Artık her hafta bu köşede sizlerle beraber olacak, aramızda Silivri Cezaevi duvarları olsa da bu köşeden size denizlerden, denizcilikten ve tuzlu suyla ilgili her konudan civarnalar halinde mesajlar getireceğim.
Köşeye adını veren “Mavi Vatan”, Amiralliğimin ikinci yılında 14 Haziran 2006 tarihinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığında düzenlediğimiz Karadeniz ve Deniz Güvenliği konulu sempozyumda ilk kez kullandığım bir kavramdı. Kısaca canlı ve cansız kaynakları ile çevrelendiğimiz Karadeniz, Akdeniz ve Ege’deki deniz yetki alanlarımızı (karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge) kapsayan vatanın adıydı.
Bu vatanın sathı, su kütlesi, dibi ve dibinin altındaki kara kütlesi bizimdir. Bu vatanın büyüklüğü kara ülkemizin yarısına eşittir.
Denize kıyısı olan her devletin mavi vatanı vardır. Jeopolitik reflekslerin en temel hareketi denize yöneliş ve mavi vatanı sahiplenmedir. İsrail 1948 yılında kurulduğunda denize çıkışı olmasa varlığını sürdürebilir miydi? Emperyal kurgunun dayattığı sözde Kürdistan’ın denize çıkabilmesi için Suriye parçalanıp, bir şeriat devletine dönüştürülmüyor mu?
Osmanlı İmparatorluğu döneminde mavi vatan kavramı yönetici elitlerin gündeminde yoktu. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda yaşanan deniz zaferleri döneminde bile denizlere hâkimiyet bir jeopolitik temele dayanmıyordu. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ün görüşleri paralelinde Anadolu yarımadasının her üç deniz cephesinde derinliğine savunma maksatlı bir donanma oluşturulması öncelik kazandı. Ancak deniz yetki alanlarını sahiplenme ve genişletme gibi bir vizyon bu dönemde oluşmadı. Yunanistan’ın Ege Denizinde 1936 yılında karasularını tek taraflı üç milden altı mile çıkarması ve Türkiye’nin buna itiraz etmemesi bu duruma güzel bir örnektir. Aynı dönemde denizlerde güçlü devletler bile denizlerin diplerindeki olağanüstü ekonomik potansiyeli su yüzüne çıkaracak teknolojiye sahip olmadıklarından, karasuları dışındaki açık deniz alanlarını kapsayan büyük deniz alanlarına sahip olmak ve egemenlik iddia etmek bir hedef değildi.
Sanayi devrimi ve dünya savaşları sonunda 1947 yılı sonunda tarihte ilk kez denizden petrol çıkarılması, denizleri çok farklı bir boyuta taşıdı. Artık denizlerin su kitlesi içindeki canlı kaynaklardan çok diplerinin altında yatan başta petrol olmak üzere değerli madenlerin varlığı ile devletlerin zenginleşebileceği ortaya çıkmıştı. Bu durum 1969 Noel’inde Kuzey Denizinde Norveç’in zengin petrol kaynakları bulması ile tavan yaptı. Artık devletler arası mücadeleye kıta sahanlığı ve dolayısı ile mavi vatan kavramı oturmuştu. 1982 yılından sonra bunlara Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) eklenecek ve altına hücum başlayacaktı. Öyle bir mücadele ki, İngiltere/Arjantin arasındaki Falkland savaşından, Türkiye/Yunanistan arasındaki Kardak Krizine; İspanya/Fas’ın Maydanoz kayalığından, Japonya/Çin arasındaki Senkaku-Diayou kayalığı krizlerine kadar dünya denizlerinde yüzlerce örneği yaşanan bir mücadele. Ama işin özü o küçücük adaların veya kayalıkların hükmettiği deniz yetki alanlarının ve diplerindeki başta petrol ve doğal gaz olmak üzere değerli kaynakların büyüklüğü.
2010 yılı itibarıyla, dünyada tüketilen petrolün kabaca % 30’u, yıllık 3 trilyon m³’lük doğal gazın yaklaşık yarısı denizlerden çıkarılıyor. Günümüzde 11 bin metre deniz derinliğinde kuyu açmak teknik olarak mümkün, ekonomik olarak cazip hale geldi.
Türkiye’de Mavi Vatan uyanışı 1973 yılında Ege Kıta Sahanlığı krizi ile başladı. Yunanistan karasuları dışında açık deniz alanlarını sahip olduğu adaların kıta sahanlığı içinde göstererek Türkiye’nin haklarına tecavüz edince ortalık karıştı. Son 40 yıldır devam eden bu mücadele, 2003 yılından sonra Doğu Akdeniz’e de taşındı. Halen GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi), Türkiye ve KKTC’nin Akdeniz’deki MEB haklarını ABD, İsrail; Fransa, İtalya ve Güney Kore firmaları ile gasp etmeye devam ediyor. Dışişleri Bakanlığı ise bu gelişmeleri sadece notalar savaşı ile yürütüyor.
Bugün ben dahil 36 Amiral ile Cumhuriyet Donanmasının 400’e yakın deniz subayının hapishanelerde tutulmasının özü mavi vatana sahip çıkılması ve denizlerde Türklerin yükselen bir güç haline dönüşmesidir. Bu uğurda açık denizlere çıkmış, Hint Okyanusuna inmiş güçlü bir donanmayı oluşturarak, kendi savaş gemilerimizi, silah ve sensörleri yapabilir hale gelmiş olmamız emperyal hegemonları rahatsız etmiştir. Yeni oyuncuya tahammül yoktur.
Zira hegemon akıl, denizleri 19’uncu yüzyılda İngilizlere, 20’nci yüzyılda Amerikalılara vermiştir. 21’nci yüzyılda kime verileceğini ABD’nin ekonomisi belirleyecektir. Ancak gerçek olan Türk deniz gücünün Akdeniz’de yükselmesine izin verilmeyeceğinin Balyoz ve diğer isimli davalar ile ortaya çıktığıdır. Sorun Türklerin bu kadere boyun eğip eğmeyeceği sorunudur. Henüz Kıbrıs’a 1974 yılında yapılmış başarılı bir denizaşırı harekatın sonuçlarını hazmedememiş olanlar, Hıristiyan Kulübün dışındaki bir Türkiye’nin denizlerde onun geleneksel sahiplerine rakip olmasını istemezler. Cumhuriyet Donanmasının yükselmesi ve güçlenmesi Washington DC, Londra, Berlin, Paris, Roma, Madrit, Roma, Oslo, Den Haag, Stockholm gibi denizci başkentlerde hoş karşılanmaz. Ancak siyasi mücadele süreklidir. 21’nci yüzyılda Anadolu ve Mavi Vatan’ın geleceği denizlerdeki mücadeleye bağlı olacaktır. Bu toprakları kaybetme süreci önce denizleri kaybetme ile başlamıştır. Yüce Türk Milleti geçmişten ders almış olarak, bu kadere asla boyun eğmeyecek, tarihi tekrar ettirmeyecektir.
OSCAR Törenindeki Amerikalı Denizciler
Bu arada, dikkatinizi çekti mi? Oscar töreninde ABD Başkanının eşi, Michelle Obama, İran karşıtı Argo filminin birinciliğini anons ederken, naklen yayında arkasında biri bay diğeri bayan, manken gibi emir subayları vardı. Bu genç subayların birisi deniz piyade, diğeri deniz subayı idi. Bir sanat etkinliğinin anons töreninde sivil birinin arkasında bu sembollere neden ihtiyaç duyuldu ki? Aslında verilen mesaj çok güçlü idi. ABD, İran karşıtlığında Holywood’u siyasi amaçla kullanırken, bu filmin birinci ilan edildiğini yanına askeri sembolleri de ekleyerek Başkanın eşine açıklatıyordu. En önemli güç intikal ve dayatma aracı olan deniz piyadeler ile deniz kuvvetlerini de bu kareye sokuyordu.
İsveç Kralı’nın Oramiral Üniforması
Diğer bir mesaj da İsveç’ten geldi. Mart ayı başında Cumhurbaşkanının İsveç ziyareti sırasında verilen en kapsamlı kor diplomatik akşam yemeğinde İsveç Kralı Gustav, konuğunu Oramiral üniforması ile karşıladı. Ne acı değil mi? Türkiye’de iki oramiralden birisinin onur istifası verdiği, 36 amiralin sahte delillerle hapishanelerde tutulduğu bir ortamda İsveç Kralı, denizci bir devlet olan kendi ülkesinde Deniz Kuvvetlerinin sahip olduğu prestij ve gücü üzerindeki üniforma ile ilan ediyordu. Hadi İngiliz Kraliyet ailesini anladık da…
Mavi Vatan’ı izlemeye devam edin.
Cem Gürdeniz