvvetli olduğu halde başarıdan ümidini kesen, yerinden hareket edemeyen ve düşmanın hücum etmesini bekleyen herhalde mağlup olur. Korkak kalp daima mağluptur… Savaşta yağan mermi yağmuru, o yağmurdan korkmayanları korkanlardan daha az ıslatır.’’ 2023’te Atatürk’e kalbi, aklı ve ruhu ile inanan herkes Atatürk’tür.
2023 AYNI ZAMANDA JEOPOLİTİK KADER YILIDIR
2023 yılı Türkiye’nin jeopolitik kaderini belirleyecek bir seçim yılıdır. Atatürk ile başlayan bağımsız jeopolitik dönem 1945 sonrası değişerek Atlantik bağımlılığına dönüştü. 15 Temmuz 2016 Amerikancı FETÖ darbe girişimi sonrası başlayan Atlantik’ten uzaklaşma döneminin devam edip etmeyeceği 2023 yılında ortaya çıkacaktır. Anglosakson liderliğindeki batı dünyası Türkiye’nin kendisine tam bağımlı olmasını ister ve tüm gücünü bu yönde kullanır. Ancak batı dünyası gerilemektedir. Nasıl ki 1919 yılında Samsun’a çıkan Mustafa Kemal İngiltere’nin güç kaybını ve gerilemesini görebilmişse bugün de iktidar ve muhalefet ABD’nin güç kaybını görebilmeli ve bilhassa muhalefet ile iktidar içindeki Amerikancı klik Türkiye’nin jeopolitik kaderinin 1945’te olduğu gibi ABD ve İngiltere liderliğindeki Anglosakson dünyaya teslim etmemelidir. Batıya teslim olmak Kıbrıs’tan Mavi Vatana; Karadeniz’den Güneydoğu Anadolu’ya yeni Sevr ile teslim olmaktır. Batıcılıkla batılı olma ayrımını en iyi gören Atatürk, bugün yaşasaydı şüphesiz Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarını önceler ve asla kendisine yeni Sevr’i dayatacak ABD ve batı bloğuna güvenmezdi. Jeopolitik deneme yanılma zemini değildir. Hata yapıldığı takdirde bedelini gelecek kuşakların ödeyeceği kader zeminidir. 1945 sonrası yapılan hata Türkiye’yi Atatürk’ten, kendine güvenden ve bağımsızlıktan uzaklaştırmıştır. Aynı hatayı ikinci kez yapma lüksümüz yoktur. Zaman, cesaret, vefa ve asalet gösterme zamanıdır. Ne mutlu Türküm Diyene.
Cem Gürdeniz