ABD ile devlet başkanları düzeyinde ne zaman bir görüşme olsa Ankara ciddi kazanımlar elde etmeden büyük tavizler veriyor. Ancak en önemlisi ülkemizin hegemonyaya, yani Batı’ya çıpalanması konsolide ediliyor. Türkiye 1952’deki NATO üyeliğinden sonra her zirve ya da her üst düzey buluşmadan sonra jeopolitik ve ekonomik tavizler verdi. ABD ve kolektif Batı tarafından kurtarılmış (örneğin Almanya, Japonya, İtalya, Fransa, Güney Kore vb.) ya da anayasası ABD tarafından yazılmış (Almanya, Japonya) bir devlet durumundaymışız gibi Batı bağlılığımız devam ediyor. Siyonist sermaye, önleyici saldırı anlayışı, sömürgeci gelenek, medya ekosistemi, neoliberal kapitalizmin ahlak ve vicdan anlayışı ile beslenen Batı’da kalarak iki şeyi kabul ediyorsunuz. Birincisi her an bölünme ve iç savaş tehdidi altında haraç ödemek. İkincisi, hegemonya uğruna ucuz kan olarak bir savaşta vekil devlet durumuna sürüklenmek. Batı’da kaldığınız sürece başka şansınız yok. Nasıl ki Rusya zengin petrol ve doğal gaz kaynakları ve geniş coğrafyası ile daima hegemonya ile finans kapitalin hedefinde olduysa, Türkiye de muhteşem coğrafyası ve kaynakları ile daima mevcut hegemonik finans kapitalin hedefinde olmuştur.
Bu Osmanlı döneminde Britanya hegemonyası iken, Atatürk dönemi (1923–1938) dışında Amerikan hegemonyası olmuştur. Diğer bir deyişle maalesef Cumhuriyet 1938 sonrası Batı’nın gölgesinde kalmayı, bağımsızlığı sulandırmayı tercih etmiştir. Akan yıllar içinde bu boyunduruğa dönüşmüştür. Türkiye, Batı’ya bağımlı kaldıkça bu kıskacın dışına çıkamaz.
FİNANS KAPİTALİN BİTMEYEN İŞTAHI
Tarih boyunca savaş yalnızca devletler arası güç mücadelesi değil, aynı zamanda borç ve sermaye birikiminin en etkili aracı olmuştur. Modern çağda her büyük savaş, küresel finans kapitalin borçlanma mekanizmalarını genişletmiş, savaş ekonomisi aracılığıyla silah sanayisini beslemiş ve krizleri yönetilebilir kılarak yeni hegemonya düzenleri yaratmıştır. Borç piyasaları savaşla büyür; savaş sanayisi finansla beslenir, finans kapital ise yeni savaşlara ihtiyaç duyar. Bu kısır döngü, emperyalizmden neoliberalizme uzanan her dönemde kendini tekrar etmiş, “güvenlik” söylemiyle meşrulaştırılan savaşlar gerçekte küresel mali oligarşinin çıkarlarını garanti altına almıştır. Bu döngü, Batı merkezli finans kurumlarının modern dönemde kurduğu düzenin de özünü oluşturuyor. Bu konuda en önemli anı herhalde İnönü’ye aittir. Şöyle diyor: “Lozan’da İngiliz delegesi Lord Curzon ve Amerikan delegesi oturuyorduk. İngiliz delegesi bana dedi ki: ‘Lozan Anlaşması’ndan memnun ayrılmıyoruz. Hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Harap bir memleket alıyorsunuz. Bunu imar etmeyecek misiniz? Neyle, nasıl yapacaksınız? Para bir bende var, bir de şu Amerikalı’da (Amerikan delegesini işaret etti). Yarın geleceksiniz, para isteyeceksiniz; o zaman bugün reddettiklerinizi cebimden çıkarıp size göstereceğim.’ Ben de kendisine şu cevabı verdim: ‘Bizim buradaki istediğimiz, müstakil, medeni bir devlet olarak bütün şartlarını sağlamaktır. Bunu temin ettikten sonra sulh olursa, geliriz, o zaman istediğinizi yaparsınız.’”
Evet yapıyorlar. Atatürk sonrası başa gelen çapsız ve vizyonsuz siyasetçiler sayesinde IMF ve benzeri yapılar, Türkiye gibi yükselme potansiyeli taşıyan ülkeleri defalarca borç-faiz kıskacına sokarak bağımsız kalkınma hamlelerini felce uğrattı. Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde vurguladığı gibi, “Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kalıcı olamaz.” Dolayısıyla mesele devletlerin güvenliği değil; küresel finans kapitalin sürekli kriz ve savaşlarla kendi iktidarını sürdürme arzusudur. Bugün de aynı döngü işlemektedir. Sermayenin krizden çıkış yolu yeniden savaş ve yıkım üzerinden inşa edilmektedir. Rusya, geniş coğrafyası ve enerji zenginlikleri nedeniyle hep hedefte oldu. Türkiye de aynı şekilde, boğazları, enerji koridorları, genç nüfusu ve üretim kapasitesiyle küresel sermayenin gözü önünde. Batı’nın gözünde Anadolu, 1909 Reval görüşmesinden bu yana bağımsız bir milletin yurdu değil, paylaşılacak bir ganimettir. Bugün Türkiye üretim yerine borçla, yatırım yerine faizle ayakta tutulmaya zorlanıyor; bu da Batı’nın klasik sömürü düzeninin modern versiyonu, yani haraç mekanizmasının günümüzdeki adıdır. Dolayısıyla küresel finans kapitalin savaş arzusu yalnızca cephelerde değil, ulusların ekonomilerini görünmez zincirlerle bağlayan borç düzeninde de kendini göstermektedir. Türkiye’yi özellikle 1950 sonrası yönetenler de Kemalist kalkınmacı siyaset yerine batı finans sitemine çapalanmayı ve 1980 sonrası neo liberal ekonomik sistemin vekiline dönüşmeyi tercih ettiler. Başarılı da oldular. Bugün gelir dağılımı eşitsizliğinde, enflasyonda, yoksulların açlık sınırına sürüklenmesinde en üst ligdeyiz. Buna rağmen hala tüketiyoruz.
VEKALET SAVAŞLARININ TUZAKLARI
Türkiye 1952’den bu yana ABD kenar kuşak jeopolitiğinin çıkarları için kullanıldı. Siyasiler ve yüksek askeri komuta kademesi bu tuzağa yıllarca düştü. Türk askerini NATO’nun büyükleri ucuz kan olarak gördü. Askeri darbelerin pek çoğu Türkiye’nin kenar kuşakta kalmasını sağlamak ve Sovyetlere yaklaşmasını önlemek üzere yapıldı; böylece kendi çıkarlarına uygun şekilde komünizm ile mücadelede Türk ordusunu Türk halkına karşı kullandılar. Bu arada dinci ve bölücü siyasete vasat bir demokrasi ile yol verdiler. Kemalizm’i yok etmeye yeltendiler. Soğuk Savaş sonrası koşullar değişti. Bu kez kılcal damarlarına kadar FETÖ militanlarını doldurdular. Türk iç siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiler. Kore Savaşı‘nda 700’ü aşkın evladını kaybederek Batı’ya sadakatini ispat eden Türkiye, o sayede NATO’ya girdi. Soğuk Savaş yılları boyunca kanat ülke rolünün bedelini ağır ödedi. Kıbrıs’a 1964 ve 1967’de sadece havadan müdahale edebildik. Karşılığında ABD başkanlarından tehdit mesajları aldık. 1974 yılında adaya müdahale etmenin bedelini ambargolar, Ermeni terörü, ülke içinde iç savaşa varan çatışmalarla ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Yunanistan’a verilen tavizlerle ödedik. Soğuk Savaş sonrası NATO’nun sorumluluk alanında olmadığı halde Afganistan’da Batı’nın yükünü sırtlayarak, Irak krizlerinde sürekli ateş hattında kalarak bu bağımlılığın faturasını göçler, güneyimizde Irak Kürdistanı’nın kurulması ile ödedik. Libya’nın ve Suriye’nin çöküşünde Batı’nın ve NATO’nun sadık müttefiki ve öncü vekilleri olarak rol aldık ve büyük ekonomik kayıplara uğradık. Türkiye bu süreçlerde ulusal çıkarlarından ziyade Batı’nın güvenlik mimarisine hizmet eden bir aktör olarak konumlandırıldı. Bu hem tarihimize hem sosyal yapımıza aykırı utanç verici bir sonuçtu. 2008 sonrası Batı istihbarat örgütleri ile paralel yapıda içimizde örgütlenmesine izin verilen ve hatta teşvik edilen FETÖ yapılanması ile ordu ve donanmanın komuta kademesi kumpas davalar ile tasfiye edildi. Amaç Türkiye’nin NATO, ABD ve AB bağımlılığını konsolide etmekti. Ancak ters tepti. FETÖ 15 Temmuz 2016’da NATO himayesinde Anadolu’ya saldırdı. Dolayısıyla Batı’ya sadakat ciddi yıpranmalara yol açtı. Bugün Ukrayna’da yaşanan yıkım ise Batı’nın vekâlet stratejisinin en güncel ve çıplak örneğidir: ucuz kanla, dış kaynaklı silahlarla ve sınırsız borç yükleriyle sürdürülen bir savaş düzeni. Kısacası Türkiye, Batı’nın sadık kölesi olarak kaldığı sürece Batı’nın jeopolitik hesaplarının ve vekâlet savaşlarının ön cephesi olmaktan kurtulamayacaktır. Batının içimizdeki yapılanması her yerde metastaz yapacak bir kanser gibidir.
BATI İTTİFAKININ SAHTE GÜVENLİĞİ
NATO ve AB, güvenlik ittifakı değil; Batı’nın tahakküm düzenekleridir. Demokrasi ve insan hakları gibi söylemler yalnızca maskedir. Arkasında üsler, radarlar, yaptırımlar, finans ve enerji dayatmaları vardır. NATO’nun PKK’yı terör örgütü olarak tanıması yıllar sürdü. Türkiye 1990’larda NATO’dan defalarca hava savunma koruması istedi; ama Yunanistan’ın vetosu, Batı’nın geçici çözümlere yönelmesi ve Türkiye’nin sadece “cephe ülkesi” olarak görülmesi nedeniyle kalıcı bir çözüm bulamadı. Örneğin 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak’ın Scud füzelerine karşı Türkiye Patriot sistemleri istedi. ABD, Almanya ve Hollanda sınırlı süreli batarya gönderdi; savaş bitince bu sistemler geri çekildi. NATO, Türkiye’nin kalıcı füze savunma altyapısı talebini karşılamadı. Türkiye’nin güvenliği sürekli “geçici çözümlerle” idare edildi. Bu bağlamda Batı kalkanının güvenilirliğinin siyasi, hukuki ve normatif koşullara bağlı, dolayısıyla koşullu ve kırılgan olduğu ortaya çıktı. Bu tecrübeler, Ankara’nın 2000’li yıllarda “milli hava savunma sistemi” geliştirme ve alternatif tedarik (S-400 gibi) arayışına girmesinin arka planını oluşturdu. Bu tutumun asıl nedeni NATO ve AB’nin jeopolitik vizyonunun Türkiye ile çatışma rotasında olmasıdır. Türkiye, KKTC’nin varlığı konusunda karşı taraftadır. Başta ABD olmak üzere İsrail Filistin çatışmasında karşı taraftadır. Mavi Vatan sınırlarında karşı taraftadır. Güneyimizde denize çıkışı olan kukla Kürt devletinin kurulması konusunda karşı taraftadır. Türk kamuoyu bu gerçeklerin farkındadır. Devlet bürokrasisi içinde katı Batıcı anlayışa rağmen halkımızın ABD ve NATO’ya güvensizliği değişmemektedir. Türk halkı bugün gerçekleri görüyor. Artık NATO’nun Türklerin çıkarı için kılını kıpırdatmayacağını biliyor.
ENERJİ KISKACI
Türkiye cari açığı enerji harcamaları nedeniyle veriyor. ABD ve Batı finans kapital sistemine bağımlı olan ülkemiz, jeopolitik çıkarları söz konusu olduğunda iki alanda sıkıştırılıyor: ilki finans, ikincisi enerji. Halbuki Anadolu coğrafyası itibarıyla Rusya, Irak ve İran gibi petrol ve doğal gaz zengini ülkeler ile komşu. Finans alanında Batı’nın hegemonik mafya şantajlarına maruz kalıyoruz ve bedelini yoksulluk ve açlık sınırında yaşayan kitleler çekiyor. Bir bakan çıkıp “emeklilere maaş vermeye devam edebiliyoruz” diyebiliyor. Ne acıklı. Bu, Batı hegemonyasında jeopolitik teslimiyetin dolaylı bir anlatımıdır. Geçtiğimiz haftalarda ABD ve Türkiye devlet başkanları görüşmesi, Batı’nın Türkiye’ye biçtiği yeni zincirleri gösterdi. Masada en kritik başlık enerjiydi. ABD, Türkiye’ye “ucuz Rus gazını bırak, pahalı Amerikan LNG’si al” dayatmasını yaptı. Türkiye, Rusya’dan aldığı doğalgazı uzun vadeli kontratlarla 1000 m³ başına 270–300 dolar seviyesinde tedarik ediyor. Buna karşılık ABD LNG’si; sıvılaştırma, deniz taşımacılığı ve yeniden gazlaştırma maliyetleri eklendiğinde 1000 m³ başına 450–550 dolara çıkıyor. Yani Türkiye, Rus gazını bırakıp Amerikan LNG’sine yönelirse %60’a yakın daha pahalı enerjiye mahkûm olacak. Bu fark, cari açığı büyütürken sanayiyi baskılayacak, halkın enerji faturalarını ağırlaştıracak ve Türkiye’yi Batı’nın enerji bağımlılığına sürükleyecektir. ABD için mesele ticari değil, jeopolitiktir. Amaç Türkiye’yi Rusya’dan koparmak ve enerji damarlarını Atlantik sistemine bağlamaktır. Türkiye’nin elinde ise Batı’nın bu enerji dayatmasına karşı üç güçlü silah vardır. Mavi Akım, TürkAkım ve TANAP birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin enerji jeopolitiği tamamlanmış bir stratejik tablo sunar. 2003’te devreye giren Mavi Akım, yıllık 16 milyar m³ kapasitesiyle Türkiye’nin iç tüketimine yöneliktir. 2020’de faaliyete geçen TürkAkım ise yıllık 31,5 milyar m³ kapasitesiyle bu kez iki yönlü bir işlev görmektedir; hattın yarısı Türkiye’nin kendi ihtiyacına, yarısı Balkanlar ve Avrupa’ya gaz taşımaya ayrılmıştır. Bu sayede Türkiye sadece enerji tüketicisi değil, bölgesel bir enerji dağıtım merkezi haline gelmiştir. 2018’de işletmeye açılan, yıllık 16 milyar m³ kapasiteye sahip TANAP, Azerbaycan gazını Gürcistan üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya taşıyarak Türkiye’nin doğu-batı ekseninde enerji geçişini pekiştirmiştir. 6 milyar m³’ü Türkiye’ye, 10 milyar m³’ü Avrupa’ya gitmektedir. Kapasite 30 milyar m³’e çıkarılabilir. Bu üç hat Türkiye’yi enerji ithalatçısı kimliğinden çıkarıp Avrasya’nın enerji transit merkezi haline getirmiştir. Ankara, ABD’nin dayatmalarına boyun eğmek yerine, bu hatları stratejik koz olarak kullanarak hem doğuya hem batıya aynı anda enerji güvenliği sağlayan eşsiz bir merkez konumundadır. Bu üç hat Türkiye’nin jeopolitik bağımsızlığının, ekonomik direncinin ve Avrasya’da belirleyici güç olma kapasitesinin somut ifadesidir.
AMERİKAN LNG’SİNE BAĞIMLILIĞIN TUZAKLARI
Türkiye’nin enerji politikalarında öne sürülen Amerikan LNG’si (sıvılaştırılmış doğalgaz), ilk bakışta kaynak çeşitlendirmesi gibi görünse de aslında çok ciddi bir stratejik risk barındırmaktadır. Amerikan LNG‘si, Meksika Körfezi’ndeki terminallerden devasa LNG tankerleriyle Atlantik ve Akdeniz üzerinden taşınır. Bu lojistik hatların güvenliği ABD donanmasının kontrolündedir. Yani Türkiye, boru hattı gazını bırakıp Amerikan LNG’sine yönelirse, enerji akışı Washington’un siyasi kararlarına bağımlı hale gelir. ABD, herhangi bir kriz anında ya da Ankara bağımsız bir dış politika adımı attığında birkaç gün içinde bu akışı kesebilir. Boru hattı gazı kesildiğinde bunun arkasında uzun müzakereler, diplomatik süreçler vardır. Oysa LNG sevkiyatını durdurmak yalnızca birkaç geminin rotasını değiştirmek kadar basittir. Amerikan LNG’sine yönelmek kısa vadede “çeşitlendirme” gibi sunulsa da orta ve uzun vadede Türkiye için üç ölümcül risk taşır: fiyat, kontrol ve kırılganlık (LNG terminalleri, Türk–Yunan veya bölgesel bir savaşta ilk hedef olur). Türkiye’nin enerji güvenliği, Amerikan LNG’sine bağlanmakla değil; TürkAkım ve TANAP gibi boru hatlarını güçlendirmek, doğalgaz depolama kapasitesini artırmak, 2020 Kasım ayından bu yana geri çekildiğimiz Doğu Akdeniz ile devam etmekte olan Karadeniz’deki milli gaz keşfini devreye almak ve yenilenebilir yatırımları büyütmek ile sağlanır. Atatürk’ün “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür” sözü bugün enerji alanında yeniden karşımıza çıkıyor. ABD LNG’sine bağımlılık yalnızca pahalı bir seçenek değil, askeri-stratejik olarak da Türkiye için bir taviz ve boyun eğme senaryosudur.
İSRAİL-ABD İŞBİRLİĞİ VE TÜRKİYE’NİN ÇIKMAZI
Batı’nın Türkiye üzerindeki baskısının en kritik boyutlarından biri, İsrail ile ABD arasındaki derin jeopolitik iş birliğidir. İsrail, Washington’un Ortadoğu’daki “ileri karakolu” işlevini üstlenirken, ABD’nin Doğu Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi politikalarının merkezinde yer alır. Bu stratejik ortaklık, Filistin’deki katliamlara sessiz kalınmasına, Doğu Akdeniz’de enerji paylaşımında İsrail’in çıkarlarının korunmasına ve NATO çerçevesinde Türkiye aleyhine blokların kurulmasına zemin hazırlamaktadır. Türk kamuoyu, tarihsel hafızasında yer eden Filistin meselesi, Gazze’de yaşanan soykırım ve İsrail’in saldırgan politikaları nedeniyle İsrail’e karşı güçlü bir tepkiye sahiptir. Buna karşın devlet politikası, Batı ile ilişkilerde denge arayışı, ABD baskıları ve Kürecik ile İncirlik üzerinde somutlaşan NATO üyeliği nedeniyle çoğu kez bu tepkiyle çelişmektedir. Bir yandan İsrail ile gizli-örtülü ticari ilişkiler ve diplomatik temaslar sürerken; diğer yandan Filistin’e destek söylemleri dile getirilmektedir. Bu ikili tutum, Türkiye’yi hem içeride kamuoyunun vicdanı hem dışarıda Batı ittifakının talepleri arasında zor durumda bırakmaktadır.
DOĞU AKDENİZ’DE ÜÇGEN KAPANI
İsrail–ABD iş birliğinin Türkiye açısından en somut sonucu, Doğu Akdeniz’de Yunanistan–GKRY–İsrail üçgeninin kurulmasıdır. Bu üçlü, ABD’nin siyasi ve askeri desteğiyle birlikte hem enerji sahalarını paylaşmakta hem de Türkiye ve KKTC’nin haklarını yok saymaktadır. GKRY’nin 2007’de Doğu Akdeniz’deki sözde MEB’inde ilan ettiği 13 lisans sahası ABD ve AB koruması altındadır. EastMed projesi, Doğu Akdeniz Gaz Forumu, Yunan- İsrail – GKRY-ABD ve NATO tatbikatları ve Yunan adalarındaki Amerikan üsleri bu stratejinin askeri ayağını oluşturmaktadır. Bu durum, Mavi Vatan doktrini ile doğrudan çatışmaktadır. Mavi Vatan, Türkiye’nin deniz yetki alanlarını, enerji haklarını ve jeopolitik bağımsızlığını koruma doktrinidir. Ancak İsrail–ABD–Yunanistan–GKRY bloğu bu vizyonu etkisiz kılmayı, Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne sıkıştırmayı hedeflemektedir. ABD ve İsrail’in desteğiyle Doğu Akdeniz’de oluşturulan bu kapan yalnızca denizlerde değil, diplomatik masada da Türkiye’nin elini bağlamaya yöneliktir.
SONUÇ
Sonuçta, Türkiye ya Batı’ya bağlı kalarak Doğu Akdeniz başta olmak üzere Rusya ve İran ile ilişkilerden Suriye’ye kadar çok geniş bir spektrumda milli çıkarlarımızdan taviz vererek ABD, İsrail ve Yunanistan lehine insanlık tarihinde yanlış yerde konumlanacak ya da kendi kamuoyunun vicdanını ve tarihsel misyonunu dinleyerek bağımsız bir rota çizecektir. Bu tablo, Ankara’nın önüne her geçen gün daha ağır bir yol ayrımı koymaktadır: Batı’ya mahkûm kalıp jeopolitik çıkarlarından vazgeçmek mi yoksa bağımsızlık yolunu seçip İsrail–ABD bloğunun baskısını göğüslemek mi? Enerji kozlarının yanı sıra Türkiye’nin elinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi, savunma sanayiindeki milli atılımlar, İHA-SİHA devrimi ve Mavi Vatan doktrini gibi kaldıraçlar da vardır. Bunlar Türkiye’yi Batı’nın haracına ve vekâlet savaşlarına mahkûm olmaktan kurtarabilecek güçlerdir. Türkiye bugün kritik bir dönemeçtedir. Ya Batı’nın kanserojen dayatmalarına razı olup borç ve enerji bağımlılığı zincirini ağırlaştıracak ve NATO’nun vekâlet savaşlarında potansiyel ucuz kan adayı olacak; ya da elindeki coğrafya, enerji ve jeopolitik kozları kullanarak bağımsızlık yolunu seçecektir. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi teslimiyet değil, tam bağımsızlığın dış politikadaki pusulasıdır. Kurtuluş, Batı’nın haracını reddetmek ve kendi stratejik yolunu çizmektir. Bugün Yunan gazetelerinin yazdığı gibi “NATO’nun 5. Maddesi Türkiye için ölmüştür” tezi çok geç kalmış bir tespittir. Zaten bu madde Türkiye için Rusya saldırısı dışında asla uygulanacak bir madde değildi. İsrail veya Yunanistan Türkiye’ye saldırsa NATO kılını kıpırdatmayacağını sokaktaki çocuk bile biliyor. Kendimizi aldatmayalım. Türkiye’nin caydırıcılığı NATO Antlaşması’nın 5. Maddesi ile ölçülemez. Yunan ve Kıbrıs Rumları İsrail’e güvenmeye devam etsin. İsrailli fanatiklerin ABD güvencesi altında “Poseidon’un Gazabı” gibi hayal senaryoları kâğıt üzerinde onlara güven verebilir. Nikos Sampson‘a 15 Temmuz 1974’te ABD yönetimi de Yunan cuntası da güven vermişti. Ancak 21 Temmuz sabahı ikisi de kılını kıpırdatmadı. Hatırlatalım: Kıbrıs Anamur’a çok yakın. Her şeyin özü coğrafya, kan ve demirdir. 1919’da İzmir’e çıkan Yunan ordusunun arkasında İngiliz donanması vardı; Sancak gemisinde Amerikalı komodor vardı. 1918’de İstanbul’un işgalinde İngilizler başroldeydiler. Ancak 1922’de Yunan ordusu denize dökülürken yanlarında kimse kalmamıştı. 1974’te Kıbrıs’a barış götürdüğümüzde de Batı aynı çığlığı atıyordu. Bugün hâlâ Türk bayrağı Lefkoşa’da dalgalanıyor. Şimdi aynı ezberleri tekrarlıyorlar: “Türkiye yalnız, Türkiye güvensiz.” Oysa yalnız olan, kendi güvenliğini başkalarının imzasına mahkûm edenlerdir. Türkiye kendi 6. Maddesini yazmalıdır: milli caydırıcılık ve bağımsız savunma sanayi. Unutmayın: NATO’nun boş çeki ve Batı’nın tatlı vaatleri bizi kurtarmaz; ama Türk milleti kendi savunma sanayisi, savaşa hazır insan gücü ve tehdit altında birleşme yeteneği ile asla geri adım atmaz. Bugün mevcut iktidar ve muhalefet ABD, NATO ve AB bağımlılığını sürdürse de bu cephenin dost olmadığını sokaktaki adam biliyor. Jeopolitik olaylar acımasızdır. Türk ile düşman olmak ve savaşmak tarihin ve kaderin hazırladığı an geldiğinde çok zordur. Türk deniz suyu gibidir: geç ısınır ama geç soğur. Türk halkı Mustafa Kemal Atatürk geleneğiyle hareket eder; geçmişte yaptığı gibi tehdidi göğüsler, sonra tepeler ve en sonunda yeni rotayı çizer. Kısacası Batı karşısında tavizler verilse de Türk caydırıcılığı dimdik ayaktadır. Ölmekte olan hegemonyanın ta kendisi ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere çevremizdeki yapay cephelerin ömrüdür. Sonuç olarak Türkiye ya bağımsız caydırıcılık kuracak ya da Batı’ya meyilli, bol tavizli, zig-zag çizen çok eksenli bir denge siyasetiyle hayatta kalmaya çalışacaktır. Ancak sürekli zig-zag çizilse de en sonunda tek bir rotaya girilir. Bu rota yanlış seçilmişse karaya oturulur doğru ise derin sulara erişilir. Bugün için tek rota Atatürk’ün çizdiği, Batı’nın kanserojen bağımlılığını reddeden rotadır. Bu rota ancak gücünü milletten alan, tertemiz dosyaları ve geçmişi olan yönetici kadrolar ile çizilebilir. Batı’ya taviz verilerek ilerlenen rotalar karaya oturmayı geciktirebilir ancak geminin su almasına, yani kanserin metastazına mâni olamaz.
Batı’ya bağımlılık bir strateji değil, kanserdir. Türkiye 1952’de NATO’ya girerken “güvenlik” vaadiyle aslında denetim altına alındı. O günden bu yana her zirve, her “müttefiklik” jesti bağımlılık zincirine dönüştü. Batı, Türkiye’yi hiçbir zaman eşit ortak olarak görmedi;… https://t.co/N6EhJfSFgZ
— Cem GÜRDENİZ (@cemgurdeniznet) October 5, 2025