Meslek, görev, filo, karargâh, dava, kader, hapishane ve sınıf arkadaşım Amiral Soner Polat’ı 30 Eylül 2019 tarihinde tarihin sonsuzluk denizine uğurladık.
Soner çok okuyan ve yazan bir kişiydi. Fikir ve görüşlerini şark kurnazlığının sisli duvarları arasında, üst ve amirlerinin beklediği ve onları memnun edecek doz ve kapsamda değil, gerçeği, mutlak gerçeği rehber edinerek söyledi. Hiçbir zaman ön sıralara geçip kendini göstermeye çalışmadı. Neyse o oldu.
Deniz Kuvvetlerindeki aktif görevi sırasında bahriyeye çok önemli iki eser kazandırdı. Birincisi İstiklal Harbinde Bahriyemiz ve diğeri de Türk Deniz Kuvvetleri: Denizlerin Koruyucuları isimli prestij kitabıydı. Malta Sürgünü sayılacak Hasdal ve Silivri esaret döneminde ‘’Yeniden Kazanmak’’ kitabını yazdı. 3,5 yıllık esaret dönemi sonunda 2014 yazında özgürlüğünü kazandıktan sonra vefatına kadar durmadan yazdı. Sırasıyla 5 yıl içinde ‘’Türkiye için Jeopolitik Rota’’, ‘’Mavi Vatan için Jeopolitik Rota’’ ve ‘’Atatürk’ün Ordusu’’ kitapları onun gerideki gerçek Kemalistlere bıraktığı en önemli emanetleridir.
Türkiye’nin Avrupa Atlantik yapıya teslim olduğu son 76 yılın her alanda yarattığı döneklik, iki yüzlülük, sahte kahramanlık, şark kurnazlığı, fikir hırsızlığı, bilgisiz bilgiçlik, kalleşlik, kirlilik, kutsal din duygularının siyaset aracı yapılması, hedonizme teslimiyet ve onursuzluğa inat, erdemin, sadeliğin, dürüstlüğün, yüksek kültürün, cesaret ve vefanın sembolü oldu.
Yüksek teorik alt yapısı ve pragmatik liderliği ile Türkiye’nin geleceğine büyük katma değerler üretmiştir. Vatana ve Mavi Vatana adanmış asil ruhu ve öğretileri Türkiye’nin en karanlık anlarında devlet adamından siyasetçiye; askerinden, öğretmenine toplumun her kesimine yol göstermiştir. Özünü ve gücünü Kemalizm’den alan bu rehber fikirler sonsuza dek ışık tutmaya devam edecektir.
İlk makalesinde şöyle yazmıştı: ‘’Dürüstçe ifade edeyim. Ben taraf tutan bir yazarım. Atatürk ilke ve devrimlerinde tarafım… Cumhuriyet değerlerinde tarafım…Vatan, millet, bayrak kavgası varsa sapına kadar tarafım…Türkiye’nin milli bütünlüğü ve tam bağımsızlığı konusunda tarafım…Türkiye’nin ulusal çıkarları konusunda tarafım…Mehmetçik söz konusu ise kayıtsız koşulsuz tarafım…İşçinin, emekçinin ve ezilen halkın kavgasında tarafım…Emperyalizm ile boğuşan tüm milletlerin kavgasında tarafım…Üretime dayanan milli bir ekonomi için tarafım…
Şüphesiz onu farklı kılan en önemli özelliği jeopolitik bilinciydi. Arkasına ABD ile AB ve içerdeki iktidar ve muhalefet ortaklarını alan FETÖ’nün 2007 sonrası donanma başta olmak üzere neden silahlı kuvvetleri hedef aldığını jeopolitik perspektifte en iyi okuyanlar arasındaydı. Bu bilinç büyük çoğunlukta yoktu.
Coğrafyamızın en büyük gücümüz ve emperyalizmin en büyük hedefi olduğunu gençlik döneminden itibaren kavramıştı. Coğrafyamızı kendi çıkarlarımız için kullanmayı savunan düşüncelere sahipti. 2015 yılında yazdığı ‘Türkiye için Jeopolitik Rota’ isimli eserinde şöyle yazıyor: ‘’Coğrafya bir ülkenin kaderini belirler. Siyaset ise bu yazgının değiştirilmesi için uygun yol ve yöntemleri arar. Aralarındaki köprüyü jeopolitik kurar…Türkiye coğrafi bakımdan iç hat (sıkışan) konumundaki bir ülkedir…Öncelikli olarak Avrasya ama aynı zamanda bir Akdeniz devletidir. Batının kısır ve kısıtlayıcı kalıpları içine sıkıştırılabilecek seçenekleri olmayan bir devlet değildir.. ‘’
Türkiye’nin devasa boyutlardaki nitelikli siyasetçi ve donanımlı devlet adamı açığını en iyi görenlerden birisiydi. Başka bir makalesinde de devlet adamı olmanın koşullarını şöyle ifade ediyordu: ‘’Ulusların çıkarının nerede olduğunu tespit etmek bir sanattır. Sadece bilgi yetmez! Aynı zamanda güçlü sezgilerin yanında, geniş bir vizyon da gerektirir. Jeopolitik, strateji ve siyaset üçgeni içinde doğru yolu bulma yeteneği zorunludur. Ufkun ötesini görebilmek, diğer bir ifade ile geleceği doğruya yakın kestirmek gerekir. Milli bir tarih bilinci ve ulusal onur duygusu olmadan bu alana girenler genellikle hüsrana uğrar. Yabancıların peşine takılarak hiçbir milli çıkar alanı savunulamaz! Politikacı ile devlet adamı arasındaki fark işte tam da buradadır. Atatürk’ten sonra Türk dış politikası tam bir çıkmaza girdi. Dış politikanın temel parametrelerinin belirlenmesinde daha çok sert esen küresel rüzgarlar rol oynadı…Günümüzde, ne yazık ki Türk siyasetinin en büyük sorunu budur… Türk siyaseti ulusal çıkar alanlarını net olarak görebilen devlet adamı yetiştirme konusunda son kerte yetersizdir. Çünkü siyaset ulusal kaynaklardan pay almak ve bu payı yandaşlarına dağıtmak üzere organize olmuştur. Bu nedenle milli meselelerde sürekli patinaj yapmaktadır. Bazen bir hafta içinde bir milli meselede üç farklı demeç verilmektedir. Stratejik çıkar alanları ne siyasi partilerin ne de basının öncelikli gündem maddeleri arasındadır. Dış politika konusunda yetkinlik toplumun değerlendirme kriterlerinin dışındadır. Ulusal konular bir gerginlik ya da kriz döneminde saman alevi gibi gündeme gelmekte, kısa süre içinde gündemden düşürülmektedir…Geleneksel Türk siyaseti doğal büyüme ve gelişme alanları itibarıyla maalesef kasaba tipi politikacıları öne çıkarmaktadır. Çünkü ulusal çıkar alanları konusunda yetenekli olanların kendilerine doğal gelişme alanı bulma imkânı yoktur. Toplum daha ziyade iş, sadaka, ihale gibi vaatlerde bulunan politikacıların önünü açmaktadır. Yetenekli olanlar ancak parti önderlerinin izin verdiği ölçüde toplumsal bir kabul görmektedir. Mevcut durum itibarıyla bu durumun düzeltilme şansı pek bulunmamaktadır. Milli meselelerdeki tehlikeli alanlardan birisi de partilerdeki lider sultasıdır. Bu nedenle siyasi partilerde ulusal çıkar alanlarında “doğal, kendiliğinden ve koruyucu” bir politika oluşturmak sanıldığından çok daha zordur. Millete mal edilemeyen stratejik çıkar alanlarını savunmak büyük bir mücadeleyi zorunlu kılar.’’
Denizlerden uzaklaşmayı büyük tehdit olarak gören Soner Polat Türkiye için Jeopolitik Rota isimli eserinde Türkiye’ye 21. yüzyılda Avrasya’da güçlü bir jeopolitik yer önerirken, denizlere yani hem Mavi Vatan hem de onun ötesine vurgu yapıyor. Kitabında Kızıldeniz, Hazar Denizi, Akdeniz, Karadeniz, Arap Denizi’nin oluşturduğu stratejik dairenin en önemli coğrafyasında bulunan Türkiye’nin İran, Suriye, Irak ve Azerbaycan ile oluşturacağı ortak jeopolitik alanın, Rusya ve Çin gibi Avrasya güç merkezleri ile ilişkilendirildiğinde oluşturacağı yeni düzenin faydalarının altını çiziyor. Gerçekten de böyle bir oluşumun denize çıkışı olan sözde Kürt devletinin önlenmesi kadar, Atlantik sistemin söz konusu devletlerin enerji havzalarına müdahalesini de caydıracaktır. Önerilen jeopolitik paradigmada denizler belirleyici olacaktır.
Jeopolitik koşulların ABD ihtiyaçlarına göre şekillendirildiği güzel ülkemizin 1945 sonrası düşürüldüğü ve bugüne dayanan yıkıcı şartları doğru değerlendiriyordu: 2014 yılında Silivri’de yazdığı Yeniden Kazanmak isimli kitabında şöyle diyor: ‘’Sürmekte olan düzen ahlaki üstünlüğünü kaybetmiştir. Cumhuriyet ideolojisinin yerini toplumun kalbini kazanabilecek bir sistem yaratmadığı gibi en azından bir paradigma bile ortaya koymamaktadır. Böyle bir düzenin ayakta kalması mümkün değildir. Bu düzen sadece yıkma üzerine kurulmuştur…. Gerçek ve katılımcı bir demokrasi için sanayiye dayalı kalkınma kültür ve eğitim hamlelerinin zorunlu olduğunu bilen batı, Türkiye’nin tüm bu girişimlerini ya engellemiş ya da yanlış mecralara yönlendirmiştir. Demokrasinin yozlaşması ve sandığa atılan kâğıt parçasından ibaret olması için ülkemizdeki toprak ağalığı ve tarikatlara dayanan din taassubu batı tarafından özellikle teşvik edilmiştir. ABD, Sovyetlerin kuşatılması çevrelenmesi ve içeriden karıştırılması için yeşil kuşak politikasını hayata geçirmiştir. Bu politika kapsamında Türkiye’deki gerici akımlar daima desteklenmiştir. Batı, Türkçülük fikirlerini İslam’a yaklaştırarak içini boşaltmıştır. Böylece toparlayıcı ve birleştirici Atatürk milliyetçiliğinin karşısına bir seçenek çıkararak ülke içinde bölünmelere yol açmıştır…. Batı Türk halkını fakirleştirmek ve böylece cehaletin acımasız pençeleriyle ezmek maksadıyla ülkemizi önce borç batağına çekmiş, sonra zorunlu devalüasyonla halkın cebine elini sokmuş, son olarak da özelleştirmelerle bütün ortak servetine el koymuştur. Bu gelişmeler Batı’nın tasarladığı sosyal yıkım projesini gerçekleştirmek amacına yöneliktir. Batı, NATO sayesinde bir taraftan Silahlı Kuvvetleri avucunun içinde tutarken, diğer taraftan ülke içinde kurduğu yasadışı oluşumlarla (Gladyo, kontrgerilla, FETÖ, vb.) ülkedeki siyaseti kendi çıkarlarına göre dizayn etmiş, cinayetleri de içeren kanlı tertipler tezgahlamış, Türkiye üzerinden komşu ülkelere yönelik yıkıcı ve bölücü eylemlerde bulunmuştur… NATO içinde sıkışan silahlı kuvvetler dünyaya batı gözüyle bakmaya başlamış, kaynaklarını NATO için seferber etmiş, ulusal düşünce üretebilme refleksi zayıflamıştır… Silahlı kuvvetler NATO süreci içinde sanki Türkiye’nin yararınaymış gibi uluslararası yükümlülükler batağına saplanmıştır. Bu yanılsama Türk subayının doğasında, dünyayı algılamasında ideolojik bütünlüğünde, onarılması mümkün olmayan ağır tahribatlar yapmıştır.. Atatürk ve Kemalizm’e karşı en büyük ideolojik karşı saldırı batı ve onun kontrolündeki NATO’dan gelmiştir.’’
Türkiye’nin Savunma Sanayiine yatırım yapması ve silahlanmasını millileştirme konusunda düşünceleri şöyle: ‘’Hem coğrafi hem de siyasi olarak özel bir konumu olan Türkiye, savunma sanayi yatırımları ve silah harcamaları açısından dikkatle adım atması gereken bir ülkedir. Bu alanda en küçük bir ihmalin ağır bir bedeli olur. Her ne kadar Batı kulübü içinde gösteriliyorsa da gerçekte Batı’nın üvey evladıdır. Batı ülkeleri hemen her fırsatta Türkiye’nin stratejik çıkarlarını istismar etmektedir. Diğer taraftan Türkiye, kuzey bölgeleri hariç her yönden istikrarsızlık unsurları yapısal bir boyut kazanan ülkelerle çevrelenmiştir. Türkiye’nin Mavi Vatanı da tehdit altındadır. Ayrıca KKTC’yi savunmak için de kendi kendine yeterli bir kuvvet tahsis edilmelidir. Başta ABD olmak üzere İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Mısır, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) açıkça Türkiye’nin deniz yetki alanlarına tecavüz etmektedir…Türkiye caydırıcı bir silahlı gücü muhafaza etmek mecburiyetindedir. Tamamen dışa bağımlı olduğu takdirde bu gücün hassasiyetleri, savunma etkinliğini azaltır. Bu nedenle güçlü bir savunma sanayi tesis ve idame edilmeli, sürekli geliştirilmelidir. Kıtaları birbirine bağlayan bu muazzam jeopolitik zenginlikte yaşamanın bir bedeli vardır. Her Türk refahının belirli bir bölümünü savunmaya ayırmak zorundadır. Aksi takdirde çok acı çekilir…’’
Türkiye’nin başka boyut ve düzlemde yaşadığı farklı bir Kurtuluş Savaşının ve karşı devrimin her cephede devam ettiği konjonktürde Soner gibi bir Amirali tasfiye ederek özgürlüğünü çalan cellatlar, yaşamaya devam etseler de her gün yalnızlaşacaklardır. Yaşarken saklanan ve onursuzlaşanlara inat, o aramızdan ayrılırken bile devleşmiştir. Tarihin kayıtlarında hain olarak kaydedilen kirli isimler karanlıklara gömülürken, bu dönemin Soner gibi vatanseverleri onurlu sayfalarda sonsuza dek baş rol alacaklardır. Ne mutlu haysiyetiyle yaşayan ve doğru tarafta olan insanlara. Ne mutlu Mustafa Kemal Atatürk’ün onun için bedel ödeyen gerçek fedailerine. Şimdi onun fikirlerini yaymak ve çoğaltmak kendini gerçek Kemalist olarak gören her kesimin ve kişinin görevidir.
Vefatının 4. yıl dönümünde değerli kardeşim Soner Polat’a rahmet, sevgili eşi Sevgi’ye ve sevenlerine sabır ve başsağlığı diliyorum. Rotası cennet olsun.
Cem Gürdeniz