Bu yazıma 5 yıl, 5 ay ve 11 gün önce 25 Ağustos 2017 tarihli Mavi Vatan köşemde 1999 Gölcük depreminin 18. Yıldönümü nedeniyle yazdığım ‘’Jeolojinin, Jeopolitik Üzerine Etkisi’’ başlıklı yazı ile başlıyorum. Yazının kısaltılmışı şöyle:
‘’Türkler depremle yaşayan ve depremden büyük acılar çekmiş bir ulustur. Anayurdumuz Anadolu bulunduğu coğrafi konum ve iklim koşulları ile insan hayatına son derece uygun şartlar sunmasına rağmen, jeolojik yapısı itibarı ile deprem kuşağındadır. Depremlerden ders çıkarılmadığı ve bilimsel metodoloji ile hareket edilmediği için tarih boyunca acı çekilmiştir. Bu acılardan ders alınmamıştır. Önümüzdeki büyük depremde de çok büyük kayıplar yaşanacağını bilim adamları haykırıyor. ABD, 1906 San Francisco depremi, Japonya 1923 Yokohama depreminde büyük kayıplar yaşamıştı. Her iki ulus da bu felaketlerden ders çıkarıp, bilim ve endüstriyel medeniyetin olanaklarını kullandılar ve 20’nci yüzyılda depremi kitlesel ölümlere neden olacak felaketler arasından çıkarabildiler.
1999 Marmara depremi, bugün yaşayan nesillerin bu topraklarda gördüğü en büyük facia idi. Köyden kente göçün tetiklediği çarpık yapılaşma, ile yılların ihmali ve kadercilik çok büyük can ve mal kayıplarına yol açtı. Deprem sonrası milli gelire en büyük katma değeri sağlayan Marmara Bölgesine müdahalede devletin yetersiz kalması, afetten etkilenen vatandaşların temel ihtiyaçlarının ve belediye hizmetlerinin uzun süre karşılanamayışı, sosyal istikrasızlık ve devlete karşı güvensizlik yarattı. DSP liderliğindeki koalisyon hükümetinin depremden 3 yıl sonra kaybettiği seçimle iktidarı bırakmasının en önemli nedenlerinden birisi 2001 ekonomik krizinin yanısıra Marmara depremi olmuştu. Bu depremin yarattığı sosyal, ekonomik ve siyasi sorunları emperyal hegemonya sonuna kadar kullanmış ve depremden hemen sonra Marmara Bölgesine gönderdiği yardım ekipleri ve sivil toplum örgütleri içine yerleştirilen istihbarat elemanları sayesinde Türkiye’de algı operasyonu yapabilecek tüm olanakları seferber etmişti. Bunun en büyük sonuçlarından birisi de Türk ordusunun afet sonrası dönemdeki müdahale yetersizliğinin öne çıkarılmasıydı. Marmara Depremi Türkiye’de sadece jeolojik fay hatlarını kırmamış, iç siyasette de fay hatlarını kırmıştı. Cumhuriyet Donanması, Marmara depremi ile savaşmadan insan gücü ve alt yapısında tarihinin en büyük yıkımını yaşadı. Görevdeki 420 personel kaybedildi, 307 personel yaralandı. 302 personel de birinci derece yakınlarını kaybetti. Deprem neticesinde Donanma Komutanlığı binası, suüstü eğitim merkezi ve Gölcük Tersanesinin inşa kızakları gibi stratejik yerler yıkıldı…Donanma denizde bir savaşa hazırdı ama doğal bir afete hazır değildi. Bırakalım Gölcük ve Değirmendere’deki sivil yerleşim alanlarını, kendi üssü içinde dahi enkaz kaldırma işlerini yürütebilecek yetenekte değildi. İş makineleri sayısı çok azdı. 1949 yılında keşfedilen Kuzey Anadolu Fay hattının varlığına rağmen Ana Üssün Gölcük’te geliştirilmesine devam edilmişti. Daha da öte, fayın varlığına rağmen karşı sahilde 1950’li yılların başında rafineri kurulmasına onay verilmişti.
1999 Depreminden donanma iyi dersler çıkardı ve her canlı organizma gibi homeostasis durumuna çok kısa sürede erişti. Deprem, Türk Deniz Gücünün tarihindeki en önemli politika değişikliklerine neden oldu. Bu değişikliklerin jeopolitik sonuçları da oldu. Donanmanın vurucu gücünün önemli bir bölümü yer yokluğu nedeni ile Ege’de Aksaz Deniz Üssünde konuşlandırıldı. Böylece 21’inci yüzyılda en önemli çıkar çatışmasının yaşanacağı Doğu Akdeniz’de çok kısa sürede varlık gösterebilecek bir stratejik avantaj 1999 yılında elde edildi. Deprem sonrası MİLGEM korvetini 2011 yılında Donanma ile buluşturacak Pendik’teki İstanbul Tersanesi devralındı. Mayın Filosu Erdek’e yerleştirildi. Bu ve benzeri kararlar daha sonraki yıllarda kumpas davalar sürecine kadar olağanüstü etkinlik ve evrimle gelişen donanmanın itici gücünü oluşturdu.
Genelde emperyalizm doğa felaketlerinin siyasi ve sosyal sonuçlarını kendi lehinde kullanmak için gayret gösterir. Gelişmekte olan pek çok ülkede büyük afetler sonrası yaşanan kurtarma ve toparlanma süreci iktidarların gelecek seçimdeki karnesini oluşturur. Daha kötü senaryolarda büyük afetler sosyal patlamalara ve yönetim sorunlarına neden olur. Bu süreçleri hegemonya manipüle eder. Tarihte pek çok örneği vardır. 2010 Haiti depremi son yıllardaki örneklerden biridir.
Türkiye’nin güneydoğuda Kürdistan, Güneyde Kıbrıs ve Doğu Akdeniz Yeki Alanları, Batıda Ege sorunları sarmalı ve içerde FETÖ belası ve her geçen gün artan keskin kutuplaşma sonucu ortaya çıkan karmaşık konjonktürde sadece can ve mal kayıplarını önlemek için değil, aynı zamanda jeopolitik fay hatlarını kırılmasına karşı başta İstanbul olmak üzere her türlü doğal felakete hazır olmak gerekir. Jeolojik risk asgaride tutulmak zorundadır. Bu hazırlık ancak akıl, bilim, dürüstlük ve ciddiyetle yapılabilir. Yoksa yönetilemeyen bir felaket, emperyalizme büyük fırsat sunar ve Türkiye’nin jeopolitik kaderini zorlar. Bu işi çok ciddiye almak gerekir.’’
BÜYÜK ANADOLU DEPREMİ
6 Şubat 2023 günü 9 saat ara ile yaşanan Kahramanmaraş ve Elbistan merkezli Büyük Anadolu Depremi tarihimizin en büyük doğa felaketi olarak yerini aldı. Toplamda 60 Hiroşima Atom Bombası gücündeki bu deprem serisi gerçekten de her türlü afet faraziyesinin üzerinde bir tablo oluşturdu. 10 şehir ve neredeyse 15 milyon insanın hayatı etkilendi. Yıkım korkunç, yaşanan trajedi ise geniş çaplı konvansiyonel bir savaşta dahi yaşanmayacak boyutlarda kamuoyunu etkiledi.
DEPREME DAYANIKLI BİNA NEDEN YAPMADIK
Depremde devletin gayretkeş çabalarına rağmen gerek hazırlık gerekse müdahalede çok ciddi eksiklik ve aksaklıklar yaşandı. Türkiye’nin en büyük sanayi kompleksi ve yoğun nüfusun yaşadığı Marmara Bölgesinde meydana gelen 1999 depreminin ders ve tecrübelerinin bugüne aktarılamadığı ortaya çıktı. 21 yıl içinde her alanda siyasallaşma, neoliberal kapitalizmin açgözlü ve yıkıcı ortamında gürleşen yolsuzluk ve nepotizm ile kamusal alanda nitelikli insan gücünden uzaklaşma bu sonuçta etkili oldu. İktidarın mecliste mutlak çoğunluğa sahip olmasının rahatlığı ile denetim ve kontrol ve denge mekanizmalarının kâğıt üzerinde kalması vatandaşın en temel ihtiyacı olan barınma alanında yolsuzluk, denetimsizlik ve hesap vermemezliği artırdı. Normal şartlarda insanoğlu acı çeke çeke, bedel ödeye ödeye hatalarını tekrar etmemeyi öğrenir. Örneğin bir geminiz fırtınada batıyorsa yeni yapılan gemide önlem alırsınız. Ancak son 24 yılda devlet, depreme hazırlık ve müdahale alanlarında yeterli önlem almamış, kontrol etmemiş, kanunların uygulanmasında zayıf kalmıştır. Devlet aklı denerek saygı duyulan akıl maalesef depremde işlememiştir. Halkımız da doğanın gücüne karşı akıl ve bilim yerine kolaycılığı, günlük yaşamayı, kaderciliği ve tevekkülü tercih etmiştir. Japonya gibi 9 Richter ölçeğinde deprem yaşayan bir felsefe toplumunda ise tam aksi özellik ortaya çıkıyor ve can kaybı da mal kaybı da yaşanmıyor. Diğer yandan siyasetin, devlet gücü üzerinden zenginleşme aracı olduğu ülkemizde inşaat sektörü çok canlı ve iştah kabartan bir alan. Her türlü suiistimale ve yolsuzluğa açık olan bu alanda binaların depreme dayanıklılığının kâğıt üzerinde kontrol edilirken pratikte geçersiz kaldığını yitirilen canlarla görüyoruz. Depreme dayanıklılık, deprem yönetmeliğine uygun yapı inşa etme sorumluluğu gibi konuların 1999 Marmara depreminden çıkarılan derslere rağmen uygulamada ciddiye alınmadığı gerçeği tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Çöken binalar arasında yeni yapılan şehir hastaneleri gibi devlet binalarının ya da 6 ay önce yapılan lüks rezidans binaların olması şaşırtıyor mu? Tabi ki hayır. Zira caydırma yok. Bu tip binaları yapan müteahhitler soruşturulup ceza almış mı? ODATV ’de 8 Şubat günü yer alan bir habere göre 1999 Marmara Depremi sonrası bu tip kişilere karşı 2,100 dava açılmış. Bu davalardan 1,800’ü hukuki boşluklardan dolayı cezasız sonuçlanırken, geriye kalan 300 davanın sadece 110 kadarına çoğu ertelenerek ceza verilmiş. Diğer davalar ise 16 Şubat 2007 tarihinde yedi buçuk yıl geçtikten sonra zaman aşımına uğramış ve düşürülmüş. Japonya’da deprem yönetmeliğine aykırı hareket eden müteahhitlere ömür boyu çalışıp ödeyemeyecekleri kadar ceza yazılıyor. Yani caydırma kâğıt üzerinde değil. Aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya’da 3500 müteahhit varken bizde 350 bin müteahhit var. Çoğu ilkokul mezunu bile değil. Sonuç ortada. Gelişmiş devletlerde hem akıl hem adalet birlikte işliyor. Bizdeki uyumsuzluğun bedelini göçük altında kalan çoluk çocuk binlerce masum ödüyor. Ne yazık. Türkiye’de deprem konusundaki aymazlığı iktidar ve muhalefet belediyeleri on yıllardır birlikte sergiliyor. İmar afları çıkarılıyor. Rüşvet ve yolsuzluk haberleri normal karşılanıyor. Bu durumu ben ABD’deki silah lobisinin yaptıklarına benzetiyorum. Her ay hafif ve ağır silahlarla insanların katledildiği ABD’de silah lobisi yüzünden devlet hiçbir önlem almıyor. Katliam ve ölümler devam ediyor. Deprem kuşağındaki Türkiye de akla ziyan çok katlı binalara dere yataklarında, bataklık, deniz dolgu alanlarında, fay hatları üzerindeki bölgelerde izin verebiliyor. Bir nevi inşaat sektörünün ve gayrimenkul piyasasının görgüsüz zenginliği için devlet ve belediyeler Rus ruleti veya Japon harakirisini göze alıyor. Ancak olan kaybedilen canlara, masumlara oluyor. Pişkin müteahhit ve bu binalara onay veren devlet/belediye görevlileri sırıtmaya devam ediyor.
BÜYÜK ANADOLU DEPREMİNE MÜDAHALE
Depreme müdahalede temel sorun, afetle mücadele yönetiminin yetersizliği oldu. Büyük felakette aşırı merkezileşmeye dayalı Başkanlık sisteminin, devletin sorumlu kurum ve kuruluşlarının ademi merkezi icra yeteneğinde gecikme ve körleşme yarattığı ortaya çıktı. Bu kurumlar ani gelişen durumlarda hareket serbestîsine sahip olmadılar ve kararları çok geç verdiler. Sürekli olarak dar bir alanda afetlere müdahale etmeye odaklı AFAD ve Kızılay, Büyük Anadolu Depreminde en kötü senaryoya hazır olmadığını ispat etti. AFAD’ın gerek Planlama ve Risk Azaltma Dairesi Başkanlığı gerekse Müdahale Dairesi Başkanlığının; Kızılay’ın Afet Yönetimi Genel Müdürlüğünün hazırlıklarının, en kötü senaryo karşısında çok yetersiz kaldığı gözlendi. Burada en önemli sorunlar arasında depremin büyüklüğünün algılanmasında yaşanan gecikme ile silahlı kuvvetlerin ilk saatlerden itibaren müdahalede kullanılmaması sayılabilir. Örneğin Malatya’da bulunan 2. Ordumuzun deprem bölgesine çok yakın bölgelerde konuşlu birliklerinde mevcut olması gereken 6 civarında Doğal Afet Yardım Taburu depremin ilk saatlerinde görevlendirilebilirdi. Amfibi gücümüzün Foça’daki unsurlarının İskenderun Körfezine intikali 24 saatten daha erken olabilirdi. 2 Tank Çıkarma Gemimiz (LST- TCG Bayraktar ve TCG Sancaktar) depremden 70 saat sonra İskenderun’a varabilmiştir. İskenderun’a 80 mil yani 7 saat mesafede bulunan Mersin’deki TCG İskenderun personel nakliye gemimiz deprem olduktan 18 saat sonra İskenderun’a gelmiştir. Benzer şekilde Tuzla’da inşaatı tamamlanan ve donanmaya teslim aşamasına gelmiş, 2000 kişiye barınma ve iaşe imkânı ile harp hastanesi hizmetleri sunabilecek TCG Anadolu amfibi hücum gemimiz bölgeye intikal ettirilmemiştir. (Gerekçenin geminin geçici teslim aşamasında olması kanaatimce mazeret olmaz. Birinci Dünya Savaşında İngilizler en yeni gemileri HMS Queen Elizabeth dretnotunu henüz tersane tecrübeleri devam ederken Çanakkale Savaşında Türklere karşı kullanılması için tefrik etmişler ve geminin ana bataryalarının kabul testi Türk bataryalarına karşı saldırıda yapılmıştı.) Nasıl ki Türkiye bir savaşa girseydi Anadolu gemimizin bürokratik nedenlerle kullanılmayacağı düşünülemezse, böyle bir afette de düşünülmemeliydi. Savaş, yerli ve milli olanak ve yeteneklerin azami kullanımını gerekli kılar.
DENİZ ULAŞTIRILMASINDA GEÇ KALINDI
Gerek iç gerekse dış yardımların çok geniş alana yayılan deprem bölgesine ulaştırılma sorunu (hava meydanları, demir yolları ve kara yollarındaki yıkım nedeniyle) ilk saatlerden itibaren yaşanırken, bölgeye en kapsamlı büyük yardım yolunun deniz olduğu görmezlikten gelinmiştir. Ulaştırma Bakanlığı İstanbul, İzmir, Antalya ve Mersin gibi büyük liman şehirlerinden İskenderun gibi körfez içinde bir büyük liman (LİMAK) ve ayrı ayrı yerlerde 18 derin su parmak iskelesi bulunan bölgeye yardımların deniz yolu ile gönderilmesini teşvik edebilirdi. İskenderun’a depremden 24 saat sonra Mersin’den kalkan Kutsi İlhan isimli açık deniz römorkörü; 2 gün sonra Mersin’den Toros Ro/Ro gemisi; 3 gün sonra da Gazi Magosa’dan Deep Karpaz, Çeşme’den Ulusoy 5, İstanbul’dan DFDS Firmasına ait Pergamon Seaways Ro/Ro gemileri gelebildi. (Lider İlyas ve İstanbul N isimli Ro/Ro gemileri bu satırlar yazılırken intikal halindeydi.) Bu sayılar depremin büyüklüğü ile ters orantılıdır. Ne yazık ki Ulaştırma Bakanlığına bağlı Nene Hatun isimli İstanbul Kuruçeşme’de bulunan devletin en büyük açık deniz acil müdahale gemisi depremden 30 saat sonra harekete geçmiş ve 10 Şubat günü yani depremden neredeyse 4 gün sonra İskenderun’a varabilmiştir. Diğer yandan denizci devletler deprem yardımını çoğunluk deniz yolu ile gönderdiler. İspanyollar TCG Anadolu’nun kız kardeşi Juan Carlos ile Galicia isimli amfibi gemileri yardım malzemeleri ile depremden 48 saat sonra körfeze eriştirdi. İtalyanlar aynı şekilde San Marco isimli amfibi gemilerini 72 saat sonra körfeze gönderdi. Maalesef biz kendi limanımıza yeterli yoğunluk ve büyüklükte deniz köprüsü kuramadık. Depremin 6. Gününde İskenderun’a varan sivil gemilerimiz 10 civarındaydı. Halbuki 1999 Gölcük depreminde İstanbul ile Gölcük arasında 24 saat işleyen bir deniz köprüsü kurulmuştu. Donanmanın deprem sonrası aldığı dersleri 2002-2003; 2007-2009 yılları arasındaki deniz görevlerim olan komodorluk ve filo komutanlıklarım döneminde bizzat sahada eğitim ve tatbikatlarla uygulama olanağım onlarca kez oldu. Bu yeteneğin donanmadan kumpas nedeniyle tasfiye edildiğim 2011 yılına kadar son derece gelişmiş olduğunu gururla söyleyebilirim. 2008 yılında Foça’da Çıkarma Gemileri Komutanı iken en büyük eğitim faaliyetlerimiz arasında deprem yardım tatbikatları vardı. Ben halen bu yeteneğini donanmamızın potansiyel güç olarak koruduğundan eminim. Sorun bu yeteneği hızlı karar süreci ile kinetik enerjiye geçirebilmekti. Bu yapılmamıştır. Bu yeteneğin Balyoz, Ergenekon kumpasları ve kaçınılmaz sonucu 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi sonrası büyük yara aldıkları anlaşılıyor. Türkiye askeri vesayeti kaldırıyoruz diye devlet aklıyla kendi ordu ve donanmasına kumpas kurmasaydı, seçilmişlerimiz 2002 sonrası ABD tarafından atanmış FETÖ’cüleri kumpasta baş role terfi ettirmese ve daha başlangıçta bu hainleri tasfiye etseydi her halde sonuçları bugüne yansıyan farklı bir dünya olurdu.
ASKERİ SAHRA HASTANELERİ
Diğer yandan askeri hastanelerin ve askeri tababetin 15 Temmuz darbe girişimi sonrası kapatılmasının menfi sonuçları bu felakette ciddi şekilde gözlenmiştir. Askeri tababet, harp hastanesi, sahra hastanesi kurabilme ve başta cerrah ve ortopedistler olmak üzere askeri doktorları kısa sürede afet bölgesinde seferber edebilme yeteneğini de kapsar. ABD’nin 2006 yılına kadar MASH (Mobile Army Surgical Hospital) ve sonrasında Combat Support Hospital (Muharebe Destek Hastanesi) uygulaması tamamen bu amaca yöneliktir ve etkinlikle hem harp zamanı hem de doğal afetlerde kullanılmaktadır. GATA ve Türk Askeri Tababet Kurumu da bu uygulamaları takip etmiştir. 1999 Gölcük Depreminden 24 saat sonra başta Kocaeli ve Trakya’daki kara birliklerinin deprem bölgesine intikalini müteakip, GATA kontrolünde süratle askeri sahra hastanesi kurulmuş ve Gölcük Askeri (Deniz) Hastanesi takviye edilebilmişti. Maalesef FETÖ darbe girişimi sonrası bu alanda son derece yetenekli olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin MASH tipi sahra hastanesi uygulama yeteneği dumura uğramıştır. Bu felakette bunların hiçbirini göremedik.
JEOPOLİTİK SONUÇLAR
Anadolu yarımadası yani toprak gemi güneydoğu köşesinden yara almıştır. Bu yaranın tüm tekneye doğrudan ve dolaylı tesiri olacaktır. Bu afet Türkiye’nin kenar kuşak jeopolitiğinde istedikleri rolü oynaması için Atlantik cephenin baskı uygulamasına müsait bir konjonktür yaratmıştır. Ukrayna Rusya savaşının devam ettiği, ABD-Çin rekabetinin silahlı çatışma dönemine her geçen gün yaklaştığı bugünlerde Büyük Anadolu Depremi, önlem alınmadığı veya direnç gösterilmediği takdirde ABD merkezli küresel hegemonyanın elini, 5 alanda etkileyecektir. Birincisi İran, Irak, Türkiye ve Suriye topraklarını kapsayan kukla Kürdistan’ın kurulması; İkincisi İran’a olası ABD, İsrail müdahalesi; Üçüncüsü Akdeniz’deki Türk Mavi Vatanı yerine Seville Haritasının dayatılması; dördüncüsü KKTC’de Kıbrıs Rumlarının galebe çalacağı federatif bir sistemin kurulması; Beşincisi Ukrayna- Rusya savaşında aktif tarafsızlık uygulayan ve sadece BM yaptırımlarına katılan Türkiye’ye Rusya düşmanlığı için büyük baskıların ve hatta yaptırımların uygulanmasıdır. Büyük Anadolu Depremi gelecek on yıllarda Türk ekonomisine yüz milyarlarca TL külfet yükleyecektir. Bu bütçe doğal olarak savunma bütçesini ve dolayısı ile Silahlı Kuvvetlerin faaliyetlerini etkileyebilecektir. Siyası iktidarlar bu nedenle NATO üzerinden batının dayatmalarına hassas duruma gelecektir. Zira büyük bir gayret ve enerji Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun yeniden imarı için harcanacaktır. İktidarın Türkiye’nin jeopolitik çıkarları için ne derece direnç göstereceği zamanın bir fonksiyonu olacaktır. Gelecek nesillerin jeopolitik çıkarlarını bugünün başta seçim kazanma hedefi gibi kısa dönem faydalarına tercih edecek kararların, müteakip seçim dönemlerinde başarısız olacaklarını söylememiz mümkündür.
İÇ CEPHE ATATÜRK’TE BİRLEŞMELİDİR
Şartlar ne olursa olsun Türkiye, kendi jeopolitik çıkarlarından geri adım atmamalıdır. Bunun için de iç cephe süratle birleştirilmelidir. Atatürk’ün kurucu devlet ideolojisine, tam bağımsızlığı hedefleyen jeopolitik ilkelerine dört elle sarılmak tek reçetedir. Bu çerçevede iktidar ve muhalefet, anayasanın değiştirilemez maddelerine dokunmaktan vaz geçmelidir. Şu an iç cephenin güçlendirilmesi ancak Atatürk çimentosu ile başarılabilir. Dinci ve etnik bölünmeye yönelik yapılanmaların Türkiye’yi felakete götüreceği gerçektir. Türkiye ne laik ne de vatandaşlık temelli Türk kimliğinden taviz vermemeli, bütün gücünü cumhuriyeti korumaya odaklamalıdır. Şimdi Türkiye’nin güneydoğusunda büyük bir yara vardır. Bu yaranın Türk dış ve güvenlik politikalarına menfi yönde yansımalarını engellemek devletin görevidir. Muhalefet bu konuda iktidara destek vermeli, devletin jeopolitik çıkarlarını korumak için yol göstermelidir. Bunun için partizan rekabet ve kutuplaşma askıya alınmalıdır. Diğer yandan seçim kazanmak uğruna her iki taraf da batının gözüne girmek için hayati alanlarımızda taviz vermemelidir. Suriye ile ilişkilerin normalleştirilmesi, HATAY ve İskenderun Körfezi havzamızın askeri, demografik ve ekonomik olarak emniyete alınması önceliklendirilmelidir. Atatürk’ün Türk jeopolitiğine en büyük armağanı olan İskenderun Körfezinin iki yakasını Türk yapan Hatay Kaması korunmalı, bölgede başta Suriyeliler olmak üzere sığınmacıların demografik dengeyi bozması her koşulda önlenmeli, Türk nüfusun yıkılan şehirden batıya göçü teşvik edilmemelidir. Ayrıca bu bölge başta olmak üzere tüm bölgelerde yardım heyetleri içinde dışardan gelen istihbarat elemanlarına çok dikkat edilmelidir. Su uyur düşmanlar asla uyumaz.
ATATÜRK GİBİ DÜŞÜNMEK
Bu bölgenin ne kadar önemli olduğunu tarihten örnek vererek bu yazıyı tamamlayalım. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu yenilmiş ve İngiltere ile Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Adana’daki 7. Ordu Komutanı Tümgeneral Mustafa Kemal ateşkesin maddelerini incelemiş, 72 saat sonra 3 Kasım 1918 günü Sadrazam İzzet Paşa’ya çektiği telgrafta şöyle yazmıştı: “İskenderun’a İngilizler asker çıkarırsa ateş açarım.’’ Bu telgraf üzerine korkan Babıali, 7. Orduyu lağvederek Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırdı. Nitekim kolu kanadı koparılan Mustafa Kemal İstanbul’a döndü ve Anadolu’nun güney kanattan işgali İskenderun Körfezi üzerinden başladı. Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin getirdiği askerler İskenderun üzerinden bugün depremin vurduğu tüm illerimizi 105 yıl önce işgale başladılar. Bugün Türkiye’yi hiçbir güç işgal edemez ancak iç cephenin çökmesi ve bu bölgenin zayıf kalması işgal kadar ciddi sonuçlar yaratır. O nedenle önümüzdeki en az 5 yıl bu bölge Türkiye’nin ağırlık merkezi olmalıdır. Dicle Fırat gibi su kaynakları, GAP gibi ziraat alanları, Gaziantep gibi sanayi merkezleri ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin dış dünyaya açılan en önemli güney deniz kapısı olan bu bölgenin çok kısa sürede toparlanması esas olmalıdır. Zaman iç cepheyi güçlendirmek; hesap verilebilirlik kapısını açmak, partizanlığı akıl ve bilime terk etmek; Mustafa Kemal Atatürk rotasına dönmek, batının ve NATO’nun jeopolitik vassalı olma rolünden bağımsız jeopolitik rotaya dönmek zamanıdır. Depremde hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına sabır ve metanet diliyorum. Kamu ve özel sektörden her seviyede bu felakete dolaylı ve doğrudan etkisi olanların bağımsız ve gerçekten tarafsız kalmasını umut ettiğim Türk Adaleti önünde hesap vermesini talep ediyorum.
Cem Gürdeniz