Neoliberalizmin çöküşünün küresel jeopolitiğe etkisi ve Türkiye

Donald Trump’ın Kongre’ye sunduğu 5 trilyon dolarlık kamu harcamasını içeren “Big, Beautiful Bill” (Büyük ve Güzel Yasa), 1 Temmuz 2025’te Senato’da Başkan Yardımcısı JD Vance’in oyu sayesinde 51–50 ile onaylandı ve 4 Temmuz’da yasalaştı. Bu yasa, neoliberalizmin çöküşüyle doğrudan ilişkilidir. Soğuk Savaş sonrası dönemde sistemin taşıyıcısı olan neoliberalizm; küreselleşme, deregülasyon ve finansallaşma gibi araçlarla işledi. Ancak pandemi, enerji savaşları, tedarik zinciri sorunları ve jeopolitik gerilimler, devletin yeniden sahneye çıktığı bir dönemi başlattı. Neoliberalizmin özündeki “küçük devlet” anlayışının aksine, Trump 5 trilyon dolar harcama ile kamu yatırımlarını ve borçlanmayı artırıyor; savunma, altyapı ve sanayiye yönelik sübvansiyonlarla “devletçi” politikaları öne çıkarıyor. Bu gelişme, piyasa disiplininin yerini seçmen memnuniyetine bıraktığını gösteriyor. Neoliberalizm özellikle 1980 sonrası finans kapitalin orantısız güç kazanmasına neden oldu. 2024’te dünya ekonomisi 110 trilyon dolarken, finansal türevlerin toplamı 730 trilyon doları buldu. Yani reel ekonominin 7 katı. Örneğin, 100 milyon varil petrol tüketimine karşılık, 6 milyar varillik sanal ticaret dönüyor. Bu finansal varlıklar çoğunlukla ABD bankaları, BlackRock, Soros Vakfı, Rothschild & Co, Palantir ve City of London finans devlerinin kontrolünde. Bu yapı neoliberalizmin sürmesini istiyor. Ancak ABD yönetimi, Çin modeli gibi sanayiye dönüş, üretim teşviki ve bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Yeni yasa, devletin görünür gücünü öne çıkarıyor ve post-neoliberal çağın sembolü haline geliyor. Devletin küçülmesi ekonominin büyümesi yerine stratejik ekonomi ve güçlü devlet tercih ediliyor. Büyük krizler her zaman piyasadan çok devleti büyüttü. Bugün Batı’da da devlet, yalnızca düzenleyici değil, yatırımcı, yönlendirici ve gerektiğinde saldırgan bir aktör olarak geri döndü.

NEOLİBERALİZM NEDEN ÇÖKTÜ

1970’lerdeki OPEC krizi sonrası Keynesyen politikaların etkinliği azaldı. Bu krizler, ABD ve Birleşik Krallık’ta neoliberal politikalara yönelişi hızlandırdı. 1980’lerde Thatcher ve Reagan liderliğinde yükselen neoliberalizm; serbest piyasa, özelleştirme, deregülasyon, finansallaşma ve küreselleşme ile 1990’lara dek en güçlü haline ulaştı. Soğuk Savaş sonrası ise, neoliberalizm küreselleşme ve demokratikleşme vaadiyle üç kuşağın ekonomik ve siyasi zeminini belirledi. Başta ekonomik büyüme gibi geçici başarılar sunsa da neoliberal politikalar uzun vadede eşitsizliği derinleştirdi, sosyal güvenlik ağlarını zayıflattı ve 2008 küresel krizinin zeminini hazırladı. Neoliberal politikalar, orta sınıfı eritirken servetin tepede eşi benzeri görülmemiş düzeyde yoğunlaşmasına ve gelir dağılımının tarihte örneği görülmemiş bir adaletsizliğe yol açtı. 2024’te dünya servetinin %45-50’si en zengin %1’in elindeydi. En zengin 5 kişi, 3,5 milyar insanın toplamından fazla servete sahipti. Pandemi sonrası zengin %1’in serveti 34 trilyon dolardan fazla arttı. Neoliberalizm, büyük firmalar ve finansal elitlerce bilerek teşvik edildi. Serbest ticaret anlaşmaları işçi haklarını zayıflatırken, çok uluslu şirketleri güçlendirdi. Düşük vergiler ve kısıtlı sosyal harcamalar sermaye lehine işledi. Finansal merkezlerin deregülasyonu ise 2008 gibi krizlere yol açtı. Bu süreç, piyasanın kendi kendini düzenleyeceği iddiasını çökertti; devlet müdahaleleri kaçınılmaz hale geldi. 2008 sonrası büyük bankalar kurtarılırken halk işini ve evini kaybetti, bu da öfke ve güvensizlik yarattı. COVID-19, tedarik zinciri şokları ve Rusya-Ukrayna savaşıyla birleşen süreçte neoliberal model yalnızca ekonomik değil, siyasi ve jeopolitik olarak da sorgulanır hale geldi. Eşitsizlikler, kutuplaşma ve güvenlik tehditleri, neoliberalizmin sonunu getiren temel kırılmaları oluşturdu.

DEVLER KENDİNİ KORUMAYA BAŞLIYOR

Neo-liberalizmin zirve yaptığı 1990’lar ve 2000’lerin başında, piyasanın görünmez eliyle her sorunun çözüleceğine, devletlerin geri planda kalacağına, teknokratların her şeye rasyonel çözüm bulacağına inanılıyordu. Ancak 2008 sonrası tam tersi bir dönüşüm yaşandı. IMF reçeteleriyle kalkınacağı söylenen ülkeler borç batağında kaldı, serbest ticaretle her şeyin ucuzlayacağına inanan Batı orta sınıfı ise fakirleşti. Piyasa çökerken yerine, devleti kutsayan, ulusal çıkarı öne alan ve “benim malım, benim güvenliğim, benim verilerim” diyen bir siyasal iklim doğdu. Batı’da küreselleşmenin karşılığı popülizm ve korumacılık olurken, Doğu’da Çin ve Rusya, devletçi modelin meşruiyetini ilan eden jeopolitik hamlelerle öne çıktı. Küreselleşmenin altın çağı, ulus-devletlerin gölgesinde sönmeye başladı. Şirketler tedarik zincirlerini kısalttı, devletler stratejik alanlarda kendi kendine yeterliliği öncelik haline getirdi. Büyük ekonomiler, ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin parçası ilan etti. Pandemi döneminde maskeden çipe kadar her alanda kriz yaşanırken Batı, bir gecede küreselci kimliğini bırakıp milliyetçiliğe yöneldi. IMF bile pandemi sonrası kamusal yatırımları ve sosyal harcamaları desteklemeye başladı. Eskiden “korumacılık” diye eleştirilen politikalar öne çıkarıldı. Neoliberalizmin babaları Hayek ve Friedman bu sonuçları doğrudan hedeflememiş olabilirdi, onların vizyonu bireysel özgürlük idealine dayanıyordu. Ancak bu ideal, sermaye sahiplerine sınırsız alan açan bir düzene dönüştü. Bu da toplumsal ve siyasi istikrarsızlıkları artırarak popülizmin ve otoriter eğilimlerin yükselmesine zemin hazırladı.

NEOLİBERALİZM YERİNİ NEYE BIRAKIYOR?

Neoliberalizm ideolojik olarak çökmüş görünse de hâlâ siyasi etkisini sürdürüyor. Ancak devlet mülkiyeti güçleniyor; su, enerji, ulaştırma gibi alanlarda kamulaştırma yeniden gündemde. Enflasyon ve krizlerle devletin rolü yeniden önem kazanırken, demokratik-sosyalist alternatifler hegemonik düzeye ulaşmasa da kamu modeline geçiş tartışmaları yayılıyor. Trump gibi liderler serbest piyasayı terk ederek sermaye yanlısı milliyetçi politikalara yöneliyor; bu da neoliberal normların yerini otoriter ve korumacı modellere bırakmasına işaret ediyor. Sosyal demokratlar da daha eşitlikçi, kamucu ekonomi modellerini tartışıyor. Çin’in devlet kapitalizmi modeli ve Batı-dışı kalkınma yolları meşruiyet kazanıyor. Batı merkezli finans kapitalizmin yerini, devlet kapitalizmi, dijital gözetim ve teknolojik kontrolün iç içe geçtiği melez bir yapı alıyor. Bu süreç devam ederken arkasına finans kapital gücü alan ABD ve AB hâlâ küresel liderlik iddiasını sürdürüyor, ancak Çin teknolojide ve finans sisteminde yeni merkez olma hedefine yaklaşıyor. Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeler kendi kartlarını masaya sürüyor. Küresel Güney’de ABD’ye karşı artan direniş ve Çin’in dijital ödeme sistemleriyle geliştirdiği alternatif sistemler, dolar hegemonyasını sarsıyor. Trump, BRICS ile çalışan ülkelere %10–40 arası tarifelerle baskı kurmaya çalışsa da 90 ülkeyle yürütülen görüşmelerden sadece 3 anlaşma çıkması dikkate değer bir sonuç. Trump, büyük bir aşağılama ile saldırsa da 3,5 milyar nüfusu temsil eden BRICS, son genişleme ile 11 tam üyeye erişti. Aynı zamanda 11 ülke aralarındaki ticaretin %69’unu dolar dışında gerçekleştiriyorlar. Diğer yandan küresel tedarik zincirleri yeni seçeneklerle kutuplaşıyor; enerji piyasaları parçalanıyor. Örneğin Rusya, Çin, Orta Doğu ve Afrika arasında yeni enerji-maden kartelleri oluşuyor. Küreselleşmenin parçalanması, ulaşım ve enerji hatlarını rekabet ve çatışma alanına çeviriyor. Kuşak-Yol, Orta Koridor, Kuzey-Güney, IMEC   gibi ulaşım projeleri ekonomik olmaktan çıkarak askeri ve ideolojik alanlara dönüşüyor. Nadir metaller 20.yüzyıl başında petrolün oynadığı rol ile jeopolitik mücadelede başat emtia haline geliyor. Diğer yandan neoliberalizmin kaleleri IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlar meşruiyet krizine sürükleniyorlar. Bölgesel para birimleri, ikili ticaret ve alternatif finans sistemleri yükseliyor. “Küresel vatandaş” ideali geri çekilirken milliyetçilik ve egemenlik siyasetin merkezine dönüyor. AB içindeki ayrışmalar, Brexit sonrası domino etkisi yaratıyor. Özgür piyasa söylemi bu kez devlet fonları, sübvansiyonlar ve dijital denetimle yeniden yazılıyor. Ancak vurgulamak gerekirse özde değişmeyen, 730 trilyon dolarlık bir köpüğe sahip sermayenin güç yoğunlaşması ve eşitsizlik üretme kapasitesinin devam etmesidir. Yeni dönemde küresel standartlar ve kurumlar zayıflıyor, yerel kurallar ve ikili anlaşmalar öne çıkıyor. Pek çok ülke kendi para birimleri ile ticaret yapıyor. Örneğin İsrail ve ABD baskısı altındaki Mısır bile ABD güdümündeki uluslararası para aktarım sistemi SWIFT yerine Çin’in CIPS sisteminin kullanımına geçebiliyor.

NEOLİBERALİZMİN JEOPOLİTİĞİ

Neo-liberalizm yalnızca ekonomik bir model olarak değil, bir tür jeopolitik ideoloji olarak dayatıldı. Çünkü bu ideolojinin vaadi şuydu: “Dünya tek pazar olacak, ülkeler rekabetten refah üretecek, sınırlar önemini yitirecek.” ABD ve kolektif batının hegemon olduğu bir dünyada bu ekonomik ideoloji Amerikan kenar kuşak ve deniz jeopolitiğine eklendi. Neoliberalizm 1980’lerden sonra Amerikan doları, Amerikan askeri gücü, ittifak sistemi, askeri üslenme koruması altında küreselleşme üzerinden küresel hâkimiyeti elde etti. Soğuk Savaşın ABD galibiyeti ile bitmesi ve komünist blokun çökmesi ABD neoconları ve finans kapitalin temsilcilerini İsrail’in güvenlik jeopolitiğini de içine alacak şekilde Yeni Amerikan Yüzyılının tesisine yöneltti. Post modern sömürgeler, sınırsız kaynaklara erişim, yeni pazarların oluşumu Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi gibi emperyalist girişimlerle neoliberalizmin genişlemesi hedeflendi. Yugoslavya parçalanırken ABD, Avrupa’ya müdahale edebilmek ve Amerikan askeri gücünün Avrupa için vaz geçilmez olduğunu ispat için iç savaşın uzamasını adeta teşvik etti. Böylece soğuk savaşın bitmesi ile ilk on yılda önce Afganistan, Irak ve Somali’nin sonra Yugoslavya’nın parçalanması sağlandı. 21. Yüzyıl başlangıcından itibaren AB’nin bağımsız askeri kimliği zayıflatılırken NATO’nun Rusya’nın çevrelenmesi ve parçalanması sürecine yönelik şekilde genişlemesi sağlandı. NATO 16 üyeden 32 üyeye terfi etti.  Yetki ve sorumluluk sahası olmadığı halde NATO Afganistan’da kullanıldı. 11 Eylül 2001 sonrası Terörle Küresel Savaş paradigması ile Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Yemen’de yaşanan iç savaşlar ve işgaller sadece ölüm ve yıkım getirmedi aynı zamanda başta Avrupa olmak üzere pek çok ülkeye tarihte örneği görülmemiş kitlesel mülteci akınlarını başlattı. Kısacası neoliberalizmin jeopolitiği Amerikan ve İsrail jeopolitiği ile birleşerek tüm dünyaya karmaşa, istikrarsızlık ve ölüm getirdi. Bu süreçte Afganistan, Irak, Suriye gibi savaşlar kazanılmadı, ama sürekli sürdürüldü. Müdahaleler zafer için değil, savunma sanayiini ve lobileri beslemek için yaratıldı. ABD’nin bitmeyen savaşları bugün de ulusal çıkarlar için değil, finans kapital ve askeri-endüstriyel kompleksin çıkarları tarafından belirleniyor.

POST NEOLİBERALİZMİN JEOPOLİTİĞİ

Neoliberalizm, ABD ve AB ile iç içe geçmiş olan finans kapital dünyanın IMF, Dünya Bankası ve NATO üçgeninde şekillendirdiği küresel sömürü düzeniydi. Bu düzen çöküyor ve bu çöküşe hegemonyanın tepkisi jeopolitik arenada büyük bir hesaplaşma ile gerçekleşiyor. Bu süreç kışkırtılan vekalet savaşları ve hibrit savaşlarla yaşanıyor. Ambargolar, ani vergi/tarife artışları, rakiplerin bankalardaki varlıklarına el koymalar, yaptırımlar, SWIFT gibi finansal sistemlerden dışlama operasyonları ile ekonomik savaşlar sürdürülürken, siber saldırılar, veri hırsızlığı, nadir metallere erişimin engellenmesi teknoloji ambargosu ile teknolojik savaş devam ediyor. Diğer yandan medya manipülasyonu, sahte haber yayma, ters bayrak operasyonları ile algı yaratma üzerinden psikolojik savaş hibrit savaşın önemli cephesi olmaya devam ediyor. Irak, Suriye, Ukrayna, Yemen, Libya, İran, İsrail’de vekalet savaşları ve krizler devam ederken Moldova, Azerbaycan, Ermenistan, Sırbistan ve Kosova’da çatışma riski yükseliyor. ABD’nin neoliberalizme ve küreselleşmeye karşı duran ancak İsrail ve Siyonist yapıya direnemeyen Trump döneminin stratejisi, Rusya’yı Batı’ya yaklaştırıp Çin’den koparmaktı. Bu stratejiye bir ada devleti olan İngiltere itiraz etti. Trump’ın MAGA grubu ile küreselciler arasındaki mücadelede İngiliz etkisi Siyonist lobiyi de kullanarak ağır bastı ve Trump geri adım attı. Dolayısı ile Trump’ın Rusya ile yakınlaşma stratejisi başarısız oldu, tam tersine Çin-Rusya ittifakı güçlendi. Çin başından bu yana Rusya’nın yenilmesini kendi varlığına tehdit olarak görüyordu. Zira Rusya yenilir ve parçalanırsa Avrasya parçalanır. Diğer yandan ABD 2001 sonrası kendi çıkarlarının koruyuculuğundan ziyade finans kapital ve Siyonizm’in bir vekiline dönüştü. ABD’nin saldırgan dış politikası İran, Çin ve Rusya’nın liderliğinde küresel bir karşı ittifakın doğmasına neden oldu. ABD, İsrail ve kolektif batı başlangıçta İran, Çin ve Rusya gibi devletlerin kolayca pes edeceğini değerlendiriyordu. Washington’un jeopolitik hataları, küresel düzenin kalıcı olarak değişmesine yol açtı. Rusya, ABD ve AB stratejistlerinin 2022 öncesinde yaptıkları durum muhakemesinin aksini ispat etti. NATO’nun doğuya genişlemesini varoluşsal tehdit gören Rusya’nın yeni dönemde kendi jeopolitik güvenceleri karşılanmadığı sürece kolektif batının sadece Ukrayna değil, diğer senaryolar ile kışkırtacağı senaryolara karşı çıkacağı artık açıkça belirginleşmiştir.  Ukrayna’da eli güçlenen Rusya Ukrayna’nın kayıtsız şartsız teslim olmasına kadar durmayacaktır. Çin ise Tayvan’ın NATO’nun genişlemesine benzer şekilde 60 mil uzağında bir Amerikan üssüne dönüşmesine izin vermeyecektir. ABD için Küba neyse Çin için Tayvan odur. ABD’nin her alanda gerilemesi, özellikle İsrail’in şantajlarına boyun eğen bir konuma sürüklenmesi onun çekim merkezi olma ve kural belirleyici özelliklerini ortadan kaldırdı. Bugüne kadar tüm imparatorluklar yetenekleri dışında genişlediğinde ve sürdüremeyecekleri savaşların için çekildiklerinde çöküşe geçtiler. Günümüzde de ABD, aynı anda üç büyük ve önemli rakiple karşı karşıya durumda.  Ukrayna’da Rusya’ya, Ortadoğu’da İran’a, Pasifik’te Çin’e karşı aktif bir mücadele içinde. Bu üç cephe, içeride zaten kutuplaşmış ve iç savaş ortamına gelmiş ABD’yi kapasitesinin ötesinde zorluyor.  Bu durumun bir diğer nedeni de askeri güçle ilgili.  Özellikle üretim gücüne bağlı askeri lojistik bütünlemede gerileme, gemi inşa kapasitesindeki yetersizlik ve kritik hava savunma ve stratejik hedeflere uzun menzilli saldırı füze stoklarının değil aylar ve haftalar, günlerle sayılacak kısıtlama için girmiş durumda olması ABD’yi zorluyor. Bu zafiyetin en önemli iki örneği Yemenli Husiler karşısında Trump’ın geri çekilmesi ve 12 günlük İran İsrail savaşında İsrail’in İran saldırılarını durduramaması üzerine ABD arabuluculuğu ile İran’a ateşkes teklif edilmesi ile verilebilir. Diğer yandan NATO, sadece konvansiyonel güç açısından zayıflamıyor ayrıca karar verme süreci ciddi kısıtlamalar ve zorluklar ile karşı karşıya kalıyor. 32 üyenin bir konuda tam mutabakatı imkansıza yakın durumda. Çin ve Rusya, çok daha sürdürülebilir harbe hazırlık, karar alma ve mücadele yeteneğine sahip. Bu durum Ukrayna krizi gibi uzun süren savaşların yıpratma harbine dönüşmesini ve nükleer silah kullanım riskini artırıyor. Diğer yandan günümüzde devam eden savaşlar ve ekonomik bilek güreşi jeopolitik güç dağılımını radikal biçimde değiştiriyor. Yeni sistem, klasik kutuplaşmadan ziyade; çoklu ama kırılgan, merkezlerin birbiriyle rekabet ettiği yarı karmaşık (kaotik) bir yapıya dönüştü. ABD, AB, Çin, Rusya gibi geleneksel küresel güç merkezleri yanında artık Hindistan, İran, Türkiye, Brezilya ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler de oyun etkileyici aktör rolü ile yer alıyorlar. Gerçekte ortaya çıkan bu tablo içinde dünya için tarihsel bir dönemeç içinde olduğumuz söylenebilir. Bugün için ABD dış politikası “neocon” ideoloji ve güçlü çıkar lobilerinin (özellikle İsrail lobisi) etkisinde şekilleniyor. Yeni çok kutuplu dünya modelinde ortaya çıkacak jeopolitik tablo ABD’nin saldırgan neocon ve Siyonist kampının kararına bağlı olacaktır. Washington, iç reformlara yönelerek sürekli savaşlar ve kışkırtmalar dönemini terk edebilir ve uzlaşma yolunu seçerek soğuk savaş dönemi gibi güçler dengesine saygı duyan ve savaşı teşvik etmeyen bir yolu seçebilir. Ya da mevcut yolda ısrar ederek büyük güçler arasında nükleer silahların kullanılma riskini de artıracak büyük savaşı göze alabilir. Bu denklemde İsrail ayrı bir yer tutuyor. Dar coğrafyası, az nüfusu ancak gücünün çok ötesinde gizli servis, askeri ve özel kuvvetlerle operasyon yeteneği ve en önemlisi soykırıma varan suçları işlese de kural tanımayan imha gücü ile ABD’nin ve AB’nin daha doğrusu finans kapital dünyanın mafya devleti olma özelliğini koruyor. Ancak ülke ciddi kutuplaşma ve ekonomik kriz içinde. Netanyahu’nun iktidarda kalmak için sürekli savaş stratejisi içinde bulunması gerçekte İsrail’in geleceğini karartıyor. Sürekli savaş hali hem savunma sanayii hem de finans kapital için karlı olsa da ABD’nin uzun vadeli güvenliği ve refah için yıkıcı etkilere sahip. Bu kapsamda Netanyahu’nun ABD’ye yaptığı jeopolitik emrivakiler yeni dünya düzeninin kontrol edilebilir bir karmaşa yerine kontrolsüz bir karmaşa içinde kurulmasına sebep oluyor. Bu çerçevede İsrail ve ABD’nin 12 günlük İran savaşının özellikle son 4 gününde karşılaştıkları zorluklar tüm dünyanın gözünden kaçmadı. İsrail’in planladığı ‘’tek atışta çökertme” stratejisi başarısız oldu. ABD-İsrail saldırıları, özellikle İran’ın direncini artırdı. Bu durum ABD liderliğindeki hegemonyaya karşı direnç cephesini güçlendirdi. Kısacası yeni döneme hiçbir blokun tam hâkimiyet kuramadığı, bölgesel güçlerin kısa vadeli çıkarlarla kurduğu ‘’kırılgan ittifaklar’’ üzerinden dönen çok kutuplu karmaşa dönemi denebilir. Bu ortamda piyasalar, güven bulmakta zorlanır; yatırımlar bölgesel istikrarla sınırlanır. Ekonomik büyüme yavaşlar, finansal krizler daha sık ve öngörülemez hale gelir. Bu yönü ile içine girdiğimiz yeni dönemde geçici iş birliğine bağlı bloklaşma, kırılgan ittifaklar, dostluklar ve kısacası   karmaşa artık yeni normaldir. Bu ortamda ulaşım ve enerji koridorları, finans sistemleri ve dijital altyapılar stratejik cepheler haline geldi. Bu şartlar altında 4 ayrı jeopolitik cepheden bahsedebiliriz. Batı Bloku ABD, AB, İngiltere, İsrail, Japonya’dan oluşurken, Avrasya’da Çin, Rusya, İran, Belarus ve Kuzey Kore bloklaşıyor. Küresel Güney içinde Hindistan, Brezilya, Güney Afrika oluşurken bugün için Türkiye (her ne kadar Trump sonrası ABD, İngiltere ve İsrail vizyonuna uygun hareket etse de), Endonezya, Suudi Arabistan ve Meksika da bağımsız bölgesel güçler olarak ortaya çıkıyor. Bu gelişmelerin yanısıra ABD’nin jeopolitik avantajı bloklar güçlendikçe azalıyor ve Washington Konsensüsü anlamını yitiriyor. BRICS, Şanghay İş birliği Örgütü, AB’nin stratejik özerklik arayışı, GCC (Körfez İş birliği Konseyi) ülkelerinin kendi vizyonları artık ABD karşısında yerini alıyor. Bu karmaşa döneminde Çin ve Rusya’nın uzun soluklu, sabırlı ve derin stratejilere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bu direnci kırmak için Kolektif Batı psikolojik savaş ve değişik kumpas ve kışkırtmalarına devam ediyor, ancak her geçen gün başarısız oluyor. ABD’nin güç kaybetmesi ve soykırıma varan savaş suçları işleyen İsrail’in yanında durması bu teşkilatlar ve devletlerin kendi çıkarlarına göre hareket etmesini teşvik ediyor. Diğer yandan Trump’ın egosu ile belirlediği tarifeler savaşı da ABD’nin güvenilirliğini yerle bir ediyor. Küresel serbest piyasanın çöküşü, özellikle Afrika, Orta Asya ve Güney Amerika’da yeni güç boşlukları yaratıyor. Bu boşluklar, vekalet savaşlarını ve bölgesel rekabeti tetikliyor.  Yaşanan  bu gerçek belirsizlik ve karmaşa ortamında geleneksel askeri bloklar özellikle ABD hegemonyasının dayandığı askeri ittifak ve ikili askeri iş birliği anlaşmaları dönemi yeni bir evreye giriyor. Başta NATO olmak üzere kendini bugüne kadar ABD güvencesinde hisseden pek çok ülke ulusal güvenliğin ve savunma sanayilerini yeniden tanımlıyor ve milli üretime ağırlık veriyor. İngiltere ile Fransa’nın 10 Temmuz’da; Almanya ve İngiltere arasında da 17 Temmuz 2025 tarihinde imzalanan nükleer iş birliği ve savunma antlaşmaları bile NATO’nun kâğıt üzerinde bir güvenlik garantisi verdiğinin açık ispatı oluyor. Kısacası kolektif batıda dahi güvenlikte kendi kendine yeterlilik politikası öne çıkıyor. Artık günümüzde teknoloji, savunma ve dijital altyapıda devlet kontrollü yeni milliyetçilik ve korumacılık yeni normale dönüşüyor.  Yeni dönemin savaşları salt askeri değil, teknolojik, istihbarı ve psikolojik boyutlara sahip.  Stratejik özerklik, milli savunma ve jeopolitik farkındalık devlet yönetiminde öne çıkıyor. Suriye ve İran örneklerinde yaşandığı gibi, ülkelerin hava savunma sistemlerinin çökertilmesi, rejim değişikliği, işgal ve psikolojik harp için gereken koşul haline geliyor. Elektronik harp ve istihbarat destekli sabotajlar, asimetrik etki yaratan unortodoks taktikler, klasik askeri müdahalenin yerini alıyor. Özellikle Ukrayna Rusya ve İsrail İran çatışmasında yaşananlardan sonra kolektif batı ve İsrail karşısında Rusya–Çin–İran iş birliği, hava savunma ve siber güvenlik ekseninde varoluşsal bir zorunluluk haline gelmiştir.

SONUÇ

ABD, artık süper güç değildir. ABD üretmiyor, borçla yaşıyor ancak 1991 sonrası güç psikolojisi halen sürüyor, oysa zayıf ve kutuplaşmış durumda. Bu çerçevede toplumsal direnci çok düşük. Özellikle genç nüfus ABD yönetiminin kayıtsız şartsız İsrail desteğini sorguluyor. Filistin’i savunmanın faşizan önlemler ile yasaklanması genç nüfusu İsrail karşıtlığına itiyor. Halkın %50’si İsrail’e yapılan askeri yardıma karşı çıkıyor. Kısacası askeri, ekonomik ve stratejik kapasitesi zayıflamış durumda. Hâlâ deniz-hava gücüne odaklı eski doktrinlerle kıtasal güçler karşısında zayıflar. En güçlü olduğu denizgücü alanında dahi Çin karşısında ciddi bir gerileme içinde. Yeni dünya düzeni çok kutuplu şekle evrilirken, eski hegemon yeni düzende avantajlı konum elde etmek için son safhada savaşlar çıkartmaya ve sınırları yeniden dizayn etmeye çabalıyor. Buna gücü yetmese de en azından yarattığı karmaşa ve kışkırtmalar ile Rusya ve Çin’in yıpratılması ve çevrelenmesine ve aynı zamanda İsrail’in jeopolitik hedeflerine erişimine gayret sarf ediyor. Bu kapsamda dünya, nükleer savaş riski dahil olmak üzere büyük bir felakete hızla ilerliyor. Ukrayna Savaşı, artık sadece bölgesel bir çatışma değil; Batı (ABD-NATO) ile Çin-Rusya ekseni arasında varoluşsal bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Sorun bu felaketi önleyebilecek akil ve erdem sahibi liderlerin mevcut olmayışı. Bugün NATO devletleri ve ABD kulübünde olan ülkelerin en temel sorunu seçimle iş başına gelmiş olmalarına rağmen söz konusu liderlerin ABD başta olmak üzere Siyonist lobi, güçlü istihbarat ve gizli servislerin yönlendirmesindeki müesses nizam kolaylaştırıcılığı ile iktidara gelmiş olmalarıdır. Bugün pek çoğu küresel finans kapital sisteminin yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Washington’daki karar alma mekanizması popülizm, cehalet ve çıkar grupları tarafından yönetiliyor. Trump gibi liderler stratejik bilgiye değil, pazarlama ve imaj yönetimine dayalı kararlar alıyor. Bu zafiyetler, ABD’yi hem içeride ekonomik çöküşe hem dışarıda kontrolsüz çatışmalara sürüklüyor. ABD ve AB’de yönetimde bulunanların hiçbiri stratejik derinliğe sahip değil. Liderler sadece seçim kazanmayı biliyor; dış politika ise lobiler ve danışmanlarca yönlendiriliyor. Bugün demokrasinin beşiği olmakla övünen Avrupa’da halkın istediği ve meylettiği liderler ya kumpaslar ya da hukuk darbeleri ile (örnek Fransa, Almanya, Romanya) etkisizleştirilmektedir. Seçilen liderler ülkelerini ABD başta olmak üzere finans kapitalin emrinde kullanılan bir araca hatta figürana dönüştürmekte ve halkın iradesi dışında kararlara imza atmaktadırlar. AB ülkelerinin halkları ABD jeopolitiği ve finans kapital emrindeki AB yönetimi için Ukrayna Rusya savaşının devamına sürüklenmekte sonucunda pahalı enerji, endüstrileşmeden kopma ve mülteci akınları ile karşılaşmakta, son tahlilde fakirleşmekte ve sosyal patlamaya hazır hale gelmektedirler. Halkın iradesi ile iktidara gelenler de kısa sürede finans kapitalin cezalandırması ile kaşı karşıya kalmakta ve ülkeleri iflasa zorlanmaktadır. (Örnek, Syriza Partisi ve Yunanistan) Diğer bir sorun da gizli servislerin hükümetleri iradesi dışında hareket etmeleridir. Özellikle CIA, MI6 ve Mossad‘ın sahada yürüttüğü operasyonların çoğu zaman kontrol dışında gerçekleşiyor ve bu durum demokratik kontrol mekanizmalarının zayıfladığını gösteriyor. Bu durum, öngörülemez krizlerin, ters bayrak operasyonları sonucu ve küçük olayların büyük savaşlara dönüşmesi riskini taşıyor. En önemlisi tarihte olduğu gibi ekonomik krizden çıkmak için ABD’nin savaşa başvurma riski mevcut. Aynı seçeneğe 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başında İngiltere müracaat etmişti. Bu riski, yani küresel çapta bir dünya savaşını önleyen en temel faktör nükleer güç döneminde bulunuyor olmamızdır. Kısacası dünya, Amerikan yüzyılının sonuna gelirken, ya kontrollü bir etki alanları paylaşımına ya da istikrarsızlık ve bitmeyen savaşlarla sürecek karmaşa dönemine doğru ilerliyor. Her iki senaryoda da pek çok ülke için tarihi fırsatlar kadar ciddi tuzaklar da mevcut. Burada doğru tarafta olmak çok önemli. Kararsız kalmak ise en tehlikelisi. Ya eski sömürü düzeninin yeni dönemde de devamını arzulayan ABD hegemonyası ya da karşısında direnç sergileyen direniş cephesinde yer alma kararı her geçen gün yaklaşıyor. 

TÜRKİYE DERSLERİ

ABD’nin içine düştüğü çok cepheli kriz sarmalı, Türkiye için aynı anda hem tehdit hem de fırsat anlamına gelmektedir. Bu yeni konjonktürde, tek kutuplu güvenlik anlayışından hızla uzaklaşmak; çok yönlü diplomasi, alternatif ittifaklar ve bağımsız savunma kapasitesi geliştirmek artık kaçınılmazdır. Bu yeni dönemde geleneksel süper güçler zayıflarken eski ittifaklar dağılmakta ve yeni bloklar doğmaktadır. Böyle bir tabloda Türkiye için gerçekçi, esnek ve millî çıkar odaklı strateji artık bir tercih değil, zorunluluktur. Türkiye’nin NATO üyeliği kâğıt üzerinde bir avantaj sunmaya devam etse de bu ittifaka aşırı bağımlılık stratejik körleşmeyi doğurmakta, alternatif güvenlik mekanizmalarının geliştirilmesi ise ertelenemez bir gereklilik hâline gelmektedir. Bugün neoliberalizmin çözülmeye başladığı, büyük ideolojik ve ekonomik tezlerin çöktüğü, ancak yeni düzenin kurallarının henüz yazılmadığı bir geçiş dönemindeyiz. Türkiye gibi ülkeler bu ara dönemde ya başkalarının kurduğu düzende edilgen bir figür olarak kalacak, ya da kendi stratejik mimarisini inşa ederek oyun kurucu rolüne yükselecek. Bu tercihin yolu ise nettir: Kurumsallaşmış devlet aklı, bilim-teknoloji ve liyakat ve erdeme dayalı insan kaynağı yatırımları, laik, demokratik ulus devlet modelinde toplumsal uzlaşı ve dirençli yapılar inşa etmek. Neo-liberal ideolojinin küresel meşruiyeti çökerken, güç ve servet mücadeleleri sona ermedi. Ermeyecek de. Sahne değişti, aktörler çeşitlendi, kurallar ise hâlâ yazılmayı bekliyor. Bu belirsiz oyunda kimin kural koyucu olacağı, geleceği şekillendirecektir. Tek kutuplu dünya sona ererken, Türkiye’nin iç cepheyi toparlaması, bağımsız stratejik akıl oluşturması, çok yönlü iş birliği ve kendi savunma kabiliyetini geliştirme gerekliliği, her zamankinden daha yakıcı bir biçimde öne çıkmaktadır.  Ancak Türkiye’nin mevcut yönelimi hem iktidar hem muhalefeti ile bu ihtiyaca karşılık verememektedir. ABD, İngiltere, AB ve NATO’nun yönlendirmesiyle hareket eden mevcut dış politika çizgisi, tarihsel bağımsızlık ilkelerimizle çelişmektedir. Suriye özelinde vekâlet savaşlarına araç olma yaklaşımı terk edilerek, doğrudan Türkiye’nin güvenliğine odaklanan bölgesel stratejiler oluşturulmalıdır.  Bugün Türkiye, 1946’da Atatürk’ün bağımsız, bağlantısız dış politika çizgisinin terk edilmesiyle başlayan Tanzimatçı yönelimin yeni bir versiyonunu yaşıyor. O dönemde ABD’nin savaş galibi kimliği ve ekonomik gücü cazibe merkeziydi. Bugün değil. Ancak Türkiye hâlâ bu çöken düzenin peşinden gitmekte, batı başkentlerinde yazılan reçeteleri uygulamaya çalışmaktadır. Üstelik bu süreç, iç politikada da tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Amerikan Büyükelçisinin yön verdiği Yeni Osmanlıcılık vizyonu; ümmet-millet ayrımıyla Türk kimliğinin birleştirici gücünü zayıflatmakta, anayasa değişikliği tartışmalarıyla laik, ulus-devlet yapısını tehdit etmektedir. PKK’nın terör geçmişi görmezden gelinerek siyasi meşruiyet kazanması, halkın vicdanında büyük yaralar açmaktadır. Güneydoğu Anadolu’nun Türkiye ekonomisine sağladığı %5’lik katkı, bu bölgenin gelecekteki stratejik önemini gösterirken, yapılacak her anayasa değişikliğinin halk desteğiyle şekillenmesi hayati bir zorunluluktur. Aksi halde, bu süreç bir “bal tuzağına” dönüşerek Türkiye’yi istikrarsızlaştırabilir. Dış politikada da benzer zaaflar gözlemlenmektedir. Suriye’de izlenen skandal yanlış politikalar nedeniyle artık İsrail ile fiilen sınır komşusu hâline geldik. Mavi Vatan’da 2020 Kasım ayından bu yana sondaj ve sismik araştırmalar durdurulmuş durumda. Bu tür jeopolitik maceralar Güneydoğu Anadolu gibi vatan parçamızı riske atabilir. Türkiye Cumhuriyeti büyük bir kurtuluş savaşının ardından kuruldu. Bu topraklar ve sınırlar uğruna binlerce şehit verildi. Şimdi ise, ABD ve İsrail’in çizdiği bir “denize çıkışı olan kukla Kürt devleti” senaryosunun figüranı olmamız bekleniyor. Bu kabul edilemez. Türkiye, orta büyüklükte bir güç olarak; esnek diplomasi, bölgesel liderlik ve kurumsal etkinlik temelinde stratejik pozisyonunu güçlendirmelidir. Bugün en büyük tehdit, içerdeki siyasi kutuplaşma, stratejik vizyon eksikliği ve kurumsal zayıflık nedeniyle dış müdahalelere açık hale gelmektir. Türkiye’nin ABD’ye körü körüne güvenmek yerine, bağımsız refleksler geliştirmesi elzemdir. Askerî politikada, ABD’nin çıkar odaklı savaşlarına alet olmak yerine kendi güvenlik önceliklerine odaklanmalıdır. Diplomatik olarak BRICS gibi alternatif yapıların sunduğu fırsatlar değerlendirilmelidir. İsrail’e sadece sözle değil, eylemle (Kürecik Kapatılması, BTC Hattında petrol akışının kesilmesi gibi) tepki verilmesi gerekir. Ekonomik olarak, ABD merkezli krizlerden etkilenmeyecek dirençli yapılar inşa edilmeli; stratejik akıl ise ezberci değil, gerçekçi, soğukkanlı ve çevik olmalıdır. Türkiye’nin taktik ve stratejik hava savunması milli olanaklarla kısa sürede tamamlanmalıdır. Rusya ve Çin ile askeri iş birliği esas alınarak en kısa zamanda uzun menzilli hipersonik balistik füze teknolojisi geliştirilmelidir. Kaan Savaş Uçağı projesi erkene çekilerek hava gücümüz yenilenmelidir. Türkiye’nin en büyük caydırıcı gücü olan denizaltı filomuzun MİLDEN projesi ile güçlendirilmesine ağırlık verilmeli, suüstü gücüne ayrılan kaynaklar denizaltı filomuzun güçlenmesine aktarılmalı ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de suyun altına tam hakimiyeti esas alınmalıdır. Bu kapsamda denizaltılarımızın ağır torpidosu AKYA’nın seri üretime geçmesi için her türlü tedbir alınmalıdır. Elektronik harp ve siber savunma altyapımızın kurulması, batıya ve İsrail’e bağımlı olduğumuz yazılım, haberleşme ve GPS alt yapısının millileştirilirken Çin ve Rusya sistemleri ile yedeklenmesi göz önüne alınmalıdır. Türkiye çok zor bir döneme iç cephesi parçalı giriyor.  Mavi Vatan, KKTC ve Güneydoğumuzda muhalefet ve iktidarın jeopolitik körlüğü yeni jeopolitik intiharları kaçınılmaz kılıyor. Askeri hastaneler kapalı, askeri liseler kapalı, Harp Okulları Kuvvetlere bağlı değil. FETÖ’nün daha doğrusu CIA, MI6, BND ve MOSSAD’ın içerdeki işbirlikçiler ile silahlı kuvvetlere verdiği zararın maddi ve manevi boyutu tarif edilemez seviyelerde. Böylesi bir konjonktürde Türkiye ABD ve İngiltere yönlendirmesi ile ulus devlet, üniter yapı ve laiklikten koşar adım uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Halkın çok büyük bir bölümü ezici çoğunlukla Atatürk’e, cumhuriyete ve temel ilkelere bağlı iken azınlığın jeopolitik ve rejime yönelik değişiklik isteklerini iyi niyetle anlamak olası değildir. Gerileyen Amerikan hegemonyası ve çöken neoliberalizme rağmen onların pek sevdiği dinsel ve etnik bölünme politikalarına uygun hareket etmek, batacağını bildiğiniz halde Titanik köprü üstünde buz dağının üzerine rota tutmak ile eş değerdir. Bu rotaya Türk milletinin atalarından aldığı güç de şanlı tarihi de razı gelmez. Atatürk’ün 100 yıl önce yazdığı Kemalist reçeteden başka kurtuluş rotası yoktur. Dilerim bu gerçeği tamamen dibe vurmadan görmek devletimize ve milletimize nasip olur.