Ormanların bitki örtüsü umut ve cesaret verir, kök salmayı öğretir. Hayatta kalmak için gerekli olan faydayı sağlar. Bunlara temiz hava, temiz suya erişim, gölge ve yiyecek dahildir.
Şehirliler için, bir zamanlar bırakın ağaçları, derme çatma saksılarda özenle yetiştirilen bitki ve çiçekler bile çok kıymetliydi.
Tek katlı, mütevazı evlerin bahçeleri, doğayla tanışmanın ilk yeriydi.
Özgürce, kardeşçe ve eşitçe nefes alınan; toplumsal birlikteliğin, dayanışmanın ve topluca eğlenmenin adresi olarak görülürdü.
Kimse kimsenin ne mezhebini ne meşrebini sorgular ne de ötekileştirirdi.
Yüksek katlı binaların inşasına geçilmesiyle birlikte, geniş balkonlu apartmanlar yalnızca yeşil alanları değil, özel hayatı bitirdi, sosyalleşmeyi azalttı.
Tarihi binaların dışında, Fransız balkonlara rastlamak da mümkün değildi.
Bugünse, önünde 1-2 bodur ağacın, birkaç metrekarelik çimin bulunduğu ve insanların tek pencereli salonlara sıkıştırıldığı en azı 15 kat olan devasa binalar var.
Doğayı, karıncayı ve solucanı tanımayan; sokak oyunlarını, ellerindeki akıllı telefonlarda oynanan oyunlar sanan şişmanlaşmış genç nesil var.
Türk sinemasının adı bile “Yeşilçam” idi. Dört yapraklı yoncasıyla anılırdı. Şimdilerdeyse Beyoğlu’nda yalnızca bir sokak adı.
Köylümüz ise Atatürk’ün veciz sözünde yer bulduğu gibi: “Milletin efendisiydi.”
Ürettikleri, karınca kararınca da olsa evlerde yerini alırdı. Sofralarında bulamayanlarsa komşuların bahçelerindeki meyve ve sebzelere ulaşmakta zorlanmazdı. Ne de olsa “göz hakkı” vardı; herkes bu bilinçle hareket ederdi.
O yıllarda da yangınlar çıkardı. Ama hiçbiri ardı ardına, bir şehirden diğerine sıçrayacak, belli bölgeleri etkisi altına alacak boyutta değildi.
Çıkan yangınlara kuşkuyla yaklaşılmaz, nedenleri sorgulanmazdı.
İnsanlar birbirinin sözüne saygı duyar, devletine güvenir, yazılı basına itibar edilirdi.
Son yıllarda, özellikle haziran-temmuz aylarında kıymetli arazilerin bulunduğu bölgelerde çıkan bu yangınların kasıtlı çıkarıldığı ihtimali neredeyse herkesin zihnine kazınıyor.
Belli ki, geçmişten yeterince somut dersler çıkarılmamış, kurumsal hafıza silinmiş; kurumlarda görmeye alışık olduğumuz aidiyet duygusu yok olmuş durumda.
Yangınların söndürülmesi sürecinde sorumluluk makamında olanların kaçamak bakışları ve yarım yamalak açıklamaları dikkat çekiyor, kusur ve suçlu başka yerlerde aranıyor.
Yerin altındaki madenlere ulaşmak için kıymetli ağaçların kesilmesine olanak tanıyan yasaları çıkarmaya çalışan zihniyetse, binlerce futbol sahası büyüklüğündeki ormanların, seraların, iş yerlerinin ve evlerin yanmasına kayıtsız kalmakla yetiniyor.
Yorgunluk ve çaresizlik içinde sadece anılarına ulaşmayı düşünen köylüler ve yöre halkı ile şehit olmayı göze alarak cansiperane çalışan orman emekçileri başrolde.
Önemli bir insan gücü olan asker yine sahada yok.
Gözler önünde olan bir başka mesele ise, söndürme uçaklarının nitelik ve nicelik bakımından yetersiz oluşu ve gece uçuş kabiliyetlerinin olmayışıdır.
Yaşananların başlıca nedeni; öngörüsüzlük, plansızlık, liyakatsizlik, ihmaller zinciri… Daha fazlasını yazmaya elim varmıyor.
Çıkartılan 2/B yasalar dahil, 1982 Anayasası’nın 169. ve 170. maddelerinin, ormanların ve orman köylüsünün korunması görevini devlete verdiğini anımsatalım.
Çok yazık ediliyor, benim yalnızlaştırılan güzel ülkemin nefes borusu olan ormanlarına.
Neticede, manzara hazin ve yürek dağlayıcı.
Ülkemize nefes aldıracak ormanlarımızı yok edenler, sonunda hem kendi hırsına hem doğanın dengesine yenilecektir.
Bir anekdotla bitirelim:
Türkiye’de yer üstü ve yer altı kaynakları hoyratça kullanılırken ya da nüfuz sahiplerine peşkeş çekilirken, Almanya’da tanık olduğum bir uygulama şöyle:
Kurumuş ağaçlar yerinde budanıp talaş hâline getirilerek, mobilya üretimi için Çekya ve Slovakya gibi ülkelere gönderiliyor. Sonra? Sıkı durun:
Alman otomotiv devlerinden biri, Türkiye distribütörüne bu mobilyaları yalnızca yukarıdaki ülkelerden alma şartı koşuyor.
Böylece hem üçüncü ülkelerin iş gücünden yararlanılıyor hem de ağacın bir dalına bile katma değer katılarak bir taşla iki kuş vuruluyor.
Bir ağacın kurumuş dalından dahi istifade eden Almanya’nın hatırı sayılır miktarda ticaret fazlasının minör nedenlerinden biri daha olsa gerekir.
Türkiye ise bu kayıtsızlığı nedeniyle sadece yeşil bitki örtüsünün değil, çocuklarının geleceğini riske atıyor.
Son sözse: Köylü oldu kasabalı, şehirli bitti herkes oldu kasabalı.
İsmet Hergünşen