Deniz tarihimizde donanmamızı devlet gücü ile zayıflatmanın ilk çarpıcı örneği, II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) yaşanmıştır. Sultan, 93 Türk-Rus Harbi sonrasında donanmayı Haliç’te hareketsiz bırakmıştır. Bu gelişme nedeniyle sadece donanmanın kuvvet yapısı değil, kurumsal kültürü ve tecrübe birikimi de kaybedilmiştir. Böylece, II. Abdülhamit dönemi sonunda Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız ama hepsinden önemli paramparça kurumsal bir bahriye kültürü ile girdi. Halbuki amcası Sultan Abdülaziz 1861-1876 arasındaki döneminde donanmaya büyük önem vermiş ve tersanelerin gelişmesine öncülük etmişti. Deniz tarihçisi merhum Amiral Büyüktuğrul, Abdülaziz Donanması’nın Ege’deki güç dengesine etkisi ve Yunanistan’ın Osmanlı Donanması’nın durumuna göre politika belirlemesini şu sözleri ile ifade ediyordu. (Afif Büyüktuğrul, “Atatürk ve Deniz Politikamız”, 27 Eylül 1970, Yeni Gazete.)
“Yunanistan, büyük Osmanlı Donanması’ndan korktuğu için, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusya’ya müttefik olmaktan çekinmişti; büyük tarihçi Weber’e göre Venizelos, henüz Girit Beyi iken, Osmanlı Donanması’ndan çekindiği için, OsmanlıDevleti’ne bağlı, bir Girit devletini, Yunanistan’a bağlanmaya tercih etmişti. Buna karşılık tarihçi Teofanidis de 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda yenilen Yunanistan’ın, İstanbul’da yaşayan kendi taraflısı Rumlara, ‘donanmamız üstün oldukça, er geç İstanbul’a geleceğiz’ dediğini yazacaktı. Bu örnekler bize gösteriyordu ki, Yunanistan, donanması kuvvetli olan bir Türkiye’ye daima dost kalacak; donanması olmayan bir Türkiye’ye de düşman olacaktı.”
Sanayi Devrimlerinin yaşandığı bir dönemde donanmayı Haliç’e hapsetmek, hareketsiz bırakmak kaçınılmaz olarak denizdeki çıkarları kökten kaybetmek ve vatan savunmasını denizden değil kıyılarımızdan ve sınırlarımızdan itibaren başlatmak demekti.
Donanmasız İmparatorluk. II. Abdülhamit donanmayı tasfiye etmeyi kişisel kaygılar ve stratejik tercihleri nedeniyle devlet politikasına dönüştürdü. Tarihçiler bu tercihi değişik nedenlere bağlamaktadır. İlki amcası Abdülaziz gibi kendisinin de donanma desteği ile tahtından indirileceği korkusu; İkincisi 93 Harbinde Yeşilköy’e kadar gelen ve İngiliz Akdeniz Donanmasının İstanbul’a gelmesiyle durdurulan Rusya’ya taviz vermek; üçüncüsü iflas eden ve Düyun-u Umumiye kontrolüne giren Osmanlı ekonomisine donanmanın oluşturduğu yükü kaldırmak; Dördüncüsü başta İngilizler olmak üzere Akdeniz’de batılı donanmalarla silahlanma yarışına girmemek ve Navarin veya Sinop benzeri bir baskını önlemek. Neticede bahriye için karanlık sayılan bu dönemde değil tatbikat yapmak, savaş durumunda dahi Donanma görevini yapamamıştır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında Donanmanın Ege’ye çıkması emredilmişse de donanma gemileri Haliç’ten Çanakkale’ye zor gidebilmişlerdi. Bu dönemin sonlarına doğru yeni gemi alımı ancak Ermeni olayları sonucunda tazminat baskısına maruz kalan sultanın, tazminat ödemek yerine ABD ve İngiltere’de inşa edilen yeni savaş gemilerini almak zorunda bırakılması ile gerçekleşebildi. Sultanın kendi iradesi ile satın aldığı sadece iki gemi vardır. Onlar da iki denizaltıdır. İsveç –İngiliz yapımı Nordenfelt denizaltıları Yunanistan satın aldığı için alınmıştır. 1886 yılında Taşkızak Tersanesinde monte edilen ve 1888 yılında başarılı torpido atışı yaparak kendini ispat eden bu denizaltılar, Sultan tarafından bir daha kullanılmamak üzere önce İzmit’e sonra tekrar Haliç’e hapsedilmiş ve çürümüştür.
İdeolojik Saplantılar ve Gerçekler. Abdülhamit’e ideolojik bir bağ ile tutkun olanlar onun donanmayı Haliç’e bağlayıp çürümeye terk etmiş olmakla suçlanmasına karşı çıkarak aslında 19. Yüzyılın güçlü donanmalarına karşı koyabilmek için denizaltılardan faydalanmayı düşünmüş ilk hükümdar olduğunu ileri sürerler. Ancak bu kişiler başarılı iki denizaltının hiçbir neden gösterilmeden Sultan’ın iradesi ile çürümeye terk edilmesi ve esas alım nedeni olan Türk Yunan harbinde hiç kullanılmamış olmasından hiç bahsetmezler.
33 yıl süren bu trajik dönemde 1878 yılında Kıbrıs, Teselya, Romanya, Karadağ ve Doğu Rumeli, 1881 yılında Tunus, 1882 yılında Mısır, 1897 yılında Girit, 1908 yılında Bulgaristan ve Bosna Hersek tamamen kaybedildi. Ardından yaşanan 1911 Libya ve 1912-13 Balkan Savaşları sonunda da Libya ve Yunanistan’ın tamamı ile Ege adaları donanmasızlık nedeniyle kaybedildi. Birinci Dünya Savaşında itilaf devletlerinin ortak donanması ve kara gücü Gelibolu yarımadasına Ege’de hiçbir engelle karşılaşmadan geldi ve asker çıkardı. Sevr Anlaşmasının Osmanlı Hükümeti tarafından imzalanmasından birkaç ay önce İngiliz Başbakanı Lloyd George Sevr’in maddelerinin Parlamento’daki tartışması sırasında Osmanlı Deniz Kuvvetleri için şu konuşmayı yapar: (GastonGaillard, Turks and Europe)
‘’Çanakkale Boğazı’nın tüm müstahkem mevkileri yerle bir edilmelidir. Bu suların erişebileceği alanlarda askeri birlik bulunduramasınlar. Bu stratejik bölgeleri müttefikler kendileri korumalıdı. Bana söylendiğine göre donanmanın da yardımıyla gerekirse biz hem Çanakkale hem de İstanbul Boğazını küçük bir kuvvetle koruyabiliriz. Türkiye’nin bir donanmaya sahip olmasına izin verilmeyecektir. Türkler bir donanmadan ne bekleyebilirler ki? Bugüne kadar sahip olduklarında bile en küçük bir kullanma becerisi göstermediler. Hiçbir zaman yönetemediler.’’
Hatıratlarda II. Abdülhamit ve Donanma 2010 yılında yayımlanan “Abdülhamit Donanmasında Bir Bahriyeli, Donanma Zabiti Emin Yüce’nin Hatıraları” dır. Merhum Emin Yüce’nin torunu tarafından yayınlanan kitabın detaylarına girmeyeceğim. Ancak, II. Abdülhamit dönemini bahriye için güllük gülistanlık bir dönem olarak aktarmaya çalışanların mutlaka okumaları gereken bir kitaptır. İdealist bir deniz subayının nesnel gözlemleri ve kalbinden geçenleri sade bir dil ile aktardığı bu kitaptan kısa alıntılar yapalım. Yüce, 1881-1903 arasında 22 sene aynı görevde kalan ve II Abdülhamit’in buyrukları ile donanmayı küçülten ve Ertuğrul Firkateyninin Japon sularında batarak 537 bahriyelinin şehit düşmesine neden olan dönemin Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa için bakın neler söylüyor:“…Hakikatte Abdülaziz devrindeki muazzam donanmayı imha ile Haliç’teki şamandıralara kıymeti kalmayan yaldızlı gemileri bend ederek halkı iğfale çalışırdı…Hasan Paşanın en büyük fenalığı onun servet hırsı ve bu uğurda subay ve eratın hakları üzerinde suiistimal icra ederek, tersanede inşaat ve tamirata sarf edilen meblağ üzerinden şahsi çıkar temin etmek idi… Diğer bir deyişle Bahriye bir çiftlik ve biz de onun demirbaş hayvanı idik… Osmanlı tarihinde pek büyük nüfuz ve iktidara fevkalade ihtişam ve saltanata sahip değişik bakanlara tesadüf edilirse de makamını Hasan Paşa kadar uzun süre işgal eden görülmez…Bu yüzden, hem kendisi büyük servet sahibi ve hem arzu ettiği adamlar zengin olmuşlardı. Kendine yakın birkaç tüccardan başka, hiç kimsenin müteahhit olmasına imkan yoktu…Hasan Paşa Abdülhamit’in arzusuna bağlı olarak donanmayı yok etmiş, Bahriyenin kıymetini hiçe indirmiştir.” (Sayfa 99-102):
Söz konusu dönemde Bahriyede rütbe ve makamların nasıl dağıtıldığını da şöyle anlatıyor:
“Mutlakiyet döneminin sonunda Bahriyede 60 Amiral ile 6000 subay ve gedikli (astsubay) vardı. Bahriye ve donanmanın hali hazır durumu ile hemen hiç amirale ihtiyaç yokken bu altmış amiralin her birine bir iş bulunmuştu. Koramirallerin çoğu Padişah yaveri idi. Bazı paşaların öyle mevkileri vardı ki rütbeleri ile uyum söz konusu değildi. Mesela itfaiye taburu kumandanı, meşhur Deli Mehmet Paşa, binbaşılığında oturduğu bu makamı koramiralliğinde de koruyordu. Koramiral Şükrü Paşa küçücük İstanbul vapuru süvariliği, Tümamiral Abdi ve Behçet Paşalar Teşrifiye istimbotu süvariliği ve ikinciliği hep bu garip tayinlerdendi. Tersanenin meşhur filikacı başı 80 yaşındaki Tuğamiral Süleyman Paşası vardı ki okuma ve yazması yoktu… “(Sayfa 129)
İngiliz yazar JoanHaslip de ‘’Bilinmeyen Yönleri ile Abdülhamit’’ adlı eserinde (1964 Toker Matbaası) Sultanın Bahriye Nazırı hakkındaki görüşlerini şöyle aktarıyor:‘’Padişah ahlaksızlıklarıyla alay edebilmek için nazırlarının yolsuzluk yapmasını beklerdi. Mesela, ihtiyar Bahriye Nazırının (Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa) hırsızlıklarından sık sık bahsederdi. Fakat buna rağmen ihtiyar Nazır, Padişaha karşı yapılacak bir isyanda vazife almaması için Türk donanmasının hareketten mahrum bir halde Haliçte tuttuğundan konumunu muhafaza ediyordu. Bir gün Abdülhamit’e meşhur bir saray hokkabazının metal çatalları yuttuğu hakkındaki hünerleri anlatılmıştı. Padişah hemen cevap vererek bunda o kadar büyük bir hüner görmediğini çünkü Bahriye Nazırının hiç bir rahatsızlık hissetmeden muazzam harp gemilerini yuttuğunu söylemişti.‘’
Kim Gerçek Sorumlu? Donanmayı bu acıklı duruma düşürmek, donanmasızlığı devlet politikası haline getiren Sultanın sorumluluğunda idi. Ancak bu duruma ses çıkarmayan, Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa ve dönemin son on yılındaki Donanma Komutanı Hasan Rami Paşa’nın hiç mi sorumluluğu yoktu? Her ikisi de donanmanın güçsüz ve hareketsiz bırakılmasına ortak olmuş ve yolsuzluklara bulaşmıştır. Kısacası, fırsatçı bir duruş sergileyerek Bahriyeye ihanet etmişlerdir.
Örnek Duruşlu bir Amiral. Diğer taraftan aynı dönemde ünlü Amiral Çengeloğlu Tahir Paşa’nın yanında yetişmiş, Abdülaziz döneminde Bahriye Nazırlığı yapmış olan Ahmet Vesim Paşa örneği de deniz tarihimizde şerefli yerini almıştır. Ahmet Vesim Paşa, II. Abdülhamit döneminde 18 Nisan 1878’de Padişah Yaverliği de verilerek Bahriye Nazırlığına atandı. Padişah II. Abdülhamit’in Donanma ödeneklerini kesmesi ve gemileri silahtan arındırarak Haliç’e hapsetmesinden büyük üzüntü duyup, Padişaha “Ben Donanmayı yaşatmakla görevliyim, bozmak elimden gelmez” demesi 14 Şubat 1879 da görevden alınmasına neden oldu. Diğer iki Amiral bu onurlu duruşu neden sergileyemedi? II. Abdülhamit döneminde Osmanlı Donanmasının ölüme terke edildiği, tüm tarihi belgelerde yer alan yadsınamaz bir gerçektir. Osmanlının sonunu getirecek bu acı sürece karşı çıkmayan hatta mevki, makam hırsı ve ikbal beklentisi ile bu olumsuz gelişmeleri destekleyen yöneticiler de en az onun kadar suçludurlar. Tarih asla çarpıtılamaz. Daha önemlisi tarih asla unutmaz.
(17 Temmuz 2021 tarihinde sınıf arkadaşım ve meslektaşım Emekli Deniz Kurmay Albay Şener Kır’ı kaybettik. Gerek deniz gerekse karargâh görevlerinde Deniz Kuvvetlerine ve Mavi Vatana emsalsiz katkıları olan merhum Şener Kır’a rahmet, ailesi ile sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum.)
CEM GÜRDENİZ