KUR’AN’DA KEVSER SURESİ VE “KURBAN”

Rahman ve Rahîm Allah adına.
“1Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik.
2Öyleyse Rabbin için salât et (malî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumu aydınlatmaya çalış) ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle!
3Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!” (Kevser/ 1-3)

Kevser suresi Allah’ın Elçisi Saygıdeğer Muhammed’e (as) Mekke’de 15. sırada inmiştir. Üç ayetten oluşmasına ve Kur’an’daki en kısa sure olmasına rağmen, işaret ettiği anlamlar yönünden zengin bir içeriğe sahiptir. Surenin iyi anlaşılabilmesi için Duha ve İnşirah surelerinin de iyi anlaşılması gerekir. Çünkü Duha, İnşirah ve Kevser sureleri, Allah’a ortak koşucuların kötü davranışlarına muhatap olan Peygamberimizi teskin ve teselli etmek, onu destekleyip güçlendirmek için indirilmiş surelerdir ve kendi aralarında bir bütünlük içerirler. Bu sure;

– “Sözcük /ibare” anlamıyla “kişiye özel” olup,

– “İşaret” anlamıyla da peygamberimizin dine çağrı görevini üstlenenlerin nimetlere kavuşturulacağını,

– Düşmanların şeytani çalışmalarının sonuçsuz kalacağını

– Ve sonlarının iyi olmayacağını,

– Tebliğ görevi yapanların olumsuzluklara önem vermeden, Allah için gayret etmeleri gerektiğini ilân eder.

1. Surenin İniş Nedeni:

* Peygamberimizi desteklemek,
* Ona metanet kazandırmak ve
* Onu ilerideki görevlerine hazırlamaktır.
“Fatiha” suresi diye adlandırılan yedi ayet ile tebliğe başlayan Saygıdeğer Allah’ın Elçisi, dinî ve tarihî kaynaklarda belirtildiği gibi, ilk günden itibaren müşriklerin kendisini hafife ve alaya almalarıyla, hazırladıkları hile ve tuzaklarla karşı karşıya kalmıştır. Peygamberimizin maruz kaldığı bu tür davranışlardan biri de soyunu sürdüremeyeceği yönündeki alaycı hafifsemelerdi. Günümüzde bazı ilkel aileler tarafından da hâlâ sürdürüldüğü gibi, o zamanın Arap kültüründe de;

– Kız çocukları evlâttan sayılmaz,

– Ailenin erkek çocuk tarafından sürdürüldüğü kabul edilir

– Ve erkek çocuğu olmayanlar aşağılanırdı.

Allah’ın Elçisi Saygıdeğer Muhammed’in eşi Hatice’den doğma oğulları Kasım ile Abdullah ölünce, başta As b. Vâil es-Sehmî, Ebucehil, Ebuleheb, Ukbe b. Ebi Mu’ayt gibi Kureyş’in ileri gelen müşrikleri olmak üzere Allah Elçisinin hasımları, bu olayı malzeme yaparak onu horlamaya yeltenmişlerdi.

* Allah Elçisi Muhammed (as) tarafından ortaya atılan davanın onun ölümü ile biteceğini,

* Çünkü oğulları öldüğüne göre davanın izleyicisi kalmadığını düşünerek

* Peygamberimiz hakkında “Bırakın onu, onun soyu kesik, zürriyetsiz, ölünce adı unutulur gider, biz de ondan kurtuluruz” diyor ve temennilerini haber yapıyorlardı.

Bu durum Saygıdeğer Allah’ın Elçisini çok üzüyordu.

Yüce Allah bu sure ile hem Hz. Muhammed’i “Kevser /bol nimet” ile müjdelemiş, hem de köksüzlük ve soyu kesiklik kavramlarını Elçisinin düşmanları için takdir ettiğini bildirmiştir.

2. Allah’ın, Elçisi Muhammed’e (a.s) Verdiği Nimetler

“Şüphesiz Biz sana bol nimet verdik.” (Kevser/ 1)

Bazı sapkın zihniyet sahipleri, Kur’an’daki “Biz” ifadelerinden yola çıkarak Allah’ın bu ifadeyi kullanarak yaptığını söylediği işleri velîleri, dostları ile birlikte yaptığını ileri sürmüşler, böylece sadece Allah’a ait sıfat ve eylemlerin kendi uydurdukları “evliya” takımına da yakıştırılması için çaba göstermişlerdir.

Oysa Kur’an’daki “Biz” sözcüğüyle azamet /ululuk kast edilmektedir. Bu ifade biçimi birçok dilde uygulanmaktadır. Nitekim krallar ve güçlü yöneticiler de tarihî fermanlarında kendilerinden “biz” diye söz etmektedirler. Modern bir ifade biçimi olarak karşımızdaki insana “siz” diye hitap etmek de buna benzer bir durumdur.

Kevser: “Kevser” sözcüğü Arapçada “fev’al” kalıbında bir kelime olup “kesret /çokluk” kökünden türemiştir. Anlamı; “alabildiğine, aşırı derecede çok” demektir. Araplara göre sayısı, değeri, önemi çok olan her şey “kevser”dir. Örneğin, çıktığı geziden yakınlarına aldığı hediyelerle dönen bir kişinin getirdiği hediyelerin çokluğunu belirtmek için “kevser getirdi” ifadesi kullanılır. “Kevser” sözcüğü Arapçada somut şeylerin çokluğu için kullanıldığı gibi, soyut kavramların çokluğu için de kullanılır.

Hz. Muhammed’e “kevser”i veren Allah olduğuna göre, ayette geçen “kevser” sözcüğüyle dünyada ve ahrette “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler” kastedildiği söylenebilir. Ancak surede geçen “çok, pek çok hayır ve güzel şeyler”in neler olduğuna gelince, bu konuda gerçeği yansıtmayan birçok farklı görüş rivayet tefsirlerinde ileri sürülmüştür ki burada, bunlara yer vermiyoruz. Çünkü konu hakkındaki bu ifrat derecedeki görüşlerin çokluğunda değil, her bir görüş için yapılmış olan yüzlerce açıklamanın içeriğindedir. Bu açıklamalar Hz.Muhammed’i bütün diğer Allah Elçilerinin özelliklerini kendisinde toplayan ve tümünün gösterdiği mucizeleri tek başına gösterebilen bir konuma getirmekte, âdeta ilâhlaştırmaktadır.

Bize göre Allah Elçisi Muhammed’e (a.s) verilen “Kevser”, Kur’an’da Duha ve İnşirah sureleri ile Hicr/ 87. ayetinde sözü edilen lütuflardır. Şöyle ki:

“O, seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı?

Seni dosdoğru yol dışında biri olarak bulup da dosdoğru yola kılavuzluk etmedi mi?

Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?” (Duha/ 6–8)

“Biz, senin için, senin beynini /zihnini /ufkunu açmadık mı? Senden ağır yükünü indirmedik mi? –Ki o, senin belini çatırdatmıştı.– Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?” (İnşirah/ 1–4)

“Ant olsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur’an’ı verdik.” (Hicr/ 87)

Hicr/ 87’deki “ikililerden yediyi /seb’an mine’l-mesânî” ifadesi için pek çok görüş ileri sürülmüştür. Bu ifade bize, Allah Elçisi Hz. Muhammed’in yaşamındaki “yedi köklü değişikliği” anımsatmaktadır.

Bu değişiklikler, Hz. Muhammed’in iradesi ve gayreti dışında, görünür bir neden olmadan, Allah tarafından yapılan değişikliklerdir.

“İkililer” ifadesinin bize düşündürdüğü ise; bu değişikliklerin meydana geldiği konuların olumlu ve olumsuz hâllerinin birlikteliği, yani varlık alanındaki zıtlıklardan oluşan ikililerdir. Bu ikililerden oluşan değişiklikleri Hz. Muhammed’in yaşamındaki “eksiler” ve “artılar” olarak adlandırıp listelersek karşımıza, aşağıdaki tablo çıkmakta, bu da bize “ikililerden yedi” ifadesi hakkında ışık tutmaktadır:

Eksiler Artılar:

Sıradan birisi idi Seçilip Allah Elçisi yapıldı
Yetim idi Barınağa kavuşturuldu
Şaşırmış idi Doğruya iletildi
Dar gelirli idi Zenginleştirildi
Sıkıntılıydı Ufku açıldı, ferahlatıldı
Yükü ağırdı Ağır yükü hafifletildi
Adı unutulacaktı Adı, sanı ve şanı yüceltildi

“İ’tâ /Vermek”: Arapçada “vermek” fiili “i’tâ” veya “îtâ” sözcükleriyle ifade edilir.

“İ’tâ” sözcüğü, “bir şeyi emanet veya geçici olarak değil, temlik veya devir yoluyla temelli olarak verme” anlamındadır. Bu anlam aynı zamanda bir lütuf olarak vermeyi de içeren bir anlamdır.

“Îtâ” ise “i’tâ”yı da kapsayacak şekilde, daha geniş anlamda “yol açarak, engelleri aşarak; getirerek-götürerek vermek” anlamında kullanılır. Yani “îtâ” hem temlik ve lütuf olarak vermeyi, hem de bir görev olarak süreli, emanet vermeyi ifade etmektedir. Kevser suresinde “i’tâ” ifadesi kullanıldığı için Peygamberimize verilenlerin;

* İlahî bir lütuf olduğu,
* Bir şeye karşılık verilmediği ve
* Emanet olmadığı anlaşılmaktadır.

Keza Sad/ 39’de, Süleyman peygambere verilenlerin de aynı özellikte olduğu, bu sözcüğün bir başka kullanım şekli olan “Atâ” ile ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Hicr/ 87. ayetinde Hz. Muhammed’e verildiği belirtilenler ise hem lütuf hem de peygamberlik göreviyle bağlantılı olduğundan “îtâ” sözcüğüyle ifade edilmiştir.[1]

3. Allah’ın Verdiği Bol Nimetlere Karşı Yapılması Gereken “Kurban Kesmek Değil”, Zorlukları Göğüslemektir

“Öyleyse Rabbin için salât et (malî yönden ve zihinsel açıdan destek ol; toplumu aydınlatmaya çalış) ve karşılaşacağın zorlukları göğüsle (ve’nhar)!” (Kevser/ 2)

Arap edebiyatının önemli sanatlarından biri olan ve Fatiha suresinde de geçen “İltifat” sanatı bu ayette de hemen dikkati çekmektedir. Birinci ayette “Biz” zamiri kullanılmış ve ikinci ayette bu akışa uygun olarak “Bizim için” denmesi gerekiyorken üçüncü tekil kişiye dönülerek “Rabbin için” denilmiştir.

“Biz” zamirinden “Rab” ismine dönülmek suretiyle yapılan “İltifat” sanatı sayesinde hem ikinci ayet hükmünün etkinliği arttırılmış, hem de Alak suresinden bu yana hep ön plânda tutulmuş olan Allah’ın “Rab” olma özelliği bu surede de ön plâna çıkarılmıştır. Çünkü dünyada ve ahretteki yaşamımızın her anı, Allah’ın “Rab”liği, programcılığı ile tasarladığı üzere gerçekleşmekte ve insanların da bunu, akıllarından hiçbir zaman çıkarmamaları gerekmektedir.

Ayette Geçen “Nahr” Ne demektir?

“Nahr” sözcüğü bir kaç kelimeyle Türkçeye çevrilemeyeceği için ayette aynen bırakılmış, açıklaması burada yapılmıştır.

Belirtmek gerekir ki, “nahr” sözcüğü klâsik eserlerde iyice irdelenmeden Türkçeye en uzak anlamı olan “kurban kes” şeklinde çevrilmiştir. Bu durum, “Ğalât-ı meşhur, fasih lisana yeğdir (meşhur olmuş hatalı sözcük, orijinaline tercih edilir)” kuralına tamı tamına denk düşen bir uygulamadır. Ne var ki, yapılan galâtın /hatanın sürdürülmesi edebiyat alanında önemli bir sakınca doğurmayabilir ama dinin temel ilkelerinin ğalat bir anlamla yozlaşması, göze alınamayacak kadar büyük bir sakıncadır.

– İsim olarak kullanıldığında “göğüs, gerdan” anlamına gelen “nahr” sözcüğü,

– Mastar olarak kullanıldığında “eli göğse değdirmek, göğüslemek, devenin göğsüne bıçak saplayıp kesmek”[2] anlamlarına gelir.

Türkçedeki “intihar” sözcüğünün aslı da buradan gelmektedir. Sözcük, ayette “ve-nhar” emir kipiyle yer aldığına göre, sözcüğün mastar hâlinin taşıdığı üç değişik anlamın da incelenmesi gerekir.

(a) Sözcüğün birinci anlamı, “elini göğsüne değdir” emridir.

İmam-ı Şafii “ve-nhar” emrini “kurban kes” ya da “deve kes” olarak değil, “ellerini göğsüne değdir” olarak anlamış ve namaz kılarken alınan ara tekbirlerde ellerin göğse değdirilmesine içtihat etmiştir. Bu nedenle Şafii mezhebine mensup olanlar namaz kılarken bu içtihada uyarlar.

Şii müfessir ve fakihler de, Ali ve ehlibeyt kaynaklı rivayetleri dikkate alarak bu emri namazda, kıyamda iken ellerin göğse kaldırılması ve namazda tekbir getirirken ellerin boğaz çukurluğunun hizasına kadar kaldırılması olarak anlamış ve bu şekilde uygulamışlardır.

Kimileri de aynı emri namazda göğsün kıbleye döndürülmesi, kesinlikle başka yönlere yalpalanılmaması gerektiği şeklinde anlamışlardır.

Ebu Hanife’nin bu ayeti nasıl anladığına gelince; o günkü siyasal iktidarın söylemine aykırılıklar taşıması nedeniyle olsa gerek, eserleri zamanın idarecileri tarafından yok edilmiş, bu nedenle de konu hakkındaki yorumu bize kadar ulaşmamıştır.

Ancak bütün bu anlayışların namaz esnasındaki bedensel hareketlere yönelik olarak ortaya konduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Oysa ayette bu hareketin namazda olacağına dair hiçbir işaret, delâlet ya da karine /ipucu yoktur.

Bize göre, namaza başlama tekbirinde ya da namazlardaki ara tekbirlerde dilimizle “Allahu Ekber (Allah her şeyden daha büyüktür)” derken ellerimizi göğsümüze kaldırmamız, aynı anda beden dilimizle de bu inanç ve anlayışımızı pekiştirdiğimiz anlamını taşımaktadır. Yaptığımız bu hareket, Allah’tan başka her şeyi arkaya attığımızı ifade eden sembolik bir davranıştır. Sure, Peygamberimize hitap ettiğine göre, Yüce Allah’ın bu emirle Peygamberimizden istediği, “hakkında çıkarılan kin dolu söylentileri, kendisine yapılan kötü davranışları, düşmanlıkları, hileleri ve tuzakları arkaya atması, dikkate almaması, boş vermesi, elini sallayıp geçivermesi”dir.

(b) Sözcüğün ikinci anlamı “göğüslemek, göğüs göğse gelmek” demektir. Sözcüğün en fazla kullanılan anlamlarından biri olan bu anlam, Arap şairleri tarafından boğaz boğaza gelmeyi, göğüs göğse dövüşmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ayrıca “evleri göğüs göğse (karşı karşıya)” deyiminde de bu anlamda kullanılmıştır.[3]



(c) Sözcüğün mastar olarak kullanılması hâlindeki üçüncü anlamı ise, “deveyi göğsünden hançerle kesmek” demektir.

Dikkat edilirse bu anlam içinde “kurban” sözcüğü yer almamaktadır. Bu anlam esas alındığında, ayetten “kurban kes” veya “deveyi kurban kes” gibi anlamlar çıkmaz, sadece “deve kes” anlamı çıkar. Bu takdirde ayetin anlamı “Seni üzüyorlar, sana düşmanlık ediyorlar, sen de uyluklarını hareket ettir, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, çok çalış, çok gayret et, destek ol, sosyal yardım yap ve deve kes!” olur. O günkü şartlar altında Peygamberimize kasaplık yapmasının emredilmiş olması anlamsızdır. Çünkü bu sure indiğinde Hz. Muhammed hâlâ insanlara tebliğde zorlanmaktadır, yeterince taraftar edinememiştir. İşler henüz teori /iman boyutundadır. Tebliğin dışında herhangi bir eylem söz konusu değildir.

Kurban ile ilgili olarak Kütüb-ü Sitte’de (Altı Büyük Hadis Kitabı’nda) 26 rivayet mevcuttur. Ama bunların çoğu aynı rivayetin farklı kişiler tarafından nakledilmiş varyasyonlarıdır. Bu rivayetlerin hepsinde konu edilen kurban ve kurban ile ilgili bilgiler, hacda hacıların yükümlü tutulduğu “Hedy” kurbanına (Hacıların hediye olarak kestiği kurbana)” yöneliktir, yoksa bayram günlerinde hayvan kesmeye yönelik değildir. Rivayetlerin ve tarihî belgelerin hiçbirinde,

– Ne Mekke’de bu surenin indiği dönemlerde,

– Ne de Medine’de hac farz oluncaya kadar herhangi bir kurban olayı anlatımı söz konusu değildir.

* Özetlemek gerekirse, bu ayetler indiği zaman Mekke’de ne Allah Elçisi Hz. Muhammed ne de o günkü Müslümanlar kurban kesme şeklinde bir ibadet yapmıştır.[4]

Ragıb el-İsfehânî de “el-Müfredat” adlı eserinde “nahr”ı hac esnasında Mina’da kesilmesi gereken hediye olarak açıklar. Ancak Hedy’den söz eden Bakara/ 196. ayeti, Maide/ 2, 95 ve 97. ayetleri ve Feth/ 25. ayeti henüz inmemiştir, çünkü bu ayetler Medenî’dir. Dolayısıyla Kevser suresi indiği sırada hac ile ilgili bir hüküm henüz ortada yoktur. Böyle olmasına rağmen Ragıb’a göre de “nahr” hacda kesilen hediyenin dışında bir şey değildir, kurban adı altında günümüzde yapılan kesimle bir ilgisi yoktur.[5]

Bazıları kurban konusunu Allah’ın Elçisi İbrahim’e bağlarlar ve onun oğlunu kurban edişini konu alan birçok Kur’an dışı kültürü kendilerine kaynak kabul ederek ayrıntılara girerler. Oysa Saffat/ 83-113. ayetlerine baktığımızda, bu olayların kurbanla herhangi bir ilgisinin olmadığı görülmektedir. Bazıları da Maide/ 27-31. ayetlerindeki “iki âdemoğlu” kıssasından yola çıkarak kurbana kaynak aramaya çalışmışlardır. Ne var ki, ilgili bölümün de hayvan kurban etme gibi bir anlamı bulunmamaktadır.[6]

Bu açıklamaların ışığı altında Kevser suresinin 2. ayeti;

“Madem Rabbin sana KEVSER’İ (bu kadar bol nimeti) verdi, öyleyse sen de Rabbin için çok çalış, çok gayret et, ayağa kalk, yürü, çabala, şirke ve tağuta karşı çık, destek ol, sosyal yardım yap, gerisini boş ver, düşünme, önüne gelecek her zorluğu göğüsle, sabret!” anlamındadır.

Korona salgını yaşandığı günümüzde ise ihtiyaç sahibi insanlara olabildiğince elden geldiğince her türlü maddi- manevi yardımı-desteği yapmak, bunu sürdürebildiğimiz kadar sürdürmek en doğru, en geçerli ve hayırlı bir ibadet olacağını asla unutmayalım.

4. Allah’ın Elçisi Saygıdeğer Muhammed’in (a.s) Adı Kıyamete Kadar Sürecektir

“Şüphesiz seni horlayan, sonu olmayanın; yaptıkları, işe yaramayanın ta kendisidir!” (Kevser/ 3)

“Ebter” sözcüğü “beter” sözcüğünden türemiştir. İlk anlamı “kuyruğu köküne kadar kesmek” demektir.[7] Kuyruğu olmayan eşeğe “hımarun ebterü” denilirdi. Daha sonraları hayır-hasenat yapmayan kimselere, zürriyeti olmayanlara, özellikle de erkek çocuğu olmayanlara denilir oldu. Bilindiği gibi, kız çocuğu şark kültüründe evlâttan sayılmazdı.

Bu sözcük Türkçeye de geçmiştir. Birisine beddua ederken “beter ol!” denir. Bunun anlamı “senin sonun olmasın, perişan ol!” demektir.

İlk andan itibaren bütün kâfirler Saygıdeğer Peygamberimizi değişik sıfat ve yakıştırmalarla kötülemeye çalışmışlardır. Kâfirliği bir nitelik olarak aldığımızda, dünyada inkârcılar var oldukça Peygamberimizi kötüleme ve gözden düşürme eylemlerinin de süreceği açıktır. Ne var ki Peygamberimize ve dolayısıyla İslâm’a o günlerde sataşanların eli boş kaldığı gibi, bundan sonra da boş kalacaktır. O günkülerin hem emekleri boşa çıkmış; düzenleri, inançları bitmiş, hem de soy ve sopları dünya sahnesinden silinip gitmiştir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, bu gün de yarın da yine aynı şekilde olacaktır.

İnsanlığa son Allah Elçisi olarak görev yapan Saygıdeğer Muhammed’e (a.s) ebter/güdük diyenlere karşı en güzel tarihsel yanıtı veciz bir şekilde Atatürk şöyle vermiştir:

“Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonsuza kadar o (Muhammed) ölümsüzdür.”[8]

SEDAT ŞENERMEN


Kaynakça
[1] Hakkı YILMAZ, Tebyînü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.261, 263.
[2] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “N-h-r” mad.
[3] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “N-h-r” mad.
[4] H.YILMAZ, Tebyînü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.266.
[5] Ragıb el-İSFEHÂNÎ, “el-Müfredat”, “N-h-r” mad.
[6] H.YILMAZ, Tebyînü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.266-267.
[7] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “B-t-r” mad.
[8] Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.195; Genel Kurmay, Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce Sistemi, İstanbul, 1984, Genel Kurmay Başkanlığı Yayını, c.III, s.454; Prof.Dr. İsmail YAKIT, Atatürk ve Din, İstanbul, 2010, Ötüken Yayınları, s.30.