“Diplomasi sanatı, politik ve harp sanatı, tercih ve seçme sanatıdır.” der Baldwin.
Bu söz, yalnızca bir dönemin değil, Türkiye’nin yüzyıla yayılan dış politika birikiminin en berrak özetidir.
Son çeyrek asra dek, Türkiye’nin içte ve dışta izlediği tüm politikaların temelinde, Atatürk’ün çizdiği o dengeli vizyon yatıyordu.
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden itibaren jeopolitik konumun yarattığı hassas dengeler özenle gözetildi.
Dogmatik yaklaşımların yerini akıl aldı; hamaset değil, pragmatik aklın rehberliğinde adımlar atıldı.
Türkiye’nin Batı merkezli kurumlarda yer almasının ardında, çağdaşlaşma sürecini hızlandırma düşüncesi vardı; teslimiyet değil, ilerlemenin kolaylaştırılması hedeflenmişti.
Bu anlayışın somut yansımaları Hatay’ın ana vatana katılması, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye lehine tahkim edilmesi ve komşularla saldırmazlık anlaşmalarıyla görünür hale geldi.
Diplomasi, o günlerde devlet aklının en rafine halini temsil ediyor; barışın dili, egemenliğin arkasındaki gerçek güç olarak öne çıkıyordu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşın dışında kalınması, ardından Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye’nin yeni stratejik tercihler yapmasını zorunlu kıldı.
NATO’ya katılım, bu tercihin en kritik adımıydı. Ancak alınan müttefiklik payesi, Kore’de toprağa düşen Mehmetçiklerin fedakârlığıyla ödenmişti.
1974’te gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı, yalnızca bir askeri başarı değil; Türkiye’nin bölgesel istikrarı ve Kıbrıs Türklerinin güvenliğini önceleyen kararlı bir devlet aklının tezahürüydü.
İç güvenlik operasyonlarında sivillerin korunmasına verilen önem, sınır ötesi harekâtlarda da uluslararası hukuk zemininde hareket edilmesiyle yürütüldü.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, uluslararası dengeleri altüst ettiği gibi, Türkiye’nin diplomasi alanındaki manevra sahasını da genişletti.
Rusya Federasyonu ile inşa edilen ilişkiler, ŞİÖ ve BRICS diyalogları; Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya’daki artan görünürlük Batı’da kimi çevrelerce kuşkuyla karşılandı.
Sorunun özü şuydu:
Türkiye’nin çok yönlü dış politika arayışı Batı tarafından doğru okunmadı.
ABD ve AB, özellikle Türkiye–Yunanistan gerilimlerinde tarafsızlık ilkesini rafa kaldırdı. Batı’nın Türkiye’ye yönelik önyargısı artık gizlenmiyor; aksine zaman zaman bir politika aracına dönüşüyordu.
S-400 meselesiyle F-35 programından çıkarılan, F-16 sürecinde beklemeye alınan Türkiye, adeta acı deneyimlerle “ittifak içinde yalnızlaşmanın¨ sancısını yaşamaktadır.
Oysa aynı ABD, Yunanistan’a üs üstüne üs kuruyor, Kıbrıs Rum Kesimi’ne ağır silah ambargosunu kaldırıyor, Suriye ve Irak’ta Türkiye’nin güvenlik kaygılarını yok sayan planlar yapıyor.
Gazze konusunda ise Türkiye kirli bir denklemin içine çekme çabaları hızla sürüyor.
Tüm bu tablo içinde Türkiye’nin Eurofighter Typhoon uçaklarına yönelmesi, yeni bir stratejik tercihin sinyali olarak okunmalı. Ancak bu tercihin de kendi içinde riskleri barındırıyor.
2031’de envantere girmesi planlanan uçakların “NATO üyelerine karşı kullanılmama” şartı, tam bağımsızlık açısından üzerinde düşünülmesi gereken en önemli detay.
Üstelik tarih, İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde parası ödenen savaş gemilerini unutmamıştır. Bu konu hiçbir zaman hafızalardan da silinmeyecektir.
Günümüzde de tablo pek farklı değildir.
Ankara, bir yandan içeride kamuoyunu yatıştırmak için “mavi boncuk” dağıtırken, diğer yandan dış politikada dengeyi koruma telaşındadır.
Ancak denge sanatı, iki tarafı idare etmek değil; her iki tarafın da saygıyla eğildiği bir ağırlık merkezi olabilmektir.
Son sözse; eğer yanlış politikalar günü kurtarmak adına alınan kararlara kurban edilmeye devam edilirse, tarih bu hataların bedelini yine Türkiye kısacası bize ödetecektir.
İsmet Hergünşen



