Gazetelerde Ağustos ayı sonunda yer alan bir habere göre, üçüncü boğaz köprüsüne “Çevre Etki Değerlendirmesi” (ÇED) raporu zorunluluğu getirilmiş. Oysa hükümet büyük projelerde ÇED zorunluluğunu kaldırmıştı. Peki nereden çıktı bu ÇED Raporu? Habere göre ihaleyi kazanan konsorsiyuma kredi verecek yabancı banka bu raporu istemiş. Ne kadar acıklı bir durum değil mi? Türkiye’de rant uğruna doğa katliamını yabancı bankalar görebiliyor ve aslında bir ülkenin tamamen egemenlik yetkisine giren çevre konusunda “Raporun var mı kardeşim?” diye sorabiliyor.
Zehirli variller ve çevre bilinci. Türkiye çevre konuları ile 80’li yıllarda gerçek anlamda tanışmaya başladı. İtalyan ticaret gemilerinin Karadeniz’e attığı zehirli atık varillerinin sahillerimize vurması ve medyanın da konuyu geniş şekilde yer vermesiyle, deniz ve çevre konusu kitlelerin ilgi alanına girebildi. Aynı yıllarda Haliç, İzmir Körfezinin doğu kısımları, Kadıköy Kurbağalıdere ve Ataköy gibi yerlere yakın oturanlar, özellikle lodos havalarda pis kokudan evlerinde oturamaz haldeydiler. Zira 80’li yıllara kadar belediyelerin arıtma tesisleri yoktu. Her türlü atık doğrudan denize veriliyordu. Çocukluğumun geçtiği Boğaziçi’nde, bırakalım kanalizasyonun denize verilmesini, pek çok ev ve lokanta denizi doğal çöp alanı olarak kullanırdı. Nasıl olsa saatte 3-5 mil hızla güneye akan Boğaz akıntısı tüm çöpleri Marmara’ya taşıyordu. Marmara’yı düşünen kimse yoktu. Hoş o yıllarda denize atılan çöplerin çoğu organikti. Plastik, naylon ve türevleri ile alüminyum kola kutuları gibi bugünün endüstriyel çöpleri henüz denizlerimizle tanışmamıştı. Bir de o yıllarda boğazdan geçen gemilerin bastığı sintine atıkları- yani petrol ve türevleri- kıyıları, sandallarımızın halatlarını ve boyasını mahvederdi. Günümüzde plastik ve türevi çöpler denizleri o kadar işgal etti ki, Pasifik Okyanusu ortasında dahi bunlara rastlanıyor. Bu arada bir plastik şişenin denizde 200 yıl, alüminyum kola kutusunun 50 yılda çözülebildiğini hatırlatalım. Ayrıca okyanuslardaki katı atık kirliliğin en büyük nedenlerinden birisinin sayıları 50 bini bulan, okyanus aşırı sefer yapan ticaret gemileri olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Dünya okyanus ve denizlerinde her yıl bir milyon kuş ve 100 bin deniz memelisi, plastik atıklar yediği için ölüyor.
Önce sanayi şimdi toprak rantı. Türkiye çevreyi bozarak sanayileşmenin bedelini ağır ödedi. Bugün de rant uğruna çevre harcanıyor. Denizlerimiz içinde gerek sanayileşme gerekse rant uğruna en ağır bedeli ödeyen deniz, şüphesiz Marmara Denizi’dir. 1915 yılında 230 çeşit balık olan Marmara’da bugün 52 çeşit balık var. Ayrıca her ağ çekişte plastik/naylon katı atıkların bulunma şansı neredeyse yüzde yüze yakın. İzmit Körfezi, Gemlik Körfezi ve Haliç’in sanayi atıkları ile İstanbul ve Kocaeli’nin kanalizasyonları yıllarca arıtılmadan Marmara’ya verildi. Bugün de Haliç’i temizlemek için bölgenin tüm kirli suları Ahırkapı açıklarında derin su deşarjı ile Karadeniz’e yönelik dip akıntısına karıştırılmak üzere Marmara’ya veriliyor. Geçenlerde “yok artık” denilecek boyutta bir çevre skandalı daha ortaya çıktı. Çınarcık açıklarındaki fay çukuruna Marmaray inşaatına ait 1 milyon ton hafriyat toprağının döküldüğü basında yer aldı. Deniz dibindeki doğal dengeyi alt üst edecek bu uygulamanın emrini verenler Çevre Bakanlığından onay aldı mı? Soluduğumuz havadaki temiz oksijenin %75’inin denizler altındaki planktonlardan kaynaklandığını bu emri verenler bilmiyor mu? Benzer şekilde bu katliamın denizdeki temel beslenme zincirini kıracağını ve doğal dengeyi alt üst edeceğini düşünemiyorlar mı?
Belediyelerin çevre karnesi kötü. Bu eyleme aslında şaşırmamak gerek. Türkiye’de yılda kabaca 30 milyon metreküp sanayi atığı denizle buluşuyor. Belediyelerimizin % 85’inin arıtma tesisi, 700 belediyenin de kanalizasyonu yok. Kıyılardaki belediyelerden arıtma tesisi olanlar ise artan nüfus artışına paralel kapasite artımına kaynak bulamıyor. Kıyılara yakın maden ocakları ve Muğla’da Yeniköy-Kemerköy ve Yatağan’daki mevcut termik santrallerin soğutma sularının Gökova Körfezi’ne etkisi bile bilinmeden, dördüncü termik santralın aynı bölgedeki Karacahisar’a yapılması ayrı bir çevre felaketi. Bu tip termik santrallerin soğutma suları denizdeki doğal dengeyi bozuyor, yakılan kömürün oluşturduğu kükürt dioksit asitli yağmurlara neden olarak bitki örtüsünü öldürüyor. Mersin Akkuyu’da inşa edilecek nükleer santralın soğutma suyunun deniz suyunu ne kadar ısıtacağı ve bunun denizdeki canlı hayatı ne denli etkileyeceğini kamuoyu henüz bilmiyor. Türkiye’nin sanayileşmesi ve kalkınması tabi ki hepimizin ortak hedefi, ancak endüstriyel medeniyete erişim uğruna, torunlarımızın soluyacağı hava ile kullanacağı toprak ve denizin niteliklerini bozmak ne kadar adil?
Temiz hava mı? Lüks otomobiller mi? Karadeniz’deki sahil otoyolunun ürettiği kurşun atıklarının denizdeki canlı hayata etkisini biliyor muyuz? İç ulaşımda % 90 ağırlıkla kullanılan kara ulaştırmasının, neredeyse 7 kişiye bir otomobil düşürdüğü ortamda iklim değişikliğine ve küresel ısınmaya neden olan karbondioksit salınımlarının ülkemizde son 20 yılda neredeyse 1,5 kata yakın bir artış göstermesi halkımızı hiç mi ilgilendirmez? Torunlarımıza soluyacakları ve yaşayacakları tertemiz bir çevre mi yoksa her günü çevre felaketleriyle geçen günlerde kullanacakları lüks otomobiller mi bırakacağız?
ABD’deki Yale Üniversitesinin 2013 yılında yaptığı bir çevre çalışmasına göre Türkiye 132 ülke arasında çevresel sağlık ve eko sistem canlılığında 109’uncu olmuş. Bu ne demek, dünyanın en büyük 16’ıncı ekonomisi olmak için yıllarca cam dükkânına girmiş bir fil gibi ortalığı yakıp yıkmışız. Başta mavi vatan denizlerimizi korumak için eylemci çevre bilincini geliştirmemiz ve idarenin hesap verebilirlik ve sorumluluk çerçevesinde hareket etmesini sağlamamız gerekir. Unutmayalım! Gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz en büyük miras temiz ve sürdürülebilir doğadır. (20.10.2013)
Cumhuriyet Donanmasının Pir’i ve Pusulası Atatürk ve Bilimdir.
Dünyanın tüm donanmalarında tarih boyunca geçerli olan tunç yasadır: Bir savaş gemisinin en önemli ve vazgeçilmez unsuru subaylarıdır. Bir geminin başta komutanı olmak üzere subayları bilgili, tecrübeli ve ideolojik olarak güçlü ise, geminin tüm personeli bu özellikleri yansıtır ve o gemi savaşta yenilmez. Şimdi bu ölçeği büyütelim. Filotillalar ve filolar da sahip oldukları komodor ve amirallerin sevk ve idare ve savaş yeteneği kadar güçlüdürler. Bu nedenle güçlenen bir donanmanın etkisizleştirilmesi için önce onlar hedef alınır. Yargıtay’ın 9 Ekim 2013 Balyoz kararı, emperyalizmin Cumhuriyet Donanmasının komuta yapısını gelecek 30 yıl için yok etme gayretlerinin somut bir sonucudur.
Deniz Harp Okulu ve Aydınlanma. Türkiye’de gemi komutanı ve amirallerin tek kaynağı kuruluşu 1773 olan Deniz Harp Okulu veya tarihi adıyla Bahriye Mektebidir. Bu topraklarda kurulmuş en eski bilimsel kurumdur. Bugün Türk denizciliğine hayat veren tüm kurum ve kuruluşların temelini atan Bahriye ve Bahriye Mektebi, bilim kapısını İmparatorluğa ilk açan ve bir nevi Türk aydınlanmasını başlatan kurum olmuştur. İlk sitim makinesi, elektrik, elektronik, telsiz ve ağır sanayinin gereği temel üretim araçları daima Bahriye sayesinde toplum ile tanışmıştır. Yetiştirdiği komutanların yanı sıra, devlet, bilim, sanat ve spor adamları ile Bahriye, toplumsal gelişimde her dönemde öncü ve rehber olmuştur. Deniz tarihimiz, bu seçkin ve öncü şahsiyetlerin müstesna başarıları ve zaferleri ile zenginleşmiştir.
1886 yılında ilk Türk denizaltısı ile torpido atışı yapan Ruhi Develilioğlu’nu, 1877-1878 (93) Osmanlı Rus harbinde patlamamış Ruslara ait “Whitehead” torpidosunu tersine mühendislikle imal edebilen Yüzbaşı İdris Efendi’yi, her zaman saygı ve vefa ile anıyoruz. Bugün, Türkiye’de üç ayrı yüzyılı görmüş en eski düzenli dergi olan Deniz Kuvvetleri Dergisini 1890 yılında ilk çıkaran ve Deniz Müzesini kuran Binbaşı Süleyman Nutku’yu, 1903 yılında bugünün Denizcilik Fakültesi olan Deniz Ticaret Mektebini kuran Binbaşı Hamit Naci’yi, Çanakkale’de destan yazan Nusret Komutanı Yüzbaşı Hakkı ve Mayın Grup Komutanı Binbaşı Nazmi Bey’i, Birinci Dünya Savaşında Marmara’da Avustralya denizaltısı AE-2’yi batıran Sultanhisar Komutanı Yüzbaşı Ali Rıza’yı, aynı dönemde İngiliz Goliath zırhlısını batıran Mauavenet-i Milliye Komutanı Yüzbaşı Ahmet Safvet Bey’i unutabilir miyiz?
Kurtuluş Savaşında Bahriyeliler. Mütareke ve işgal dönemlerinde önce Bahriye Mektebi üzerinden Topçu İsmail Bey ve Kara Kemal önderliğinde İstanbul’dan Anadolu’ya silah sevkiyatı yapıldı. Daha sonra Anadolu’ya geçen bir avuç yürekli deniz subayı ve Türk denizcisi sayesinde, değişik tonajlarda 200 kadar küçük tekne ile Sovyetler Birliği limanlarından başta İnebolu olmak üzere Karadeniz limanlarımıza 300 bin ton harp malzemesi sevk edildi ve bu malzemeler sayesinde Kurtuluş Savaşı destanı yazılabildi. Alemdar’da, Gazal’da, Rusumat-4’de ve daha nice çılgın Türk denizcisinin bulunduğu, irili ufaklı onlarca teknede sadece Kurtuluş Savaşının harp malzemeleri değil, aynı zamanda bağımsızlık, hürriyet ve ulusal onur ateşinin taşındığını unutabilir miyiz?
Tüm yokluk ve zorluklara rağmen büyük cesaret ve fedakârlık göstererek İstanbul’daki evini ve ailesini terk ederek Kurtuluş Savaşının deniz cephesine gözünü bile kırpmadan giden fedai ruhlu Bahriye Subaylarımızı minnet ve takdirle anmamak mümkün müdür? Ebedi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk sayesinde başarılan Cumhuriyet Donanmasının kuruluşu, bugünlere kadar uzanan yeni bir süreci başlatmıştır. Onun stratejik dehası ve öngörüsü olmasıydı, bugünün Donanmasına erişim mümkün olamazdı. Ulu önder, Türk deniz subayının yüzyıllar içinde şekillenen karakterini, kurumsal aidiyetinin gücünü ve mücadele azmini görmüş, ona güvenmiş ve inanmıştır. Atatürk’ün Türk deniz subayına güven ve inancı olmasaydı, karacı mareşal ve orgenerallerin muhalefetine rağmen Bahriye Vekâleti (Deniz Kuvvetleri Bakanlığı) kurulabilir miydi? Zor şartlar altındaki genç Cumhuriyetin bütçesinden kaynak ayrılarak yeni muhripler İtalya’ya, yeni denizaltılar Hollanda’ya ısmarlanabilir miydi? Bu gemilere Kurtuluş Savaşının en önemli zafer simgeleri olan Kocatepe, Tınaztepe, Adatepe, Zafer I.İnönü ve II. İnönü gibi çok iddialı isimleri verilebilir miydi?
Başarıdan başarıya koşan Donanma. Gölcük’ten bir Yüzbaşı Ata Nutku çıkmış, son 50 yıldır gemi inşa etmeyen bahriye tersanesinde Cumhuriyetin ilk gemisi olan Gölcük yağ gemisini 1937 yılında inşa edilmesini sağlamış, daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesinde Gemi İnşa Fakültesini kurabilmiştir. Onun gibi gerçek vatansever denizciler sayesinde Donanma her geçen gün yeni hedeflere rotalamıştır. Genç Cumhuriyet çok kısa süreler içinde Donanma varlığını oluşturabilme ve bu varlığı güvenlik ve dış politika aracı olarak kullanabilme becerisini bu kutsal ocağın yetiştirdiği liderler ve komutanlar sayesinde başarabildi. Atatürk’ün bizzat belirlediği rotada ilerleyen ve hızla gelişen Cumhuriyet Donanmasının eriştiği güç, özellikle son 40 yılda Montreux rejiminin ve Karadeniz’deki hayati çıkarlarımızın korunmasında asli rol oynamış, Cumhuriyet tarihimizin en önemli askeri harekâtı olan Kıbrıs Barış Harekâtı’nda, gücü zafere taşımış; Ege ve Doğu Akdeniz’deki karmaşık sorunların aleyhimize sonuçlanmasını engelleyen caydırıcı bir güç olmuştur. Bu başarıların ardındaki ışık, Deniz Harp Okulu’dur.
Pir’imiz Mustafa Kemal’dir. Deniz Harp Okulu sadece Cumhuriyet döneminde, aralarında Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer cezaevlerinde kendi ülkelerinde tutsak olarak acı çeken amiral ve deniz subayları da dahil 10 bin deniz subayı yetiştirmiştir. 2009 yılından sonra içimizdeki bir avuç hainin yardımıyla yürütülen başta Balyoz olmak üzere isimli tertip davalar ile tasfiye edilen 40 amiral ve kabaca 400 denizci, 1773 yılından bu yana aydınlanma geleneği ile güçlenerek gelen ve Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal ateşi ile perçinlenen Bahriye Mektebi zincirinin altın baklalarıdır. Onların yokluğu yıllar boyu unutulmayacak ve hatıraları her savaş gemisinin köprüüstünde ve her denizcinin yüreğinde kor ateş misali yanacaktır. O ateş yandıkça Türk denizcisi bu kahpe baskını asla unutmayacak, Cumhuriyet Donanmasının Pir’i ve pusulası Mustafa Kemal Atatürk ve bilim olmaya devam edecektir.
Cem Gürdeniz