Bugün günlerden Şanlı Yavuz. Bundan tam yarım asır önce 7 Haziran 1973 Perşembe günü Gölcük Deniz Üssünde yapılan büyük bir törenle TCG Yavuz muharebe kruvazörümüz Donanma’dan ayrıldı ve son yolculuğuna uğurlandı. Seyfettin Çağdaş, bu sahneyi Derya dergisinde “Yavuz’un Donanmadan ayrılışı sırasında sirenlerini en yüksek perdeden öttüren gemilerde sanki hıçkırarak ağlıyor gibiydiler. Meğer gemilerde ağlarmış…” şeklinde tanımlıyordu. Yavuz’un ayrılış öyküsü birçok gazetenin başlıklarında da Türk Milleti’nin yüreğinde, hafızasındaki şanına yakışır şekilde yer aldı.
Güle güle Yavuz! Seni uğurlarken….
Ayrılış törenine, yurt dışında olması nedeniyle katılamayan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan gönderdiği veda mesajı bir müjde içeriyordu; “Güle güle Yavuz! Seni uğurlarken duyduğumuz teessürün tek tesellisi senin ismine layık bir gemiye en kısa zamanda sahip olma ümididir.” Ancak, bu mesajın ardından kamuoyuna yansıyan bir kruvazör alımı söz konusu olmadı. Oysa perde arkasında Oramiral Kayacan yeni bir Yavuz almak için önemli gayret sarfetmişti.
Kıbrıs Barış Harekatı’nın ilk safhasında Kocatepe muhribinin dost ateşiyle kaybının ardından dönemin en yüksek tirajlı iki gazetesi, deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmeyi hedefleyen kampanyalar başlattı. Bu girişimler, Türk Donanma ve Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıflarına bağış yapılmasını hedefliyordu. Milliyet gazetesinin “Ordu-Millet Elele” sloganı ulusal birlik ve dayanışma temasına dayanırken, Hürriyet gazetesinin “Yeni bir Yavuz İstiyoruz” sloganı Türk deniz gücünün simgesi olan ‘Yavuz’un yerine en az onun kadar görkemli bir savaş gemisinin alınması mesajını taşıyordu. Oramiral Kayacan’ın mesajını verdiği yeni Yavuz bu gemi olabilir miydi?
“Yeni bir Yavuz istiyoruz… Yepyeni bir Yavuz istiyoruz… Türk halkı yarım asırdır gönlünden çıkartamadığı, şarkılarını dudaklarından düşüremediği, resimlerini hala evlerinin, kahvelerinin duvarlarından indiremediği kahraman Yavuz’a duyduğu özlemi tekrarlıyor… Niçin lider savaş gemimiz, niçin lider sancak gemimiz yok? …Niçin yıllarca önce hurdaya ayrılan ve millet için birliğin, beraberliğin, kuvvetin sembolü YENİ bir Yavuz’umuz olmasın?”
Başlatılan bu kampanyalar, Osmanlı Donanma Cemiyeti’nin “Donanma Hayattır” ile Türk Donanma Cemiyeti’nin “Başkasının Vermediğini Millet Yapar” girişimleriyle benzer temalar içeriyordu.
Donanmalarda Büyük Muharebe Gemileri Olmalı mı?
Geçen yüzyılın başında, büyük savaş gemileri, “dretnot” özelinde sürat, duruş ve vuruş gücünü bünyesinde barındıran ulusal güç ve onurun sembolleri olarak sivrildi. Neredeyse tüm ülkeler gerçek harekât ihtiyaçlarının ne olduğuna bakmaksızın bu görkemli platformlara sahip olmak için yanıp tutuştu. Devasa muharebe gemileri, ulusal kimliğin teknolojik ve sınai gelişmişlik unsurları üzerinden ulusal güç ve itibar ile ilişkilendirmesini sağlarken bahriyenin kurumsal kimliğini pekiştirip yükseltiyordu. Cumhuriyet donanması da bu eğilime uyarak Türk milletinin nezdinde tarihsel olarak güç ve itibar simgesi olan “Şanlı Yavuz” üzerinden kurumsal kimliğini inşa ederken, ulusal kimlikle bağını da yine bu gemi üzerinden kurdu ve sürdürmeye çabaladı. Öte yandan Türk Deniz Kuvvetleri’nin kurumsal hiyerarşideki yeri de büyük ölçüde Yavuz’a bağlanmış oluyordu. Özellikle hava gücünün giderek artan önemi ve popülaritesinin yanı sıra 1947’de ayrı bir kuvvet statüsüne kavuşması, Hava Kuvvetleri’ni Deniz Kuvvetleri’ne karşı dişli bir rakip haline getirdi. Yavuz ya da Yavuz dengi bir savaş gemisinin varlığı bu rekabette Deniz Kuvvetleri’nin geri düşmemesinin anahtarıydı.
Günümüzde de güçlü bir deniz kuvveti, bir devletin itibarını, güvenliğini ve etki alanını artırmaya devam etmektedir. Deniz kuvvetlerinin, devletlerin dış siyaset hedeflerinin elde edilmesinde, iş birliği veya rekabetçi, bazen de karma anlayışta kullanılması yani “donanma diplomasisi” hatta buna sınırlı kuvvet kullanımı veya kullanım tehdidi ekleyerek “gambot diplomasisi” uygulamalarına her boyut ve fırsatta ülkeler tarafından başvurulmaktadır. Günümüzde bir donanmanın darbe gücünün etkinliğinde uçak gemileri ile nükleer ve klasik denizaltılar öne çıkmaktaysa da büyük savaş gemileri artan ateş güçleriyle ülkelerin “büyük güç sıfatı” kazanmada maziye dayanan sembolik yerini, kudretli görünüş ve heybetli duruşları ile sürdürmektedir.
Devlet başkanı seviyesinde ziyaretlere, güçlü deniz filolarının refakat etmesi, resmi kabullerin ve resepsiyonların “vatan toprağıyla eşdeğer savaş gemisi güvertelerinde yapılması” etkileyici “donanma diplomasisi” örneklerindendir. Büyük devletler deniz kuvvetleri geliştirmede harekât ihtiyaçlarına dayanmasa da bu tip görkemli yüzen kaleleri donanmalarında tutma eğilimi taşımaktadır. Yakın tarihli bir örnek olarak, 1980’li yıllarda ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “600 gemilik donanma” politikası kapsamında, Sovyet donanmasının gösterişli Kirov sınıfı muharebe kruvazörlerine mukabil Iowa sınıfı muharebe gemileri seyir füzeleri ile donatılarak yeniden hizmete alınması gösterilebilir. Bu gemiler Birinci Körfez Savaşında kara harekatının ateş desteğinde etkin olarak kullanıldı. Günümüzde Çin’in inşa ettiği TİP 55 Renhai sınıfı güdümlü mermili muhriplerin, Amerikan Arleigh Burke ve Rus Sovremenny sınıfı muhriplerden daha büyük tonajlı tasarımı, kudret ve itibar rekabetinin bir göstergesi kabul edilmektedir. Kısacası, geçmişte olduğu günümüzde de heybetli savaş gemileri donanma ve gambot diplomasisindeki simgesel yerini korumaktadır.
Soğuk Savaş sonrasında küçük ve orta ölçekli ülke donanmaları, müstakil veya çok uluslu koalisyonlar içinde harekât icra edebilecek güç aktarım yeteneğine sahip olmayı hedeflemektedir. Bu “moda” izomorfik eğilimde, sabit/döner kanatlı hava vasıtalarının konuşlandığı çok maksatlı amfibi hücum gemileri (LHD/LHA/LPD) ile yüksek güdümlü mermi kapasitesine sahip destroyerler/fırkateynler (DDG/FFG) dünya bahriye kültürünün ortak paydaları olarak öne çıkmaktadır. Soğuk savaşın sonunda sadece beş ülke bu tarz platformlara sahipken günümüzde bu sayı yirmiye yakındır. Bu bağlamda, Türk Deniz Kuvvetlerinin soğuk savaş sonrası açık denizlere yönelim stratejisi de diğer ülke bahriyeleri ile benzerlikler taşımakta; yakında hizmete giren Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi TCG Anadolu ve tasarım çalışmaları devam eden TF-2000 hava savunma harbi muhribi (DDG) tam da yukarıda anılan güç aktarım yeteneklerine sahip bir platform olarak bu izomorfik eğilime uyum arayışını temsil etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin Dretnot Düşleri
19. yüzyılın ortalarından itibaren yelkenliden buhar takatli gemilere geçişte, donanma rekabeti her iki teknolojinin birlikte kullanıldığı demir zırhlı ve sonrasında çelik tekneli muharebe gemilerine sahip olmada yoğunlaştı. Ancak sanayi devrimleriyle beraber teknolojik gelişmelerin savaş gemisi tasarım ve yapımına yansıtılması, diğer bir deyişle “zırhlıdan dretnota harp gemilerinin evrimi”, 20’nci yüzyılın şafağında deniz gücü rekabetinde yeni bir çığır açtı. Bu teknolojik sıçrama, İngiltere-Almanya arasındaki deniz silahlanma yarışına yeni bir boyut kazandırdı. Tüm dünyada devletler, duruş ve vuruş gücü yüksek, görkemli dretnota sahip olmak için büyük mali külfetler altına girdi.
Osmanlı Devleti de toplumsal, siyasal, ekonomik ve askeri dinamiklerin etkisiyle kendini bu silahlanma yarışının içinde buldu. 19’uncu yüzyılın başlarında donanma yokluğu nedeniyle deniz aşırı toprakların ve Ege adalarının, özellikle de Girit’in, kaybı, Osmanlı toplumsal hafızasına kazınan bir travma oldu. Rusya ile Karadeniz’de yaşanan güç mücadelesi silahlanma için bir başka sebepti. Tüm bunlar, Osmanlı Donanmasını teknolojik atılımdan yararlanarak geliştirmek için hem iktidar sahipleri hem de toplum nezdinde kabul gören bir gerekçe yarattı. Osmanlı toplumunun bir amaç uğruna topyekûn seferberliğinin örneği olan Donanma Cemiyeti, mağlubiyetlerin altında ezilen bir milletin yeniden diriliş isteğinin tezahürü olarak 1909’da kuruldu. Cemiyetin bağış kampanyası Reşadiye ve Sultan Osman dretnotlarının inşa edildiği yıllarda zirve yaparak, “Donanma Hayattır” sloganı ile toplumun, devletin bekası için deniz gücüne verdiği önem ve anlamı gösterdi.
Osmanlı donanmasının yenilenmesi, Almanya’dan alınan dört muhrip ve İngiltere’ye verilen iki dretnot siparişi ile somutlaşmaya başladı. Ancak, savaş öncesi tırmanma sürecinde, deniz güç dengesinde önem atfedilen sayısal dretnot üstünlüğünün pekiştirilmesi amacı, İngilizlerin Reşadiye ve Sultan Osman gemilerine 31 Temmuz 1914’te el koyması sonucunu doğurdu. Bu gemilerin ‘dostça olmayan bir hareketle’ hukuk dışı olarak verilmemesi kamuoyunda büyük infialle karşılandı. Kabusa dönen Osmanlı’nın dretnot düşleri, Akdeniz’de İngiliz filosunun takibinden kaçarak İstanbul’a gelen Alman gemileri Goeben ve Breslau’nun 11 Ağustos 1914’te Osmanlı sancağını çekmesi ile gerçekleşti. Goeben, el konulan dretnotların yarattığı boşluğu en azından toplumun gönlünde Yavuz doldurdu. Goeben, Almanlar tarafından deniz silahlanma yarışında ilk inşa edilen muharebe kruvazörüydü. Tasarımında sürat ve duruş gücüne önem verilen bu gemi, yüksek sürati sayesinde vuruş gücü yüksek sahip İngiliz Akdeniz Filosundan sakınarak Çanakkale Boğazı’ndan geçmiş, cephane niteliği sayesinde Rus Karadeniz filosuna üstünlük sağlamıştı.
“Tarih yapan ve tarih açan bir gemi” olarak nitelenen Yavuz, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Harbine girmesinde önemli bir rol oynadı. Savaş sırasında Yavuz ve Midilli ile takviyeli Osmanlı Donanması Çanakkale’ye icra edilen amfibi hücum ile eşzamanlı olarak İstanbul Boğazı’na yapılabilecek bir Rus çıkarmasını önledi. Savaşın son yılında Ege Denizi’nde icra edilen bir harekatta mayına çarpan Yavuz ağır yara alarak hareketten sakıt kaldı. Midilli ise battı.
Cumhuriyet Donanması “Kruvazör” Peşinde
Cumhuriyet ilan edildiğinde Türk bahriyesi ana muharip unsur olarak yaralı Yavuz muharebe kruvazörü ve eski nesil Turgutreis zırhlı muharebe gemisi ile Hamidiye ve Mecidiye kruvazörlerini miras aldı. Kuruluş yıllarındaki bahriye siyaset programlarında Balkan ülkelerine, özellikle de Yunanistan’a karşı nispi güç üstünlüğü sağlayacak bir harp filosu kurulması hedeflendi. Denizcilerin bu hedefinin arkasında, Trablusgarp ve Balkan Harpleri ile Birinci Dünya Savaşında denizde yaşanan kayıpların yarattığı travma vardı.
Atatürk, 21 Eylül 1925’te Yavuz zırhlısına yaptığı ziyarette, Donanma Komutanlığı görevini de yürüten gemi komutanı Eğrikapılı Yarbay Necati’ye “…Bu gemiyi Türk Milletinin ihtiyacı olan sağlam ve kudretli bir zırhlı şekline sokacağız. Bu kudret silah bakımından sizlere, dış politika bakımından da bizlere büyük hizmetler görecek, gurur sağlayacak.” diyerek Yavuz zırhlısı ile güçlenecek donanmanın dış politikada ne kadar etkili olacağının işaretini vermişti.
Gölcük tersanesi ve üssünün temellerinin atılmasına vesile olan onarımı 11 Ağustos 1930’da tamamlanan Yavuz, sancak gemisi olarak Cumhuriyet Donanmasının itici gücü oldu. Donanma’nın açık denizlere yönelimi kapsamında, 20 Kasım 1936 günü Yavuz muharebe kruvazörü, Kocatepe ve Zafer muhripleri, I. İnönü, II. İnönü ve Sakarya denizaltıları ile Erkin yatak gemisinden müteşekkil Türk filosu, Donanma Komutanı Tümamiral Şükür Okan’ı hamilen Malta ve Pire limanlarına ziyarette bulunarak Montrö Sözleşmesinin hemen sonrasında uluslararası arenada boy gösterdi. Yavuz o dönem için dahi Türkiye’yi kendi sıkletindeki diğer ülkelerden ayıran bir güç unsuruydu. Ruslar, Yavuz onarılınca Karadeniz filolarını bir muharebe gemisi ve kruvazör ile takviye etmek zorunda kalmıştı. Ancak özellikle teknolojik olarak giderek yeni rakiplerinin gerisinde kalıyordu. Kömürlü kazanları ve uçaksavar savunmasının zayıflığı modern deniz harp ortamında hayatta kalmasını giderek zora sokuyordu.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldı. Savaş sonunda büyük maddi yıkım ve insan kayıplarına uğramamış az sayıda ülkeden birisiydi. Ancak tarafsızlığın bedeli uluslararası yalnızlıktı. Savaşın galiplerden SSCB’nin toprak ve üs taleplerine bir süre tek başına direnmek zorunda kaldı. Uluslararası yalıtılmışlığını kıran, Amerika’nın gambot diplomasisi uygulamasıyla USS Missouri’’yi İstanbul’a göndermesi oldu. Ülkenin kaderinde bir kez daha büyük bir savaş gemisi öne çıkmıştı. Takiben 12 Mart 1947’de Başkan Truman’ın ilan ettiği doktrin çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’ye Amerikan askeri yardımı başladı.
1950’li yıllarda Türk Deniz Kuvvetleri Yunan kruvazörü Elli’’yi dikkate alarak Ege’de donanma dengesinin muhafazası ile Trakya’nın savunmasında kara kuvvetlerinin ateş desteği için ulusal gururun bir parçası olan Yavuz’un hizmete devam etmesini veya yerine iki yeni kruvazör verilmesini öngörmekteydi. Ancak, dönemin Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapılanmasında etkili olan Amerikan Askeri Yardım Kurulu “özellikle gece yapılacak deniz harekâtında teknolojik olarak yetersiz ve savunmasız” olarak nitelenen Yavuz’u, kullanım ömrünü tamamlamış ve muharebe etkinliği zayıf olarak tanımlayarak program kapsamına almadı. Hatta daha etkin personel ve kaynak kullanımı için hizmet dışına ayrılmasında ısrarcı oldu.
Türk Deniz Kuvvetleri, yaşlanan Yavuz’un yerine, Amerika’dan yardım programı kapsamında ısrarla kruvazör istiyordu. Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sadık Altıncan da milli ihtiyaçlar için yeni gemi satın alınması talebini Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ilettiğinde, “…sırası değil…” cevabını aldığı için gayretlerini sahil tesislerinin geliştirilmesine hasletti. Türk donanmasının kruvazör talebini, NATO harekât planlarının halefine ve Amerikan yaklaşımının aksine İngiliz makamları olumlu karşıladı. Modernizasyon ve işletme masrafları Türk tarafına ait olmak şartıyla, ilerde daha yeni bir gemi ile değiştirme seçeneğiyle bir kruvazör vermeyi teklif ettikleri basına yansıdı. 1957 yılında Tümamiral Refet Arnom başkanlığında bir heyet İngiltere’ye bir kruvazör, dört muhrip ve sekiz refakat gemisi almak için gönderildi. Sonuçta kaynak kısıtlamaları nedeniyle sadece kullanılmış dört muhrip alınabildi.
Bu arada donanmanın belkemiği olan Yavuz, maddi yetersizlikler nedeniyle çağın gerektirdiği yenileştirmeye tabi tutulamadı; Gölcük’te şamandıraya bağlandı. 1954 yılından hizmet dışına çıkarıldığı 1957 yılına kadar Poyraz rıhtımında Harp Filosu Karargâhı olarak görev yaptı. 7 Haziran 1973’te düzenlenen uğurlama töreninde dönemin Donanma Komutanı Koramiral Hilmi Fırat’ın “Yavuz, varlığı ile Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin, öncelikle 1930-1938 yılları arasındaki dış siyasetini gerçekleştirme vasıtası olmuştur. Gölcük, kendisini doğuran anasını kaybediyor.” sözleriyle söküm için uğurlandı. Bu vaka, ertesi gün gazete manşetlerine “Yavuz, 62 yaşında emekli oldu” ve “Yavuz Gidiyor Yavuz” başlıklarıyla yansıdı.
Yeni bir Yavuz İstiyoruz
Esasen daha önce Türk Deniz Kuvvetleri’nin Yavuz ya da Yavuz ayarında bir savaş gemisi ihtiyacını Yunan ve Sovyetlerle denizde denge arayışıyla gerekçelendiriliyordu. 1970’lerde Yunan Donanması’nda artık Ellis yoktu. Sovyetlerle boy ölçüşmek olası değildi. Sovyetler, 1970’lerde güçlü bir Akdeniz Filosu kurmuş, Amerikan 6. Filosu’na meydan okur duruma gelmişti. Dolayısıyla büyük savaş gemisi edinme girişimi harekât ihtiyaçlarına dayanmıyordu. Yavuz’suz bahriyenin kamuoyu nezdindeki ve kuvvetler hiyerarşisindeki statüsünü koruma kaygısı ağır basıyordu.
Oramiral Kayacan’ın ayrılış törenindeki örtülü mesajın ardından, Yavuz’un yerine sancak gemisi işlevini de görebilecek bir platform talebi Amerikalı yetkililere 23 Ağustos 1973’te iletildi. Talep edilen Muhrip Lideri sınıfı USS Norfolk, İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen ve 1953’te hizmete giren 5,600 tonluk ilk büyük savaş gemisiydi. Tercihinde, diğer aday kruvazörlerden daha düşük maliyeti yanında, Türk Bahriyesinin envanterinde bulunan muhriplerden daha büyük ve bir görev birliği komutanlık karargahını konuşlandırabilecek donanımda bulunması dikkate alındı. Ancak Amerikan tarafı bu talebi, Norfolk kentinin adını taşıyan tek gemiyi ülke savunmasına katkılarının simgesi olarak muhafaza etme arzusu nedeniyle kabul etmedi.
Dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Türkiye’ye yapılan askeri yardım programlarında ciddi kesintiler yapıldığı bir dönemde kruvazör transferi konusuna Türk hükümeti ile askeri ve güvenlik alanındaki ilişkilere katkı yapacak bir jest olarak bakıyordu. Ayrıca bu sayede Amerika’nın Türk kamuoyu ve hükümeti nezdindeki görünürlüğü artacağı gibi, gemi ödünç verilmeyip satılacaktı. Amerikan Savunma Bakanlığı, bu satışa geçerli harekât ihtiyacına dayanmaması, böyle bir kruvazörün bakım işletme maliyetlerinin yüksekliği ve Kongre’nin olumsuz yaklaşımları nedeniyle sıcak bakmıyordu. Bu itirazlar üzerine Bakan Kissinger kruvazör transferinin Kongre onay sürecinden sorunsuz geçmesi için ‘yakın arkadaşım’ olarak nitelediği Senato Silahlı Kuvvetler ve Mali İşler Komitesi üyesi Senatör Harry Flood Byrd ile konuyu görüşerek desteğini aldı. Türk tarafı geminin isminin Cumhuriyet’in 50’nci yıl kutlamalarında kamuoyuna açıklamak konusunda ısrarcıydı. Nihayetinde aday olarak belirlenen Boston kruvazörünün ismi, 6 Aralık 1973’te Türk tarafına resmi olarak bildirildi. Ancak, Türk tarafı üç sene önce hizmet dışına ayrılmış Boston’un yüksek aktivasyon maliyeti nedeniyle transferine olumlu yaklaşmadı.
Müteakiben, Şubat 1974’te Amerikan Deniz Kuvvetlerince Springfield hafif kruvazörünün sembolik bir fiyatta transferi teklif edildi. Bunun üzerine, dönemin Harekât Başkanı Tümamiral Nejat Serim başkanlığında bir heyet Amerika’ya gemiyi tektik maksadıyla gönderildi. Heyet “geminin transferinin uygun olduğu’” görüşüyle sonuç raporu düzenlendi. Koramiral Nejat Serim kruvazör alımına ilişkin hatıralarını şu şekilde naklediyordu:
“Bir gün Komutan Oramiral Kayacan, beni kamarasına çağırdı. Amerika düşük sembolik bir fiyata kruvazör satıyor, gidip bir bak bakalım, bu bizim işimize gelir mi? Sen, Teknik Başkan Tuğamiral Nezih İşeri ve Genel Sekreter Albay Fuat Uğur ile bir heyet oluştur, gidin bir görün bakalım neyin nesidir?’ dedi. Tabii Komutan benim Yavuz’a olan ilgi ve tutku mu biliyor, ama olayı kendimize mal etmeyelim. Geminin vasıfları belli, ismi ile müsemma güçlü bir kruvazör değil gibi, adı Springfield. Daha önce ben bu gemiyi görmemiştim. Maksat Türk donanmasına gücü ne olursa olsun yeni bir güç ilave etmek, bir de donanmanın itibarını yükseltmek. Liman ziyaretinden tutunda herhangi bir tatbikatta karargâh gemisi olarak bu gemi bizim için kullanışlı mıdır? Amerika’ya varışımızın ertesi günü Vaşington’dan Norfolk’a giderken Amerikan Deniz Kuvvetleri bize özel uçak tahsis etti, Norfolk’ta gemiyi gördük. Hakikaten güzel gemi, gösterişli. Geminin personeli içindeydi, elektriği alıyordu, sistemleri devredeydi. Tam hizmet dışına çıkarılmak üzereydi. Komutanın emir verdiği gözle bakınca hakikaten Türk donanması için iyi bir gemiydi, şekliyle de güzel, ismi de Yavuz olacaktı. Yavuz, faal olduğu zaman Türk donanmasının omurgası idi. O zaman bir tatbikata gittiğimiz vakit Donanma Komutanı Nusret gemisinde kalırdı. Cumhurbaşkanımız Karadeniz seyrini Nusret gemisi ile yapmışlardı, başka gemimiz yoktu sancak gemisi olarak. Bu önemli bana göre, gösterişli bir geminiz olması, toplumunuza karşı, kendi kuvvetinize karşı. Biz olumlu görüşle döndük Ankara’ya. Komutanımıza raporumuzu verdik, baktım onun da niyeti geminin alınması yönünde. Sonradan Cumhurbaşkanının istemediğini öğrendik, o da haklı kendine göre, ekonomik yönden bakıldığında. Türk donanması Amerika’dan gelen muhripleri, denizaltıları ve hücumbotları gayet etkin olarak kullanıyor ve bakım tutumunu yapabiliyordu, bana kalırsa bu gemiye de etkinlikle bakabilirdi…”
Kruvazör transferi konusunda hükümet düzeyinde, özellikle Cumhurbaşkanlığı seviyesinde yaşananları Büyükelçi Ercüment Yavuzalp Liderlerimiz ve Dış Politika adlı eserinde aktarmaktadır: Kruvazör transferi kendisine iletildiğinde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit “Silahlı Kuvvetlerimiz güvenliğimiz için bunu zorunlu görüyorsa gerekli fedakarlığı yaparız” cevabını vermişti. Genelkurmay Başkanlığının yazılı görüşü ise “satın alınması uygun görülüyorsa, makamlarının bir itirazı olmadığı” şeklinde tezahür etmişti. Büyükelçi Yavuzalp, şifahen temas ettiğinde Genelkurmay Başkanlığının “Ege’de büyük ve hantal gemilere değil, küçük ve seri hareket kabiliyetli gemilere sahip olmamız görüşünde olduğunu” ve Oramiral Kayacan’ın kruvazör ısrarı nedeniyle bakanlığa bu içerikte bir yazı gönderildiğini öğrendi. Bu durumda nota iletildiği taktirde kruvazör alımını uygun görenin Genelkurmay Başkanlığı yerine Dışişleri Bakanlığı olacağı düşüncesiyle konuyu Bakan Turan Güneş’e tekrar arz etme gereği duyduğuna işaret etti. Amerikan Ankara Büyükelçilik Müsteşarı ile yaptığı görüşmede, geminin hizmet dışı olduğu ve tekrar aktive edilmesi için üzerine silah ve elektronik sistemlerin konulması gerektiğini, bunun maliyetinin satış bedeli olan 30 milyon doları aşabileceğini, personel ve idamesinin bile çok masraflı olacağını öğrendi. Bunun üzerine Bakan Güneş’e “konunun bütün veçheleriyle üst düzeyde bir kere daha gözden geçirilmesine ihtiyaç olduğu…” görüşünü iletti. Müteakiben konu dönemin Cumhurbaşkanı, geçmişte Oramiral rütbesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı da yapan, Sayın Fahri Korutürk’e götürüldü. Cumhurbaşkanı, tedarik, bakım, onarım ve işletme maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle kruvazör tedarikini uygun görmedi.
Bu sürecin diğer bir boyutunda, 1965’te başlatılan “Başkasının Vermediğini Millet Yapar” girişiminin mimarlarından gazeteci Yılmaz Çetiner, Oramiral Kayacan’ın, bir kruvazör transferinin bütçeye getireceği yükün bilincinde olarak kendisinden yeni bir bağış kampanyası açılmasını istediğini Nefes Nefese Bir Ömür adlı kitabında nakletmektedir: Kendisinin buna olumlu yaklaşarak kampanyanın adını “Yeni Bir Yavuz İstiyoruz” olarak teklif etti. Ardından Oramiral Kayacan’ın bu konuda gazete sahibi Erol Simavi’yle görüştüğü. Ancak Erol Simavi böyle bir kampanyaya girmeye çekindiği için kampanya başlatılmadı. Bağış kampanyası yapılmasının iki nedeni vardı. Birincisi, bütçeye yük getirmeden transfer maliyetini bağışlarla karşılamak ve daha önemlisi Yavuz’un kamuoyu nazarındaki sembolik önemi nedeniyle süreci halka mal etmekti.
Bu gelişmeler sonrasında, Oramiral Kayacan’ın Mart 1974’te Amerika’ya yaptığı resmi ziyarette, dönemin Amerikan Genelkurmay Başkanı Oramiral Thomas Hinman Moorer Türk bahriyesinin Springfield kruvazörünü neden almadığı konusunu gündeme getirdi. Cevaben Oramiral Kayacan, geminin göreve hazır hale gelmesinin büyük mali kaynak gerektirdiğini, Karadeniz’den Rusları çıkarmamak için “Harpoon” güdümlü mermisi benzeri silah alınmasının öngörüldüğünü, “şayet daha ufak fiyatı müsait bir gemi” bulunursa alınabileceğini belirtti. Bir gün sonra, Amerikan Deniz Kuvvetleri Komutanı Elmo Zumwalt ile görüşmesinde aynı konu gündeme geldiğinde “Biz de arzu ediyorduk. Para durumu buna engel oldu. Paramızı bulunduğumuz bölgenin savunması için planladık. NATO’da ilk defa bize böyle bir gemi teklif etmeniz dolayısıyla size çok teşekkür ederim. … ileride daha ucuz daha küçük tonajlı 6-8 bin tonluk kruvazörün verileceğine inanıyorum.” cevabını verdi. Amiral Zumwalt, “Biz de çok istiyoruz ancak Kongre’nin yeni gemi inşa programımızı kabul etmemesi nedeniyle bunu yapamayacağız. İstediğiniz gemiler 8-14 yaş arasında olup en yeni gemilerimizdir.” görüşünü belirtti. Oramiral Kayacan, “…istikbal için fırsat bekliyorum.” diyerek konuyu nihayetlendirdi. Bu görüşmeler, Oramiral Kayacan’ın halen bir kruvazör transfer fikrini muhafaza ettiğini göstermekteydi. Müteakiben, Kıbrıs Barış Harekatı’nın yarattığı toplumsal ortamda Hürriyet Gazetesi, 25 Temmuz 1974’te “Yeni Bir Yavuz İstiyoruz” sloganıyla bağış kampanyası başlatıldı.
Sonrasında, gazeteci Yılmaz Çetiner’de yeni Yavuz alma fikri ile yapılan çalışmaları Türk Donanma Vakfı’nın Derya dergisinde özetliyordu:
“Şimdi size bu olayın başlangıcını, Yeni Yavuz alınması için Deniz Kuvvetlerinin, Hükümetlerin yıllardır yaptıkları çabaların içyüzünü anlatalım. YENİ YAVUZ istiyoruz diye telgraflar, telefonlar, mektuplar yağmaya başlayınca milli şuurun şahlanışı demek olan bu istek, bu içten ilgi denizcilerimiz ve komutanları büsbütün coşturmuş ve düşündürmüştür. Evet yeni bir Yavuz’a sahip olalım ama bu kadar pahalı bir kruvazörü, dev savaş gemisini nasıl alırız? Çünkü bir kruvazörün fiyatı dünya piyasasında 1,5-2 milyar ile 10 milyar Türk lirası arasındadır. Bir muhrip, 2-3 milyardan fazla değerdedir. Dünyada konvansiyonel tahrip gücünün yerini artık nükleer güç almış, topların yerine güdümlü mermiler kullanılmaya başlamıştır. Dünya politikasındaki yerini koruyabilmek için Amerika, donanmasını teknolojinin son imkanlarına göre yenilemek ve geliştirmek zorundadır. Bunun sonucunda Amerikan Bahriyesinde azaltılmış personelle hizmette bulunan gemiler vardır. Orta-Doğu’da büyük bir denge unsuru olan Türkiye’ye hakiki değerinin çok altında, sembolik bir fiyatla bu gemilerden birinin satılması mümkündür. İşte bu nedenlerle, Amerika’dan bir kruvazör, Yeni Yavuz satın alınması düşünülmüş, dostlarımızın işimize yaramayacak silahlar göndereceğine (ki genellikle böyledir) bari Türk halkını memnun edecek bir savaş gemisi versin fikri ön plana çıkmıştır. Bu şekilde yapılan teşebbüsten sonra, aylarca devam eden ve çok gizli devam eden görüşmeler bir süre önce bitmiş, Amerikan Kongresi Türkiye’ye bir kruvazörün çok ucuz fiyatla verilmesi yönünde karar almıştır.”
Türk kamuoyunda büyük yankı uyandıran bu kampanyada Hürriyet Gazetesince 50 milyon lira toplanması hedeflendi. Girişim, yurt içinden ve dışından iş adamları, şirketler, esnaf ve işçiler başta olmak üzere her kesimden destek gördü. Hedefe ulaşıldığında bağışçılarına, anı madalyalarının ve beratlarının sunulduğu bu kampanyada Türkiye’ye uygulanan silah ambargoları nedeniyle yeni bir Yavuz getiremedi. Toplanan bağışlar, Türk Donanma Vakfı tarafından bugünkü Türk Savunma Sanayisinin başlangıcı olan girişimlerde kullanıldı. Yitirilen Kocatepe’nin yerine yedek malzeme olarak kullanılmak üzere Türkiye’ye çekilmiş olan Norris muhribi Gölcük Tersanesinde onarılarak aynı isim ve borda numarasıyla 24 Temmuz 1975 tarihinde hizmete girdi.
Emekli olduktan sonra Oramiral Kayacan, Hayat dergisi için Şemsi Kuseyri ile yaptığı röportajda, ‘Ya resmi hayatınızda sizi üzen bir olay?’ sorusuna gözyaşlarına boğularak yanıtladı. Aslında, cevabı Yavuz’un yerine kruvazör tedarikine verdiği önemi, Kocatepe’nin kaybının yarattığı üzüntüyü yansıtıyordu:
“-Bizim bir “Yavuz”umuz vardı. Bu “Yavuz”, Karadeniz’de Rus donanmasını ürkütürdü. Zamanı doldu, donanmadan ayrıldı. Fakat, onun yerine bir başkasını koyamadık. Bu imkân elime geçmişti. Ne olduysa oldu, “Yavuz”un yerini dolduramadık. Şurada, burada toplanan paralarla bir “Yavuz” almak kolay olmuyor. “Kocatepe”nin batması ise bana bir evlat acısını unutturacak kadar acıdır.”
Türk halkı hasretini çektiği yeni Yavuz’una zamanın en modern fırkateynleri sayılan dört gemilik MEKO 200T projesinin ilk unsuru olan TCG Yavuz’un, adını aldığı atasının da inşa edildiği Hamburg Blohm Voss tersanesinde, 17 Temmuz 1987’de Türk donanmasına katılımıyla tekrar kavuştu. Deniz Kuvvetlerinde savaş gemilerinin isimlerini yeni nesillerde devam ettirmek gibi bir gelenek olmakla beraber, MEKO 200T projesinin ilk gemisinin adı Deniz Kuvvetleri çapında düzenlenen bir ankette “Yavuz” olarak çok büyük farkla belirlendi. Böylelikle, Cumhuriyet Donanması’nın gelişiminde çok önemli yeri olan ve adına türküler yakılacak kadar halk tarafından benimsenen Yavuz kruvazörünün adını devam ettirmek mümkün oldu.
Türk Deniz Kuvvetleri, önem atfettiği Yavuz kruvazörünü denize indirilişinin 100’üncü yıldönümü olan 28 Mart 2011 günü bu gemide görev yapmış emekli bahriyeliler ile halen bu ismi taşıyan TCG Yavuz fırkateyninde görevli personelin buluştuğu, hiçbir gemiye nasip olmayan, bir törenle yad ederek hatırşinaslığını gösterdi. Ayrıca, Yavuz’un Cumhuriyet Donanmasına katılışının 90’ıncı yıldönümü kapsamında, anısı yazılarla yaşatılarak hiç yayımlanmamış resimleri okurlarla buluştu. Tüm bunlar, Şanlı Yavuz’un özgün hatırasının bahriyelilerin gönlündeki mümtaz yerini gösteriyordu.
Bugün MEKO 200T projesinin ilk dört gemisinin hizmet ömürlerinin sonlarına gelmekte olduğu düşünüldüğünde, TCG YAVUZ adının yeni nesil destroyerlerde yaşatılması Türk Deniz Kuvvetlerinin takdiri, tercihi ve de tarihsel sorumluluğu olacaktır.
(E) Tümamiral Dr. Mesut ÖZEL
7 Haziran 2023 İstanbul
Kaynak: DENIZKARTALI Haber Portalı – https://denizkartali.com/bugun-gunlerden-sanli-yavuz-e-tumamiral-dr-mesut-ozel-yazdi-yavuz-donanmadan-kopartildi.html
Yorumlar kapatıldı.