1-2Oluşturan; insanı embriyondan oluşturan Rabbinin adına öğren-öğret!
3-5Öğren -öğret!
Senin Rabbin ise kendilerini üstün biri sayan o kişilerden daha üstün olandır. Senin Rabbin ki kalemle öğretti. O, insana bilmediğini öğretti.” (‘Alak/ 1-5)
Yüce Allah, insanlık için son elçi olarak seçtiği Muhammed’e indirdiği bu ilk beş ayetle hem onu elçilik görevine hazırlamaya başlıyor, hem de kıyamete kadar sıratı müstakimi oluşturacak öğretinin ilk ilkeleriyle dünyada öğrenimin “sözlü dönemin” yanında “kalemle yazmayı” önererek, onunla birlikte “yazılı dönemin” başlatılmasını buyurarak bilgi çağının ufkunu açmış oluyordu.
1.İlk Vahiy Ayetleriyle İlgili “Ünlü Rivayet”
Son Allah Elçisi Muhammed’e (as) ilk vahyin gelişiyle ilgili ve İslam coğrafyasında yüzyıllardır kabul gören “ünlü rivayet” şudur:
“Bize, Yahya b. Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona Urve b. Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe’den tahdis etti. Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
Rasülüllah’a ilk vahyin başlayışı, uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı. Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibadet ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır, yine giderdi. Tekrar Hatice’nin yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahiy gelene kadar…
Birgün Hıra mağarasında iken melek ona geldi, “oku” dedi. O da “Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: “O zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “ oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim” dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kan damlasından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.”
Bunun üzerine Rasulüllah, bu ayetlerle yüreği titreyerek Hadice’ye döndü. “Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler. Ondan sonra, olanları Hadice’ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi. Hadice de:
“Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsvay etmez. Çünkü sen, yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak vekillerine yardımcı olursun” dedi. Ve hemen Peygamberi alıp amcasının oğlu Varaka’ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil’den Allah’ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü. Hatice, Varaka’ya:
“Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka:
“Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasulüllah, gördüğü şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
“O gördüğün, Allah’ın Musa’ya indirdiği Namus’tur. Ne olurdu, senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun üzerine Rasulüllah:
“Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
“Senin gibi bir şey getirmiş (vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine ulaşırsam sana son derecede yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.”[1]
2.İlk Vahiyle İlgili Buhari’nin Rivayeti Kur’an’a ve Tarihsel Gerçeklere Uymuyor.
İlk vahyi oluşturan bu beş ayet ‘Alak suresinin başındadır. Adını ikinci ayetinde geçen ‘alak sözcüğünden alan bu sure, Mekke’de inen ilk suredir. ‘Alak suresini bütün incelikleriyle anlamak, onun indirilen ilk sure olduğunu bil¬mek ve bunu dikkate almakla mümkündür. Edebiyattaki “önsöz” usulüne kıyas edilerek bu sureye “Kur’an’ın önsözü” de denile¬bilir. Bu özelliği dikkate alındığında, Kur’an’ın bütününe ulaşmak; Kur’an’da ne¬ler bulunduğu, Kur’an’ın neler içerdiği hakkında genel bir görüşe ulaşmak mümkündür.
Bu sure ile Yüce Allah, Muhammed’i muhatap alıp ona konuş¬muştur. Tek taraflı bir hitap olan bu konuşmayla, Muhammed b. Abdullah’ı tüm insanlığa gönderdiği İslam Dininin davetçisi son Allah Elçisi olarak görevlendirmiştir. Bu sure ile ona ilk mesajlarını vahyetmiş, bu mesajların gereğini yerine getirme konusunda elçinin zihninde oluşan bazı soruları da gidermiştir. İçeriğini daha iyi anlaya¬bilmek için surenin yukarıda sayılan özelliklerini dikkatten uzak tutmamak gerekir.
‘Alak suresi, şimdiye kadar hadis ravisi /derleyicisi Buhari’nin, Sahih-i Buhari, adlı eserinin “Vahiy Kitabı” bölümündeki 3 numaralı hadis aktarımı üzerinden anlatılmış,[2] buradaki ifadeler çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmıştır. Oysa ayetleri anlamanın en doğru, en iyi yolu, onları Kur’an’ın diğer ayetleriyle açıklama ilkesinden hareket ederek sureyi, Kur’an’ın genel çerçevesi içinde anlamaya çalışmaktır. Bu ilke, öncelikle vahyin başlangıcını anlatan ve yukarıda kaynağı verilen meşhur hadis rivayetinin Kur’an ışığında dikkatle incelenmesini gerektirir. Bu incelemenin bizi ilk elde ulaştıracağı sonuçlar şunlardır:
*İlk vahiylerin uyku esnasında inmediği Kur’an ile sabittir. (Necm/11-13) Rivayette iddia edildiği gibi ilk vahiyler rüyada inmiş ise, bunun ‘Alak suresinden önce vuku bulmuş olması ve o rüyada inen vahye ait başka ayetlerin de bulunmuş olması gerekir. Böyle bir şeyin kabulü ise vahyin eksik toparlandığının kabulü olur ki, bu hem tarihî belgelere hem de Rabbimizin kitabını koruma vaadine ters düşer. Ayşe’den rivayet edilenler doğru ise, rivayette sözü edilen vahiyler ancak Ayşe’nin olayları hatırlayabileceği çağa ve peygamberimizin evine dâhil olduğu döneme ait olabilir.
Rivayet, Ayşe’nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Hâlbuki herkes tarafından bilinmektedir ki, ilk vahiyler geldiğinde Ayşe küçük bir çocuktur. Ve on beş yıllık eşi Hz. Hatice ilk vahiy döneminde Allah’ın Elçisi’nin yanında bulunan kişidir.
*Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy geldiğinde korkmamış, ürpermemiştir. (Necm/13-17) Varaka b. Nevfel gaybı bilmez, bilemez. Bu rivayette Varaka, tahminin de ötesinde, kehânette bulunmaktadır. Rivayetin, Allah elçilerinin öz yurtlarından çıkarılmasıyla ilgili bu bölümü İbrahim/ 13. ayetinden alınmış gibi görünmektedir. Böylece Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanı Varaka’ya isnat edilmiştir.
*Kur’an’a göre ilk vahiy Hıra Mağarası’nda değil, Mescid-i Aksa’da; Cennetu’l-Me’vâ denilen yerde gelmiştir. Hıra mağarası ile ilgi¬li rivayetler, hem Peygamberimizi hem de vahyi rencide eder.
*Bu rivayet doğruysa, Kur’an’da tam üç tane “ikra /öğren-öğret” sözcüğünün eksik olduğunun kabul edilmesi gerekir.
*Eğer bu rivayet doğru sayılırsa, ilk mümin, ilk Müslüman Muhammed değil, ilgili En’âm/l4, l63 ve Zümer /12’nin hilâfına Hatice olur. Çünkü Hatice, Allah’ın Elçisi Muhammet’ten önce vahye inanmış olmaktadır. Bu husus da Kur’an’a aykırıdır.
*Rivayetteki “bir müddet vahiy kesildi” ifadesi karşımıza bir de “fetret” problemini çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak, “bir çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten sonra gelen zayıf¬lık, aralık, boşluk” demek olan fetret, konumuz itibariyle “tebliğsiz dönem” anlamına gelir. Bu “tebliğsiz dönem”in ne kadar sürdüğü ri¬vayetten rivayete değişmektedir: 12, 15, 25, 40 gün, hatta 3 sene sür¬düğünü iddia eden rivayetler vardır. Bu rivayetler, Fetret’in nedenleri konusunda da birbirleriyle çelişkili bir çeşitlilik arz ederler. Fetret’e, yani vahyin kesildiğine ve bunun nedenine dair rivayetler güvenilir olmak¬tan çok uzaktır.
*Gerçekte fetret denen böyle bir dönem yaşanmamış, vahiy kesintisiz olarak devam etmiştir. Aslında Duhâ/3. ayeti, fetret konusuna malze¬me yapılmıştır. Birçok çevirmen ve yorumcu bu ayeti, “Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı” şeklinde anlamış ve ilk vahiyle bu ayet arasında bir fetret döneminin bulunduğu kanısına varmıştır. Oysa Duhâ suresi, iniş sırası olarak 11. suredir. Eğer bu kabulleri doğru olsaydı, ilk vahiyden sonra -bu ayete kadar- hiç vahiy gelmemiş ol¬ması veya Duhâ suresi’nin 2. sure olması gerekirdi.
Söz konusu ayetin doğru anlamı ise, “Rabbin sana darılmayacak ve seni bırakmayacak”(Duhâ/3) şeklindedir. Yani, bu ayetle Peygambe¬rimiz ve misyonu kesin bir dille teminat altına alınmıştır.[3]
Bu durumda ortaya çıkan sonuç şudur: Ayetleri rivayetlere göre değil, doğrudan doğruya Kur’an’ın ilahi mantığı ve kendi bütünlüğü içinde ilgili ayetlerin tamamı incelenerek Kur’an’dan Kur’anca anlamaya çalışmak bizi doğruya ve gerçeğe ulaştırır.
3.‘Alak Suresinin İniş Nedeni ve İndiği Ortam
*Bu surenin iniş nedeni, Rabbimizin rahmet ve hidayeti kendine yazmış (farz kılmış) olmasıdır. Kur’an ayetlerinden öğreneceğiz ki Rabbimiz, Rahman ve Rahîm olmasının bir gereği olarak rahmeti kendi üzerine borç kılmıştır:
“De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” Allah, rahmeti Kendi zatı üzerine yazmıştır. Sizi kesinlikle, kendisinde asla şüphe olmayan kıyamet gününe toplayacaktır. Kendi kendilerini zarara sokan kimseler, işte onlar iman etmezler.” (En’âm/12. Ayrıca bkz. En’âm/54);
*Yine Yüce Allah hidayeti kendi üzerine yazmıştır:
“Doğruya ve güzele kılavuzlamak sadece Bizim üzerimizedir.”(Leyl/ 12)
“Yolun doğrusu yalnızca Allah’a borçtur. Yolun eğrisi de vardır. Ve eğer Allah dileseydi, sizi topluca doğru yola kılavuzlardı.” (Nahl/9);
*Rabbimiz her canlıya rızık vermeyi üzerine borç kılmıştır.
“Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd/6).
Bu işleri kendine farz kılan Rabbimiz, insanlara hidayet etmeyi (doğru yola kılavuzlamayı); onlara akıl ve vicdan vermek, elçi göndermek ve kitap indirmek suretiyle yerine getirmiştir.
Yüce Allah’ın hangi şartlarda toplumlara elçi gönderdiği, Kur’an’ın birçok suresinde doğrudan ya da dolaylı olarak dile getirilmektedir.
Arap Yarımadasında da özgürlüklerin ortadan kaldırılarak insan onuru ayaklar altına alınıp birtakım ilâhlar, rabler oluşturulduğu, şirk, haksızlık, yanlış işler ve kargaşa yaygınlaştığı, doğadaki denge bozulduğu yedinci yüzyılda Allah, rahmeti gereği müdahale edip bu topluma da elçi gönderip kitap indirmiştir. Rahmeti üzerine borç kabul etmiş olan Allah, işte Mekke’de bu koşullar altında Muhammed’i elçi seçip onu vahye muhatap kılmıştır.
Allah’ın yozlaşmış toplumlara elçiler göndermesi konusundaki ilahî sünneti gereği, tüm insanlık genel bir hidayet çağrısına muhtaç bir durumdaydı. O günün Mekke’sinde de dinî inanç yozlaşmış, bu yozlaşma ve bozulmalar sonucu yüzlerce tanrısı bulunan müşrik bir kitle oluşmuştu. Bu kitlenin giderek tâğûtî bir sistemle kaynaşması, doğrudan şirk inancının bir sonucuydu. Her tâğûtî /şeytani sistemde olduğu gibi, orada da alt kesimdeki insanları hor ve hakir gören yeni firavunlar ve küstah asilzadeler türemişti. Bunlar kendi rabliklerinin ve kurdukları düzenlerin sarsılmaması için ihtirasla gayret göstermekteydiler.[4]
Böyle bir ortamda doğmuş ve büyümüş olan Muhammed b. Abdul¬lah, o toplumdan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tabi tutul¬muş, Rabbinin özel nimetine mazhar olmuştu. Onun henüz elçi ol¬madan ulaştığı bu nimet, Allah’ın tektanrıcı bir Müslüman olan İbrahim’e (as) de verdiği “doğruyu bulma yeteneği”nin ona da bah-şedilmiş olmasıydı:
“Ve ant olsun ki Biz, daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik. 52Hani İbrahim, babasına ve toplumuna: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti.” (Enbiya/51-52).
Muhammed, kendisine bahşedilen bu anlama ve kavrama yeteneği aklını selimleştirerek oluşturduğu aklıselimi sa¬yesinde dalâletten kurtulmuş, tevhit mücadelesi veren, bu uğurda aklını işletmeyen, selimleştirmeyen toplumuyla tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Artık onlardan biri de¬ğildi, aksine onların şirkini ve tâğûtî /şeytani düzenlerini protesto ediyordu.
4.O Dönemde Mekke, Kâbe ve Halkın Durumu
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlamentosu, ibadet merkezi idi. Kâbe’de yaptıkları ibadetler; Kâbe’nin çırılçıplak tavaf edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak gösterişle salât ikame edilmesi şeklindeki yozlaşmış ibadetlerdi:
“Ve onların Beyt’in /Kâbe’nin yanındaki destek vermeleri, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır, bir gösteriştir. –Öyleyse küfrettiğinizden; (Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olduğunuzdan) dolayı bu azabı tadınız!–” (Enfâl/35)
Kâbe’nin içi ve çevresi, sahte tanrıların yüzlerce heykeliyle doluydu. İdare ise yöresel firavunlar mesabesindeki Daru’n-Nedve üyelerinin kontrolündeydi. Ne var ki, artık aralarında onlara karşı koyacak kimse¬siz bir adam vardı: Muhammed b. Abdullah.
Kâbe’nin Araplar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir karşılaştırma ve tespit yapmak için önce o günün Mekke’sinin emiri, ke¬rîmi Ebu Cehil’i, sonra da yine Mekke’de doğmuş-büyümüş Muham¬med b. Abdullah’ı düşünmek gerekir.
Bu hal ve şartlar içinde, Muhammed b. Abdullah bir gece Kâbe’de salât etme; birilerini aydınlatma, sosyal destek sağlama girişiminde bulunmuş fakat bu arzusu Ebû Cehil tarafından engellenmişti (Bkz. ‘Alak/9-10). Bakara/185’e göre Ramazan ayı içinde yer alan bu gece, Duhân/ 3’teki adıyla “Mübarek Gece”, Kadir suresindeki adıyla “Kadir Gecesi”dir. ‘Alak/ 9-10’da sözü edilen “kul”, ittifakla Muhammed b. Abdullah’tır.
Bu tartışma ve salâttan engelleme sonrasında Muhammed b. Abdullah, bulunduğu Mescid-i Haram’dan (Kâbe) Mescid-i Aksa’ya (Mekke’nin Taif çıkışı yönündeki yolda) yürür. Nitekim bu olay İsrâ/ 1’de, “Yürüten… Allah tarafından yürütülen” ifadeleriyle anlatılır,
Mescid-i Haram’ı biliyoruz, ama Mescid-i Aksa neresidir?
Kur’an’da geçen Mescid-i Aksa, bugünkü bildiğimiz Kudüs’teki Mescid-i Aksa değildir. Kur’an’da geçen Mescid-i Aksa, Mekke’de; Haram bölgenin kenarında, Taif yolu üzerinde, Cirâne vadisinin yamacında eski bir mesciddir. İslâm’ın ilk yıllarında Kudüs’te bulunan -bu günkü Mescid-i Aksa’nın yerindeki- mescidin adı Beytü’l-Makdis’tir. Beytü’l-Makdis’in inşası Süleyman peygambere dayanır. Abdülmelik b. Mervan, Beytü’l- Makdis’in yıkıntıları üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da “Mescid-i Aksa” koymuştur. Kur’an’da adı geçen mescitle ilgisi bulunmamakla beraber Abdülmelik’in yaptırdığı bu mescid de aynı ad ile ünlenmiştir.
Muhammed b. Abdullah’ın geceleyin yürütülüşünün nedeni, İsrâ/ l’den öğrendiğimize göre, Rabbimizin, ayetlerinden bir bölümünü ona göstermeyi irade etmesidir:
“Kulunu, bir gece, ayetlerimizden /alâmetlerimizden /göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.” (İsrâ/1)
5.İlk Vahiy Ortamı ve Olanlar
Kur’an’da Muhammed’e ilk vahyin indiği ortamı anlatan ilgili ayetlerden bir bölümü şöyledir:
6,7Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibidir.
8,9Sonra da O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan nitel olarak yaklaştı ve hemen art arda kova sarktı(tedellâ)[5] /ÖBEK ÖBEK AYETLER İNDİ. Birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de nitel olarak daha yakın olmuştu.
10Hemen O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibi olan, kuluna,
14son kiraz ağacının yanında,
15–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti.
16O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu.
11Kulun belleği (el-fu’âd), gördüğünü yalanlamadı.
12Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? /Onun gördüğü şey hakkında o’nunla mücadele mi ediyorsunuz?”
13Ant olsun onu, başka bir inişte daha gördü.
17Göz şaşmadı ve azmadı.
18Ant olsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü.” (Necm/7-18)
Evet, Son Allah Elçisi Yüce Allah’tan en büyük ayeti gördü: O’ndan vahiy aldı, elçi ve nebi oldu. İlk aldığı vahiy “ikra!”dır.
Muhammed b. Abdullah artık bir Allah’ın Elçisi’dir. Bundan sonra sadece Rabbi adına hareket edecektir.
Musa (as) ve Muhammed’in (as) ilk vahiy alışları arasında benzer¬lik vardır. Musa bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için ate¬şe doğru yürür ve dağa çıkar. Orada bir ağaçtan tecelli (görüntü ve ses) etmesiyle vahye muhatap olur. Muhammed de Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile Necm/ 7-18.ayetlerinde açıklandığı üzere İlahi vahye muhatap olur.
Musa’nın (as) ilk vahyi alışı ile ilgili ayetler şöyledir:
9Musa ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.
10Hani o bir ateş görmüştü de ehline (ailesine, yakınlarına): “Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!” demişti.
11Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi:
“Musa! 12Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin;sen peygamberlik yolundasın..
13Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye;
“14Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et (malî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut).
15Şüphesiz ki o saat /kıyamet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.
16O nedenle kıyamete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyamete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” 14uyarısına kulak ver.
17Ve sağ elindeki nedir ey Musa?
18Musa: “O, benim asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var” dedi.
19Allah: “Ey Musa! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç!
24Firavun’a git, şüphesiz o azdı” dedi.” (Tâ-Hâ/9-19, 24)
“Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasında kutlu elçilik yolunun ilk vahiylerinden bir sesleniş olarak, bir ağaçtan: “Ey Musa! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Musa! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Yeninden kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır” diye seslenildi.” (Kasas/ 30-32)
Bir sonraki yazıda ilk gelen ayetleri gözden geçirebiliriz.
SEDAT ŞENERMEN
Kaynakça
[1] BUHARİ (ö. 870), Sahih-i Buhari, Vahiy Kitabı’nda nakledilen 3 numaralı rivayet.
[2] Rivayetinmetni için bkz. Ez-ZEBÎDÎ, Sahîh-i Buhârî muhtasarı Tecrîd-iSarîh Tercemesi, (Mütercimi: Ahmed NAİM), Ankara, 1957, TTK Basımevi, 2. Baskı, Diyanet İşleri Reisliği Yayınları, Cil: I,Tecrîd Tercemesi Bölümü, s.10-12.
[3] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c. 1, s.33, 33.
[4]Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.36, 37.
[5] NECM/ 8. ayette yer alan “tedellâ” fiili, “Delv” kökünden gelmedir. “Delv”, “kovanın sarkması” demektir. Sözcüğün “tedellâ” kalıbı (aslı “tedelleve’dir)”“tefeu’ul” babından olup, “sürekli olarak kova sarktı” anlamı kazanmıştır. Sözcüğün İf’âl babından fiili Yusuf/19. ayette “fe EDLÂ DELVEHÜ (o da, kovasını sarkıttı)” şeklinde yer alır.
Sürekli kova sarkması, aynı Kadir suresindeki “tenezzelü (sürekli, arka arkaya iner)” ifadesiyle eş anlamdadır. Ve sürekli kovanın inişi, vahyin necm necm; parti parti, grup grup inişinden kinayedir. Yani, “Elçiye kova kova; kovalar dolusu ayetler indirdi durdu/vahyetti” anlamındadır.
Bu durumda sözcüğe “sarktı” anlamı vermek ve fiilin öznesini “Allah” yapmak Kur’an’a ve tevhid inancına uygun değildir. (Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2021, 3. Baskı, c.1, s.378)