Tarihler, 12 Kasım 1999’u gösteriyordu.
Marmara Depremi’nin 87 gün sonrasında depremin yaraları sarılmaya çalışılırken, dünya tarihinde görülmemiş bir şekilde ikinci bir deprem meydana gelmişti.
O depremin yıldönümünde, ülke çapında “Çök-Kapan-Tutun” tatbikatı yapıldı.
Amaçlanansa; “Radyo ve televizyonlar tatbikat anonsu geçecek, halkın aynı anda bilgilenmesi ve reaksiyon göstermesi sağlanacaktı(!)”
Hedeflenin ne olduğunu anlayamadığım bu tatbikatta, maksat hasıl oldu mu? bilinmez ama hemen ardından yine Düzce merkezli depremde aynı görüntülerin gündeme gelmesi, dünden bugüne pek de değişiklik olmadığıdır.
5.9 şiddetinde minör sayılabilecek büyüklükte depremde, yine ölüm, yine yaralanan insanlar, onca yıkılan ev ve hamaset içeren açıklamalar.
Toplumsal bilince ulaşabilmek için daha ne kadar can yitirilmesine ve daha ne kadar milli servetin heba edilmesine olanak tanıyacağız?
Toplumun geneli olarak neden balık hafızalıyız?
Neden kaderci anlayışa sahibiz ve neden her işimizi Allah’a havale ediyoruz?
Neden birşeylerin değişmesi için yeterli gayreti göstermiyoruz?
İnsan düşünmeden edemiyor!..
Akademisyenlerin ifade ettikleri gibi “ya 7 ve üzeri şiddette bir deprem olsa” ne yaparız?
Görünen o dur ki; çeyrek asıra varan sürede, Türkiye tam manasıyla depreme hazır hale getirilememiştir.
İletişimin zamanında kurulamaması, sadece toplumun değil devletin de ne denli çaresiz kaldığının en önemli göstergesi, 17 Ağustos 1999’da Gölcük’te yaşananlardır.
Ankara’nın haberinin, o günün ilerleyen saatlerinde ancak bir Fırkateyn telsiz kamarasından çekilen mesajla mümkün olabildiği, her daim hatırlanmalıdır.
Deprem sonrasında, uzmanlar tarafından yapılan açıklamalar geniş kitleler tarafından dikkatlice izlenmektedir.
Özelikle siyaseten ve teknik tarzda yapılan açıklamalar kafa karışıklığına yol açmakta ve halkı tedirginlikten panik atak durumuna sokmaktadır.
AFAD merkezli yalın ve doğru bilgi ile zamanında yapılacak açıklamalar, toplumu sakinleştirebileceği gibi sosyal medya üzerinden yürütülen dezenformasyonların da önüne geçilmesi mümkün olabilecektir.
Olası bir depremin ilk saatlerinden itibaren devletin göstereceği reaksiyonun merkezinde, malzeme ve insan gücü açısından en büyük güç, şüphesiz Türk Silahlı Kuvvetleri olmalıdır.
Düzensizlik ve karışıklıkları önlemek ve hayatın normal akışını devam ettirmekle yükümlü olan Polis ve Jandarma teşkilatının, günümüzde sahip olduğu insan gücü dikkate alındığında bir kısım personelinin “arama-kurtarma faaliyetlerinde” kullanılması önemlidir.
“İnşaat faaliyetlerinde” kullanılan ağır iş makinaları dahil inşaat ekipmanları ve kullanıcı personelin, kendiliğinden en yakında bulunan kurtarma timleri bünyesine girmesiyle, enkaz altından daha fazla kişiye ulaşılabilecektir.
Depreme hazırlık kapsamında aile, okul ve çevrede “Barışta ter dökmeyen, savaşta kan döker” anlayışını hakim kılacak şekilde 7’den 70’e verilecek eğitimler, bireyin kendi koruyucu tedbirlerini almasına ilaveten, göçük altında kalan onlarca insanın depremin ilk saatlerinde kurtarılmasına olanak sağlayacaktır.
Halkın son kalesi olan deprem toplanma alanlarının imara açılması, hayatı idame noktasında kaos ortamı yaratacak ve sıra dışı olayların yaşanmasına zemin oluşturacaktır.
Son yıllarda ardı ardına yaşanan depremler, Zorunlu Deprem Sigortası (DASK)’na duyulan ilginin artmasına neden olmaktadır.
Şark kurnazlığına soyunularak, depremin hemen sonrasında yaptırılan sigortalamaların ülke insanımızın etik değerlerden ne kadar uzaklaştığını göstermesi açısından dikkate değerdir.
Prim ödemelerini düzgün ve zamanında yapanların lehine yapılacak iyileştirme, kamu vicdanı açısından yarar getirebileceği gibi sigortalamanın toplumun geneline yaygınlaştırılmasına da olanak sağlayacaktır.
Hükümet ve yerel yönetimlerin başta gelen görevlerinden biri de, ilim ve fen temelinde deprem vb. doğal afetleri öncelikli konu olarak ele alarak, alt ve üst yapı yatırımlarında gerekli duyarlılığı göstermesidir.
Hangi ülke de olursa olsun deprem acılarının paylaşılması, yaraların sarılması ve yardım tekliflerinin kabul edilmesi, “Bir insanlık vazifesi” olarak görülmeli ve de olgunlukla karşılanmalıdır.
“Deprem değil, bina öldürür” düşüncesinden hareketle, depremin bir doğa olayı olduğu ve önüne geçilmesinin mümkün olmadığının kabullenilmesi gerekir.
Olması gerekense; yapısal problemlerin çözülerek, felaket senaryolarına son vermektir.
Son sözse; “Çözüm, insanımızın kendisindedir.”
İsmet Hergünşen