Asırlar önce zor durumda kalan bir ulus için çıkış yolunun ne anlama geldiği en veciz şekilde Göktürk (Orhun) yazıtlarında ifade edilmiştir.
“Ey Türk!.. Titre ve kendine gel…”
Türkler varoluşlarından ve bin yıl önce Anadolu’ya ayak bastıklarından beri kendisini yok etmeye ve parçalamaya yönelik faaliyetlerin hedefi olmuştur.
19. yüzyıldan itibaren hız kazanan bu saldırılar, merkezi otoritenin yetersizliği ve kurumların etkisizliğinden istifade etmeye çalışan güçlerin çaba ve destekleriyle yıkıcı ve yıpratıcı bir hal almıştır.
Asırlarca süren bu anlayış ve entrikalara kesintisiz bu yüzyılda da devam edilmek istenmektedir.
Türk egemenliğini Anadolu ve Trakya toprakları ile Mavi Vatanı’ndan koparma amacını güden bu zihniyetin, geçmişten gelen alışkanlıklarıyla “Haçlılık Psikolojisini” içlerinden atamamış olmaları gerçeği şüphe götürmezdir.
Ne zaman ki; devlet idaresinde siyasi, idari ve ekonomik sorunlar artış eğilimi göstermiş, pek arzu edilmese de ya güçsüzlükten ya da irade yoksunluğundan alabildiğine imtiyazlar verilmiştir.
1950’li yıllardan itibaren bazı ülkelerin hadlerini aşacak şekilde yürürlükte olan antlaşmaların dışına çıkarak, ülkemizi her platformda yıpratma ve dışlama çabaları anlaşılır ve kabul edilir değildir.
Hakkımızda karar verme gibi şartlanma içine girmiş olan bu ülkeler; Ermeni, Yunan, Rum, PKK/YPG gibi bölücü ve FETÖ gibi çağ dışı gerici örgütlerin yaygara ve eylemleriyle, ülkemizi töhmet altına sokmak için sürekli işbirliği ve saldırı halindedirler.
Son derece pervasız, peşin ve kesin hükümlerle aleyhimize tavır alan bu ittifaklar, yürüttükleri kulis çalışmalarıyla da psikolojik ortamın hazırlanmasına büyük katkı sağlamaktadırlar.
Günümüzde Türk güvenliği, Türk ekonomisi ile Türk hak ve menfaatleri tehdit altındadır.
Amaçlanansa; Türkiye’yi yalnızlığa sürüklemek, üzerinde baskı kurarak onu uluslararası sahada kötürüm hale getirmektir.
Geçmişten gelen alışkanlıkları sürdürme çabasında olan bu ülkeler emrivakilerle hedeflerine ulaşabilecekleri yanılgısı içerisindedirler.
Türkiye Cumhuriyeti ve insanını karalamayı hedef alan kampanyaların ardında yatan gerçekleri dünya artık çok iyi anlamalı, siyasi düşüncelerle hareket etmeyi bir kenara bırakmalıdır.
Soğuk Savaş süresince Kuzey Atlantik İttifakı NATO’da kritik görevler üstlenmiş Türkiye ile günümüz Türkiye’si arasında durum değerlendirme farklılıkları her geçen gün artmaktadır.
Bloklaşmanın çözüldüğü yeni dünya düzeninde varlığını sürdürmesi gerekli kılınsa da NATO’nun, artık bir amaç değil araç haline geldiğini medyada gündemden düşen Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında süren savaş da göstermektedir.
Avrupa, Asya ve Afrika’nın düğüm noktasında yer alan Türkiye kendi güvenlik politikasını dengeli biçimde yürütmek, çoklu politik açılımlara yönelmek, coğrafyasını askeri, siyasal ve ekonomik açıdan derinliğine kullanmak zorundadır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi teminatı altında olan Türk Boğazları da, Türk dış politikasının daima mihveri olacak değerdedir.
Güney sınırları ötesinde ve Ege Denizi ile Doğu Akdeniz’de oluşturulan ittifaklar ile zorlanmaya çalışılan ülkemizin, karmaşık bir sorun haline getirilmeye çalışılan güvenliği ile hak ve menfaatlerinin siyaseten olumlu sonuçlara ulaşmasını beklemek hayalcilikten başka bir şey değildir.
Hal böyle olunca; sürekli kontrol altında tutulmaya ve komşuları karşısında zayıflatılmaya çalışılan Türkiye askeri ve ekonomik içeren yaptırımlara ve baskılara boyun eğmeye razı edilmek istenmektedir.
Bu koşullar altında ülkemizin çıkış yolları araması ve güvenliğini yeni bir savunma boyutuna taşıması kaçınılmazdır.
Görünürde dost ve müttefik ülkeler dahil uluslararası kuruluşların da sürekli tacizkar ve tehditkar davranışlarına maruz kalan ülkemizin yapması gereken; genel durumu doğru analiz etmek, dinamik ve güçlü bir iç yapı oluşturmak ve kararlı adımlar atmaktır.
Son sözse; “Ödünlerle bir yere varılamayacağını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenlerin de anlaması gerekmektedir…”
İsmet Hergünşen