Kısa bir zaman dilimi içerisinde cereyan eden gelişmeleri irdeleyince; “Yunanistan ne istiyor? Türkiye ne yapıyor? sorusu insanın aklına düşmüyor değil.
Bir tarafta egemenlik hakkımıza açık saldırılarda bulunan ve uluslararası hukukun ihlalinde ısrarcı bir Yunanistan, diğer tarafta meşru müdafaa hakkını saklı tutan bir Türkiye…
Türkiye’nin güvenlik endişeleriyle sınır ötesine yapacağı harekatları sekteye uğratmak için ABD’nin adeta üssü haline gelen Yunanistan, denizlerde tekrar pusu atmış vaziyettedir.
Günümüzde yaşanan sorunların temelinde; Yunanistan’ın,
- Ege’nin özellikli bir deniz olduğu ve Türkiye’nin Ege’nin tüm doğu sahilini oluşturduğu gerçeğini görmezlikten gelerek aşındırma siyaseti ile statükoyu değiştirmek istemesi
- 16 Kasım 1994 tarihinde, onaylama sürecinin başlatılmasından 12 yıl sonra yürürlüğe giren 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi (DHS)’ni uygulama çabasıdır.
Halen altı deniz mili olan karasuyunu artıracağı her miktar da, Türk gemileri Yunan karasularından seyretmek durumunda kalacaktır.
Bu arada Türkiye’nin imzasının bulunmadığı DHS’ni, ABD’nin imzalamadığı gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz.
Ayrıca; yürürlükteki antlaşmaların aksine askersizleştirilmesi gereken adaların ülkemiz tarafına silahlar konuşlandırmakta, adaları işgale yeltenmekte ve dünyada eşi benzeri olmayan bir şekilde on deniz millik hava sahası ilan etmektedir.
Lozan Barış Antlaşması düşmanlıkları sona erdirmiş gibi gözükse de, On iki Ada’nın 1947 yılında Paris Antlaşması ile İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesi, günümüz sorunlarına o günden eklenen bir başka halkadır.
ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) üyesi bazı ülkeler, uluslararası gelenekleri çiğneyen ve hukuk tanımaz davranışlarıyla Yunanistan’ı tehlikeli bir mecraya sürüklemektedirler.
Kaldı ki; Kardak Krizi’nin hızı ve yoğunluğu Ege’deki potansiyel parlama noktalarının sonsuzluğunu göstermesi açısından da, her daim dikkate alınmalıdır.
Bu meyanda; ABD’nin S 400’leri bahane ederek, F 35’leri vermeme ve F 16’lara karar ver(e)meme nedenleri apaçık ortadır.
ABD yine baş rolde olmak üzere müttefik ülkelerin savunma sanayimize uyguladıkları yaptırımlar ve örtülü ambargolar da buz dağının görünmeyen haddı zatında artık dile bile getirilmeyen başka yüzüdür.
ABD’nin kendi çıkarları hayati olsa da Kuzey Atlantik İttifakı NATO’nun güney kanadının sağlıklı kalabilmesi ve küresel istikrar herşeyin üstünde tutulması gerekir.
NATO da, Türk Yunan anlaşmazlığının çözümünü ABD’ye bırakmayacak şekilde kilit taşı olmaya ve işbirliği ile öncü konumunu muhafaza etmelidir.
Sorunlar karmaşık ve kolayca çözüm bulunabilecek nitelikten uzak olmasına rağmen, yürürlükteki antlaşmalar çizgisine gelinebilecek durum her iki ülke beka ve refahına önemli kazanımlar sağlayacaktır.
Gerçek olansa, her iki ülkenin güçlerini ortaya koymasıyla girişecekleri macera fayda sağlamayacağı gibi büyük yıkım getireceğini Ukrayna Savaşı’nda yaşananların göstermiş olması gerekir.
Aptalca kararlara mahkum edilen insanoğlu, tahrip edilen şehirler, yerlerinden yurtlarından edinen milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlı, savaş sanayine kurban edilen paralar, kan ve ölüm, savaşın getirdiği içler acısı durum.
Kavramsal olarak, her iki ülkede olası bir savaşta uzun vadede kazanacaklarından çok daha fazlasını kaybedecektir.
Labirent benzeri anlaşmazlıklar ve sorunlar dizini her zaman için karmaşık ve çözümü uzun solukludur ama halklar da ne istediklerini yöneticilerine anlatmak zorundadırlar.
Bölgedeki barış ikliminin muhafazası sadece Türk makamlarının sorumluluğunda değildir.
Aynı zamanda işbirliği anlayışı içerisinde hareket etme zorunluluğunda olan Yunan makamlarının da iyi komşuluk temelinde ilişkiler kurmayı hedef alan tutum ve açıklamalar serisine girmesi en doğru hal tarzıdır.
Son Sözse; “Yunanistan iradesini üçüncü ülkelere ve kuruluşlara bırakmayacak şekilde açık, mert ve korkusuz olmalı, oyuna gelmeme iradesi ve cesaretini gösterebilmelidir…”
İsmet Hergünşen