Silivri Mahkemeleri’ndeki Mavi Vatan

Bu hafta Mavi Vatan tartışmaları ile geçti. Süreç Somali tezkeresi ile başladı. 2020 sonrası iktidar, ABD ve AB’nin ekonomik ve siyasi baskıları üzerine Doğu Akdeniz’deki sismik ve sondaj faaliyetlerimize son vermiş, ABD’nin Somali’de aktif rol almamıza destek vermesi üzerine geçen hafta Somali’ye donanma unsurlarımızın gönderilmesine yönelik tezkereyi meclisten geçirmişti. Tartışmalar da zaten Akdeniz’de hiçbir faaliyetimiz olmazken, gereksiz Somali tezkeresi nedeniyle başlamıştı. Ancak ana muhalefetin ABD/AB etkisinde kaldığı anlaşılan Dış İlişkilerden sorumlu milletvekili (eski Tel Aviv ve Washington Büyükelçisi) Somali kararını eleştirirken deniz hegemonyasının asla hazzetmediği Mavi Vatan’a da saldırmayı ihmal etmedi.

MAVİ VATAN MASAL MI?

Bu süreç ile başlayan tartışmalarda Mavi Vatana “masal, hikâye” diyenler, Mavi Vatan Osmanlıcı, genişlemeci, irridentist diyenler ve hatta mavi vatanı savunanlar yargılanmalı diyen meczuplar… Ne ararsanız vardı. Ancak azınlıktaydılar. Tabi bu olay bir turnusol kâğıdı gibi herkesin Mavi Vatan’a bakışını da ortaya çıkardı. Kendini ilerici liberal sanan ve çoğunluğu dış fonlardan desteklenen düşünce kuruluşları ve haber siteleri başta Yunan asıllı Türk düşmanı Amerikalı akademisyen Ryan Gingeras’in fikirleri olmak üzere ABD ve AB tezlerini savunmaya devam etti. Ancak gerek ekranlara çıkan gerekse yazıları ile bu sürece hasmane bir tutumla müdahil olanların bilgi eksikliği ve kahve sohbetinde bile kullanılmayacak argümanlarla öne çıkması şahsen beni önce hayrete sonra dehşete düşürdü. Hele hele kerameti kendinden menkul bazılarının Seville haritası Türkiye’nin lehinde ya da kıta sahanlığı vatan değildir, demesinden sonra bu fikirlerini dinlemeyi ve dikkate almayı terk ettim. Bu kapsamda muhalefet partisinden ezici bir çoğunluk Mavi Vatan’ı sahiplendi. En önemlisi ana muhalefet partisi, vekilin yaptığı aşağılayıcı konuşmaya rağmen tam kadro yaptığı açıklama ile geri dönülmez şekilde Mavi Vatan’a sahip çıkacağını kamuoyuna açıkladı. Bu tartışmanın başlaması aslında çok iyi oldu.  İktidarın unutturduğu Mavi Vatan, muhalefetin sunduğu fırsatla tekrar gündeme geldi.

AKDENİZ’İMİZ AĞIRLIK MERKEZİDİR

Mavi vatanın gündeme gelmesinin temel nedeni Akdeniz’dir. Halen 18 Mart 2020’de Birleşmiş Milletlere deklare edilen kıta sahanlığı koordinatlarımızı içeren harita Türkiye’nin iktidarda kim olursa olsun savunması gereken sınırlarıdır. Mavi Vatana saldıranların en çok kullandığı argüman olan Yunanistan’ın Mısır ile 6 Ağustos 2020’de yaptığı deniz sınırlandırma anlaşmasının sahada hiçbir değeri yoktur. Tıpkı GKRY ile Mısır’ın 17 Şubat 2003’te yaptığı anlaşma, ya da GKRY’nin 2 Nisan 2004’te 21 Mart 2003’ten geçerli olmak üzere ilan ettiği MEB ilanı gibi. Dışişleri Bakanlığı 6 Ağustos 2020’de yapığı açıklamada şunları demişti: ‘’Yunanistan ile Mısır arasında deniz sınırı bulunmamaktadır. Bugün imzalandığı açıklanan sözde deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması Türkiye için yok hükmündedir.’’  Neticede dünya üzerinde 300’den fazla kıta sahanlığı anlaşmazlığı vardır, ancak en güçlüsünden en güçsüzüne tüm devletler bu anlaşmazlıkları egemenlik sorunu olarak görmektedirler. Zira kıta sahanlığı hukuken başlangıçtan itibaren (ab initio) ve kendiliğinden (ipso facto) devletin egemen yetkilere sahip olduğu alanlardır. Yani denizin dibi vatanın devamıdır. Siz korumazsanız başkasının vatanı olur. Bazı meczupların savunduğu gibi ABD ve AB istiyor diye Yunanistan’a ve GKRY’ye bırakılamaz.

DENİZ BASKINLARI VE SALDIRILAR

Ne yazık ki Türkiye’yi ve çıkarlarını koruduğunu iddia edenler Yunanistan’ın ve GKRY’nin bu hukuksuz iddialarını onlar adına savunmaya devam etmekteler. Bu arada 1 Ağustos 2024’te İsrail’de yayınlanan bir makale Mavi Vatan’ın artık İsrail için de tehdit olduğunu ortaya koydu.

Mavi Vatana saldırılar bu coğrafyada yaşadığımız sürece devam edecektir. Osmanlının çöküşü 1571’de İnebahtı Savaşında denizdeki gerileme ile başladı, Çeşme, Navarin, Sinop baskınları ile devam etti. Mutlak çöküş denizden işgaller ile tamamlandı. Anglosakson deniz hegemonyasının kontrolündeki 25 Nisan 1915 Gelibolu ve 15 Mayıs 1919 İzmir işgalleri denizden geldi. 1952 NATO üyeliğimizden sonra deniz çıkarlarımızı Kıbrıs’ta 1963’te yaşanan kanlı Noel’e kadar batıya teslim ettik. Kıbrıs ve ardından yaşanan Ege kıta sahanlığı krizleri gözümüzü açtı. Ancak Soğuk savaş sonrası özellikle Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de NATO’dan bağımsız bir güvenlik politikasına geçen Türkiye, 2002 sonrası Türk deniz tarihinin gördüğü en büyük baskına uğradı. Bu kez saldıranlar ABD ve AB adına kendi içinden çıkan, Türkçe konuşan ve Türk kimliği taşıyan hainlerdi.

MAVİ VATANA 21. YÜZYILDA İLK SALDIRI

Mavi Vatan’a ilk ve en büyük saldırı 11 Şubat 2011’de Silivri FETÖ Çadır Mahkemesi’nde yaşandı. 10. Ağır Ceza Mahkemesi o gece 163 TSK mensubunu Balyoz kumpası ile tutukladı. Bunların 52’si denizci idi. 11 emekli dışındaki, 12 muvazzaf amiral ve 29 Deniz Kurmay Albay donanmanın en kritik muharip komuta görevlerinde bulunan son derece değerli personeldi. Balyoz kumpası daha sonra dalgalarla büyüdü ve 9 Ekim 2013 tarihinde Yargıtay 237 TSK mensubunun çoğu 18 yıl olan hapis cezasını onayladı. Bunlar arasında 41 havacı, 37 karacı, 25 jandarma general ve subayı varken, tam 134 denizci vardı. Denizcilerin 33’ü amiral olmak üzere 123’ü aktif görevdeydi. Deniz Kuvvetleri’nin bedeni kesilmişti. Böylesi bir tasfiye ne Fransız ihtilalinde ne de Stalin’in 1937 tasfiyesinde yaşanmamıştı. En az tasfiyeler kadar acıklı olan, en azı 3,5 yıl hapis yatan bu seçkin amiral ve subaylara FETÖ ve yandaş medya tarafından akla hayale gelmeyecek itibarsızlaştırma kampanyasının vicdana, ahlaka ve Türk örf ve adetlerine hakaret derecesinde yürütülmüş olması idi. İftiralar ve kumpaslar üzerine kurulu olan bu yalan sistemine ne muhalefet ne yüksek komuta heyeti sesini çıkarmamıştı. Türk tarihi bu derece alçaklığı eminim yaşamamıştır. (Başta Zaman, SamanyoluTv, Bugün, Haber Vaktim, Akit vb. gibi yayın organları 2007-2014 arasında özellikle denizcilere karşı her gün iftira ve yalan haberler kusmuştu.)

BALYOZ KUMPASINA SESİ ÇIKMAYAN MUHALEFET

İktidar koruması altında yapılan bu FETÖ ve itibarsızlaştırma saldırılarına ana muhalefetin de itirazı olmamıştı. Aynen KKTC’nin varlığına son verecek Annan Planı’na 2003 yılından itibaren destek vermeleri ya da 5 Nisan 2004’te Doğu Akdeniz’de KKTC ve Türkiye’nin haklarını gasp eden GKRY’nin MEB ilanına ses çıkarmamaları gibi. Bu arada hapis cezalarına onay verenlerin ve yargılayanların bugün hepsinin FETÖ üyeliğinden hapiste olduklarını ekleyelim. Mavi Vatan’a bugün saldıranlara hatırlatmak isterim ki bu süreç acı, zorluklar, kayıplar üzerinde inşa edilmiştir. Kumpas davalara eklenenlerin hemen hemen hepsi ABD ve AB çıkarlarına karşı milli tezlerimizi savunanlar ve Atatürkçü kimliği ile öne çıkan şahsiyetlerdi. FETÖ ve iktidar tarafından yürütülen ve muhalefetin hiçbir direnç göstermediği bu rezil süreçte pek çok kişi hastalanmış, vefat etmiş, bazıları onur intiharı ile yaşamlarına son vermiş, pek çok aile maddi zorluk ve ayrılıklar sonucu parçalanmış, pek çok eş ve çocuk psikolojik travma geçirmiştir. Bugün, Amiraller Özden Örnek, Soner Polat, Cem Çakmak, Albaylar Murat Özenalp, Ali Tatar, Ergün Balaban, Berk Erden, Nihat Altınbulak geri gelebilir mi? Bu değerli insanların tek suçu Atatürk’ün yanında olmak ve arsız Anglosakson deniz jeopolitiğine karşı Türk deniz jeopolitiğinin çıkarlarını savunmaktı. Kısacası Mavi Vatan’a sahip çıkmaktı. Ne 11 Şubat 2011 Silivri tutuklamaları ne de 9 Ekim 2013 Yargıtay kararında onları eşleri dışında savunan kimse çıkmadı. En önemlisi muhalefetin sesi çıkmadı. İktidar zaten ortaktı.

TOPLUMSAL HAFIZAMIZ SON DERECE ZAYIF

Yaşanan acılar, çekilen zorlukları kolay unutuyoruz. Mavi Vatan’ın devam eden bir mücadele olduğunu, ana muhalefetin dış ilişkiler danışmanı milletvekili ve yakınındakiler görmüyor ve alaycı bir ifade ile küçümseyebiliyor. Zira zaten o rezil süreci sorgulamamış, jeopolitik nedenlerini irdelememiş, o mücadelenin kurumsal olarak dışında kalmış, ilgi dahi duymamıştır. Balyoz sürecinde sahte delillerle ve sahte iddianamede en çok suçlananların başındaydım. O nedenle 237 kişi içinde 10 numaralı sanıktım. Karar duruşmasında son sözüm sorulduğunda mahkemeye ‘’Sizi tanımıyorum’’ diyebilmiş bir amiral olarak savunma yapmadım. Siyasi bir davada savunma yapmanın anlamı olmadığını ve tüm bu sürecin hedefinin Deniz ve Hava Kuvvetleri’nin komuta yapısını darmadağın ederek, FETÖ alçaklarına yer açmak ve Türkiye’yi denizlerden koparmak olduğunu bilen biriydim.

SAVUNMA YERİNE MANİFESTO

Savunma Yerine Manifesto. Mahkeme süreci başladıktan sonra benden önceki 9 kişi savunma yaptı. Benim sıram, 29 Nisan 2011 tarihinde geldi. FETÖ Mahkemesine 13 yıl önce içinde Mavi Vatan’ın geçtiği aşağıdaki manifestomu okudum. (Burada sadece beşte birine yer verdim.)

‘’Türkiye Cumhuriyeti bir deniz devletidir. Bu devlet bir deniz devletinin sahip olması gereken deniz kuvvetinin de sahibidir. Ancak bu kuvvet, onu sevk ve idare edecek, strateji üretebilecek, geliştirebilecek Amiral ve subay kadroları kadar güçlüdür. Bugün Balyoz davası nedeni ile karşınızda 40’ı muvazzaf, 52 denizci personel vardır. Burada bulunan 12 emekli Deniz Kuvvetleri personeli aktif hizmetlerinde Deniz Kuvvetlerine sundukları katma değerler ile öne çıkmış çok seçkin şahsiyetlerdir. 12’si Amiral olmak üzere toplam 40 muvazzaf personel ise Deniz Kuvvetlerinin halen çok kritik görevlerinde bulunan ve eminim ki sicil ortalaması alınsa 100 üzerinden 100 çıkacak karat ve kalitede personelidir. Bırakın ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayı, iddia ederim ki, hayatlarında bir kez dahi disiplin cezası almamışlardır. Gölcük’ten çıkan sahte deliller ile isimleri bu seçkin gruba eklenen Amiral sayısı 12’den 27’ye, albay ve yarbayların sayısı ise 28’den, 175’e çıkmıştır. Deniz Kuvvetleri’ndeki Amiral sayısı 54’tür. Diğer taraftan bilgi notu ve eklerinde iddia makamının ifadesi ile toplam 1895 denizci personel vardır. Bu da son tahlilde herhalde tasfiyesi amaçlanan personel miktarını göstermektedir. Eğer mahşerin 4 atlısına kimse dur demez ise… 

Diğer bir deyişle ismi bir çetenin sahte ve iftira kaynaklı komploları ile lekelenmeye ve tasfiyeye çalışılan bu kitle, Deniz Kuvvetleri’nin geleceğidir veya Türkiye’nin ulusal çıkar odaklı denizlerdeki egemenliğinin sürekliliğinin, milli gemi TCG Heybeliada korvetinde somutlaştırdığımız savunma sanayinde kendi kendine yeterliliğinin ve liderliğin temsilcileridirler…

Dünyada hiçbir ülke başarılı kurumlarını göz göre göre sahte, sanal, hayali davalar ile oyalamaz ve yıpratmaz. Son 3 yıldır Deniz Kuvvetleri, Poyrazköy, amirallere suikast, kafes, casusluk ve şantaj gibi dijital terör ve iftira kaynaklı davalar ile oyalanmakta ve yıpratılmaktadır. Maalesef dijital çete, ürettiği sahte deliller ile Akdeniz’in ilk 4 ve dünyanın ilk 12 Deniz Kuvvetleri arasında olan ve son 88 yılda başını asla eğmemiş, ulusal çıkarları her zaman korumuş Cumhuriyet Donanması’nın Amiral kadrosunun yarısını, albay ve yarbaylarının en verimli en seçkin şahsiyetlerini tasfiyeye teşebbüs etmektedir.

Unutulmamalıdır ki bir Amiral öğrencilikten itibaren 33 yılda, bir fırkateyn komutanı 28 yılda yetişmektedir. Bu sözde dijital terör kaynaklı davalar ile isimleri tasfiyeye eklenen personelin kaybının Türk deniz gücüne etkisini hayal bile edemezsiniz. Bu kayıpların yaratacağı etki, Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarının kayıplarını aratmaz. Bu baskınların sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı toprak, can ve onur kayıplarını bu sefil komploları düzenleyen çete mensupları ile onlara ve olanlara sessiz kalanlar umarım, üşenmeyip tarih kitaplarından okuyarak öğrenirler.

Burada yargılanan sadece bizler değiliz, maalesef, üstüne basarak söylüyorum, tasfiye amaçlı bir dava uğruna Deniz Kuvvetleri ve onun 21’inci yüzyıldaki geleceği de burada yargılanmakta, Türkiye’nin denizlerdeki varlığı sindirilmeye çalışılmaktadır.

Deniz Kuvvetleri’ni ilgilendiren diğer sahte davalarda olduğu gibi burada da kurgulanan senaryo aynıdır. Tasfiye edilmek istenen isimler sözde bir plana veya ilavelerine eklenir, sahte bilişim ürünleri, beyni yıkanmış sütü bozuk çete işbirlikçileri ile bir yerlere saklanır veya servis edilir, daha sonra elle konmuş gibi bulunur ve taraflı medyaya servis edilir…

Balyoz davası tasfiye amaçlı bir perspektifte Kara Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı için bir ağacın dalı ise, Deniz Kuvvetleri için ağacın ta kendisidir. Bırakın Türk Deniz Tarihi’ni, dünya deniz tarihinde amirallerinin yarısını sahte delillere dayanan hayali davalar ile tasfiyeye odaklı davalar mevcut olmamıştır…

21’inci yüzyıl enerji kaynakları mücadelesi, özellikle denizlerde şekillenecektir. Açık kaynaklarda, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin petrol olarak 60 yıl, doğal gaz olarak ise yüzlerce yıllık, benzer şekilde AB üyesi ülkelerin 70 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılamaya yetebilecek rezervlerin bulunduğu, yönünde haberler yer almaktadır. 

Türkiye’nin bu kaynaklardan istifade edebilmesi ise ancak deniz yetki alanlarının ülkemiz menfaatleri doğrultusunda sahiplenilmesi, sınırlandırılması ve korunması ile alakalıdır. Hâlihazırda Doğu Akdeniz’de yaşanan son gelişmeler; Türkiye’yi, İspanya’nın Seville üniversitesi tarafından yayınlanan bir haritada gösterildiği üzere, hakkı olan deniz yetki alanının yaklaşık 5’te birine tekabül eden Antalya körfezi açıklarında dar bir deniz alanına mahkûm edebilecek son derece tehlikeli bir hal almaktadır. 

Son dönemdeki bu gelişmeler karşısında uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı koruyacak tedbirleri almak, ekonomimize büyük katkı sağlayacak bu doğal kaynaklardan istifade etmek devlet olarak gelecek nesillere bırakabileceğimiz en büyük mirastır. Türk Deniz Kuvvetleri ise gerek uygulamaları ve gerekse fikirleri ile denizlerdeki bu mücadelede Aziz Türk Milleti’nin haklarını savunmak için var gücü ile çalışmaktadır. Özellikle Doğu Akdeniz’deki bu faaliyetleri nedeniyle de 2009 AB ilerleme raporunda da açıkça ismi zikredilerek şikâyet edilmiştir.

Cumhuriyet Donanması bugüne kadar çevrelendiğimiz her üç deniz alanında çıkarlarımızı korumuş, MAVİ VATAN dediğimiz, Karadeniz Ege ve Akdeniz’de ilan edilmiş veya edilmemiş deniz yetki alanlarımızı gelecek kuşaklar için sahiplenmiş, Kıbrıs’ta 20 Temmuz 1974’te başarılı bir amfibi harekât ile kıyı başını tutup, stratejik başarı sağlamış, Karadeniz’de barış ve dengeyi korumuş, Montreux sözleşmesinin son 75 yılda en yakın koruyucusu ve takipçisi olmuş, Kardak’ta oluşan krizi lehimize çevirmiş, ama hepsinden önemlisi Deniz Kuvvetlerimizin savaş yeteneğini ülke yetenekleriyle oluşturmak için savunma sanayimizin lokomotifi olmuştur. 

Bugün dünya üzerinde 164 ülkenin Deniz Kuvvetleri vardır. Ama sadece 14 ülke büyük savaş gemisi tasarım ve inşa edebilme yeteneğine sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti, Deniz Kuvvetleri sayesinde bu 14 ülke arasında yer almıştır. Bu, Türk tarihinin en önemli başarılarından biridir. TCG Heybeliada korveti Temmuz ayında kutsal sancağımızla ve MAVİ VATAN ile buluşacak ve Deniz Kuvvetlerindeki şerefli görevine başlayacaktır. 

Özetle Cumhuriyet Donanması tarihinden ders almasını bilmiş, geçmişteki hataları tekrar etmemiş ve son 88 yıldır aziz Türk milletine sadece başarı ve zafer hediye etmiştir. Elbette bunlar büyük Türk Milleti’nin haklarını gasp etmeye çalışanları rahatsız etmekte, önlerine engel çıkartanları, bedhahlarla işbirliği yaparak, asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşları yolu ile engellemeye çalışmaktadır. 

Unutulmamalıdır ki, günümüz deniz savaşları doğrudan gemi batırmaktan ziyade barış zamanından itibaren filolara ve gemilere kumanda eden personelin çeşitli boyutları ile etkisiz hale getirilmesini hedeflemektedir.

Ne acıdır ki, biraz önce size özetlemeye çalıştığım, bahriyenin tüm bu başarılı faaliyetlerinin fikir sahipleri ve uygulayıcılarının birçok emekli ve muvazzaf temsilcileri bu salonda ya da diğer sahte davaların mahkeme salonlarında bulunmaktadır. 

Deniz tarihimize kayıt düşülmesi maksadıyla, bahriye üzerindeki dijital terörün dış dinamiklerini ilgilendiren başlıca sebepleri anlatmaya çalıştım. Aziz milletimiz bunları bilmeli, heyetiniz bunun farkında olmalı ve vatansever yetkililer, bu dijital terör ve iftira saldırılarını durdurarak, milletin bu fedakâr evlatlarını korumalıdır. 

Aksi takdirde morali çökertilmiş, ulusal refleksleri köreltilmiş bir deniz kuvvetinin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınları sonrası yaşananları tekrar yaşaması kaçınılmaz olacaktır. Biliyorsunuz Çeşme sonrası Kırım ve Boğazların tam kontrolünü, Navarin sonrası Yunanistan’ı, Sinop sonrası büyük ekonomik çıkarlarımızı, Haliç baskını sonrası donanmasızlık nedeni ile Kıbrıs, Balkanlar, Ege adaları, 12 adalar, Girit ve Libya’yı kaybettik. En önemlisi donanmasızlık nedeni ile Çanakkale’de anayurdumuz Anadolu’nun işgaline gelen armadayı denizde durduramadık ve 100 bin vatan evladını şehit verdik… 

Anadolu coğrafyasının donanmasızlığa ve tırnakları sökülmüş, ulusal koruma refleksini kaybetmiş donanmalara tahammülü yoktur.  

Bu dijital terör saldırısı sonunda eğer bahriye kan kaybeder, seçkin denizcilerinin tasfiyesi başarılı olur ve bunun yansımaları gelecek günlerde denizlerimizde ulusal çıkarlarımızın aleyhine tecelli ederse, tarih ve gelecek nesiller önünde, bahriye üzerinde bu oyunu oynayanlar kadar, bu oyuna alet olanlar ile sessiz kalanlar da suçlu olacaktır. Takdir aziz milletimizindir.

Silivri Mahkemesinde verdiğim savunma sonrası üye hâkim Ali Efendi Peksak (halen FETÖ üyeliğinden hapiste) bana şu soruyu sormuştu:

”Savunmalarınızda açık bir şekilde defalarca da belirttiniz. İftira ve düzmece olarak yapıldığı iddia edilen birçok belgede ya da var olduğu iddia edilen bu belgelerin altında dijital yollarda son kaydedici veyahut da son kez yazanın siz olduğunuz iddia ediliyor. Bu iftiralara maruz kalmanızın sizce sebebi nedir?”

Ben de cevaben şunları söylemiştim:

”Bunu size saatlerce anlatabilirim ama tek şey söyleyeceğim. Benim savunmamda söylediğim, “MAVİ VATAN” dediğimiz denizlerimize sahip çıkmak; bu çerçevede dört ayrı Deniz Kuvvetleri Komutanı ile Türk Deniz Kuvvetleri’nin stratejisini, konseptlerini oluşturan bir denizci, bir Amiral, bir stratejist, bir deniz tarihçisi olarak kendimi yetiştirmiş ve tarihin ve kaderin beni yetiştirdiği yerde ve zamanda bu hizmetleri sunmuş olmamdır.” 

TARİHİN ŞAHİTLİĞİ

Tarih, 13 yıl önce söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu ispat etmiştir. Ancak tarihin olgularla önümüze koyduğu bu gerçekleri, iktidar ve muhalefet partileri ile yüksek komuta heyeti 2011 yılında görememiş, milletin gözü önünde TSK’nın küçük düşürülmesine, en iyi kadroların tasfiyesine ve yerlerine FETÖ militanlarının getirilmesine göz yummuşlardır. Önce 17-25 Aralık süreci ve ardından 15 Temmuz Darbe girişimi olmasa ve Türkiye arınma sürecine girmese belki bugün FETÖ ve iltisaklı Anglosakson mandacıları devleti tamamen ele geçirmiş olabilirlerdi. Bugün, onların artıkları her yerde ve değişik şekilde hem iktidar hem muhalefette karşımıza çıkmaya devam ediyor. Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’in yanında görünüp Amerikan mandasını isteyenlerin uzantıları ile Amerikan Turancıları bugün de mevcut. Milli çıkarları koruyor görünüp, yolsuzluk, usulsüzlük numunesi yüksek bürokrasi artığı zübükler de mevcut. Ancak milletin öz evlatlarının gücü onlardan çok daha fazla. Sakarya’yı yapan yüzde 1 bugün çok daha kalabalık. Anglosakson hegemonyanın ipine sarılanları Saygon’da, Kabil’de gördük. Onların gücüne güvenerek Atatürk maskesi altında Atatürk’e, Mavi Vatan’a, Türklüğe kısacası vatanımıza saldıranlara hatırlatalım. Bu topraklarda Mustafa Kemal’i yenemezsiniz. Hele onun adını kullanarak ve takiye yaparak asla yenemezsiniz.

Cem Gürdeniz