25 Mart 1821: Yunan Barbarlık Günü
Geçtiğimiz günlerde, Cumhurbaşkanımızın, Yunan bağımsızlık gününde Yunanistan’a bir kutlama mektubu gönderdiğini öğrendik. Mantıklı bir açıklama bulmakta zorlandık… Yunan ayaklanması olarak başlayıp kısa sürede insanlık dışı terör eylemlerine dönüşen 25 Mart kıvılcımı, aslına bakarsanız, pek de Türklerin kutlayabilecekleri bir olay değil. Yunanlıların 25 Mart’ı, bizim onurlu 19 Mayıs’ımız gibi bir tarih olsaydı sorun olmazdı; delikanlı gibi kutlardık komşumuzu. Fakat, bu 25 Mart tarihi, lanetlenmeyi fazlasıyla hak ediyor. Özetleyeyim…
1798’DE YAPILAN HATA: YUNANLILARI DENİZCİLEŞTİRMEK
Akdeniz havzasında, birlikte ve barış içinde yaşamaya başlayan Türkler ve Yunanlılar, 11.-13. yüzyıllar boyunca en zayıf oldukları denizlerden yağmalanmışlardı. Batılı Katolik yağmacılardan korunmak için denizlerde güçlenmenin şart olduğunu anlayan Türkler, 14.-19. yüzyıllar arasındaki 500 yıl boyunca kendileriyle birlikte, güçsüz Yunan halkını da koruyabilmek için şehit olmaktan kaçınmamışlardı. Yarı-kapalı denizlerdeki varlığın savunma için yeterli olacağını düşünen Osmanlı Devleti, okyanuslardan uzak durmanın ağır bedelini, 18. yüzyılın sonundan itibaren ödemeye başlamıştı. Emperyalizm, o zaman da, denizde zayıf olanı, sistematik olarak kemirmekte, sömürmekte veya vekil olarak kullanmaktaydı. İngiltere’nin denizlerdeki ilk vekili olan Çarlık Rusyası ile sürekli olarak savaştırıldığı için kendi denizlerinde zayıf düşen Osmanlı Devleti, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı istila etmeye kalkışması nedeniyle, Fransa’nın tüm ticaret imtiyazlarını kaldırmıştı. Devletleri yıkıldığı için artık denize çıkamayan Venedikli tüccarlardan başka, yasaklı durumdaki Fransız tüccarların da eksikliği, Osmanlı limanlarında ticaretin yavaşlamasına yol açmıştı. Bu durumdan kurtulmak isteyen Osmanlı Devleti, mali koşulları aşırı derecede zorlamak pahasına, Yunanlıları denizcileştirmeye başlamıştı. Öyle ki, 1821’e gelindiğinde korsanlara karşı korunmak için silahlandırılmış -yani, her biri 5 ila 30 arası topla donatılmış- 615 Yunan ticaret gemisi, 37.526 denizcisi ile birlikte tüm Doğu Akdeniz limanları arasında yıllık 153.580 ton ticari malı taşır duruma gelmişti. Fakat Yunanlılar, denizlerde kendilerine tanınan bu eşi benzeri bulunmayan imtiyaz için Osmanlı Devleti’ne minnet duymak yerine; emperyalizmle iş birliği yapmayı tercih etmişlerdi. Bu tarihlerde, emperyalistlerce kurulan Filiki Eteria terör örgütü, güçlü bir ayaklanmanın hazırlığı içine girmişti; bu örgütle eş güdüm içindeki Patrikhane, “Türk düşmanlığı”nı körüklemekten geri durmamıştı; yeni kurulan Yunan ticaret filosu ise, ayaklanmayı bastırmakta kullanılacak Osmanlı Donanması’nı asimetrik yöntemlerle yıpratmanın planlarını yapmıştı. Osmanlı Devleti ise, bu kadar güçlü şekilde arkadan vurulabileceğini hesaplayamamıştı.
UNUTTURULAN TARİH: 1821-1822 MORA KATLİAMLARI
1820’de Tepedelenli Ali Paşa İsyanı ile uğraşan Osmanlı Devleti, Mora’da eli silah tutan Türkleri, askere alarak Yanya’ya göndermişti. Mora’daki Türk aileler, olası Yunan terör eylemlerine karşı hiç bu kadar savunmasız bırakılmamıştı. Fırsatı kaçırmayan Yunanlı teröristler, 25 Mart 1821’de Mora’daki ilk terör eylemlerine başlamışlardı. İlk katliam haberi, Kalavriata’dan gelmişti; sonrasında Mora’daki köylerden de masum Türklerin katliam haberleri gelmeye başlayınca, Mora’daki toplam nüfusun %12’sine denk gelen 90.800 sivil Türk, canlarını koruyabilmek için Tripoliçe, Patras, Anabol, Menekşe, Modon, Koron ve Navarin şehirlerindeki kalelere sığınmışlardı. Aralarında 30.000 Arnavut ve 5.000 Musevi de vardı. Mora’daki kalelere kaçan bu zavallıların terk ettikleri evlerin tümü birden yağmalanmıştı. Hatta, Müslüman ve Musevi mezarlıklarında, topraktan çıkarılan kemikler ateşe atılmış, mezar taşları yok edilmişlerdi.
İstanbul’daki Osmanlı Donanması’na Mora’ya acil lojistik nakliyat görevi verilmişti. Ancak, sistematik terör eylemleri, İstanbul’da da başlamıştı. Kasımpaşa’da kimlerin yaptığı belli olmayan eş zamanlı sabotajlar ile başlayan korkunç yangın yayılmış, Sakızağacı semtindeki Kaptan Paşa Köşkü’nün yanı sıra Haliç’teki Osmanlı deniz ana üssünün yarıdan çoğu kül olmuştu. Yangının şoku atlatılamamışken Haliç’e sızan ateş kayıkları, Osmanlı fırkateynlerinden birini kül etmişti. Sabotaj girişimlerinin peş peşe gelmesi üzerine, Osmanlı Donanması’ndaki ve Tersanelerindeki Yunan uyruklu çalışanların tümünün birden görevlerine son verilmek zorunda kalınmıştı. 1821 sabotajlarının travmasını üzerinden atamayan Osmanlı Devleti, bundan böyle, tarih sahnesinden silinene kadar hiçbir Yunanlıya donanmasında erlik bile yaptırmayacaktı. Osmanlı Donanması, uğradığı sabotajların yaralarını saramadan bünyesinden çıkardığı binlerce Yunanlı denizcinin yerlerine yenilerini bulamadan -eksik personelle- Mora’nın yardımına koşmayı denemişti. Fakat bu defa, Çanakkale Boğazı’ndan çıktığı andan itibaren, silahlı sivil Rum ticaret gemilerinin vurkaç tarzı asimetrik eylemleri ile karşılaşmıştı. Üstelik Sakız, İpsara ve Sisam Adalarındaki Yunanlı teröristler de Anadolu kıyılarına çıkıp Türkleri katletmeye başlayınca, Osmanlı Donanması, Mora’dan önce Adalar (Ege) Denizi’ndeki terör eylemleri ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Osmanlı Donanması’nın bu gecikmesi, Mora kalelerindeki askerlerimizin ve 90.800 masum Türk’ün açlıkla imtihanına neden olmuştu.
Açlığa dayanamadıklarından, serbest bırakılmaları şartıyla teslim olan ilk kale, Menekşe olmuştu. Ancak, 19 Ağustos 1821’de Menekşe’yi teslim alan Yunanlı teröristler, kadın-çocuk demeden kaledeki herkesi, daha o gün içerisinde acımasızca öldürmüşlerdi. Bunu haber alan diğer kaleler, öldürülmemek için direnmeye devam edince bu defa açlık ölümleri başlamıştı. Nihayet, Tripoliçe’de açlığa dayanamayan bir grup, Yunanlı teröristlerle anlaşıp 10 Ekim 1821 gecesi, kale kapılarından birini gizlice açınca Tripoliçe, Yunanlı teröristlerin eline düşmüştü. Kale’deki 40.000 masum Türkün Yunanlı teröristlerce katledilmeleri kolay olmamıştı; bu kadar çok sayıda masumu öldürmek, tam 3 gün sürmüştü. Tek bir kişi bile sağ bırakılmamıştı. 1822’nin sonuna gelindiğinde, diğer Mora kalelerine sığınmış Türkler, Arnavutlar ve Museviler de ölmüşlerdi. Ya açlığa dayanamadıkları için son bir umutla teslim olduktan sonra alçakça katledilmişlerdi ya da katledilme korkusu ile dışarı çıkamadıkları kalelerde açlıktan ölmüşlerdi.
Osmanlı Devleti, Anadolu’da, birlikte ve barış içinde yaşayan Türkler ile Rumlar arasında bir düşmanlığa yol açmamak için bu katliamı karartma politikası uygulamıştı. Cumhuriyet dönemi ders kitaplarında yeterince yer bulamadığı ve bu konuda basılan kitap sayısı da az olduğu için günümüzde bile Türk kamuoyunun çoğunluğu, bu vahşetten habersizdir. Neyse ki, Lûtfî Efendi, Justin McCarthy, William St. Clair, David Howarth, Nicolae Iorga gibi ünlü tarihçiler, “Mora’da katledilen Türkler” konusunda dev ve tartışmasız eserler bırakmışlardı. Hatta, Tripolis katliamcılarının lideri Teodoros Kolokotronis bile, anılarında “32.000 kişiyi katlettirdiğini” ve “cesetlerin çokluğundan atının şehir surlarından saraya kadar toprağa basmadığını” yazmaktan utanmamıştır.
ÖNERİ: 25 MART SOYKIRIM ANITI
Türk öldürmekten zevk alan terörist atalarını -saygıyla- anmak, Yunanistan için olağan bir davranış olabilir. Ama biz Türkler için olağan olan, Yunanlı teröristleri kutlamak yerine, bir soykırım anıtı dikerek onları lanetlemek olsa gerek. Bence, 1821-1822’de Mora’da ve Adalar (Ege) Denizi’nde katledilen Türkleri, torunlarımıza anlatmakta kullanacağımız bir soykırım anıtını, EGEAYDAK’lardan, yani adalarımızdan birine dikmek daha isabetli olur.
Halil Özsaraç