Türkiye’nin 1959’da başlayan AB macerası, 1996’daki Gümrük Birliği ve 2005’teki tam üyelik müzakereleriyle devam etmiştir. Türkiye, siyasi üyelik hakkı tanınmadan Gümrük Birliği’ne alınan ilk ülke olmuştur. 2002 sonrası AKP iktidarı, AB’ye tam üyelik hedefi doğrultusunda bugüne kurucu ilkeleri, devlet yapısı ve iç istikrar alanında ciddi yansımaları olan hayati tavizler vermiş ancak AB’den karşılığını alamamıştır. AB’nin Türkiye’nin jeopolitik ağırlık merkezlerine yönelik baskı politikaları her dönem devam etmiştir. Annan Planı ile KKTC, Sevilla Haritası ile Mavi Vatan, AB Uyum ve Açılım Süreci ile Güneydoğu Anadolu hedef alınmıştır. Bugün söz konusu ağırlık merkezlerine baskılar ABD ile uyumlu şekilde devam etmektedir. AB, tarihsel olarak Türkleri öteki olarak görmüştür. Avrupa’nın 11.yüzyıldan itibaren Türklerle çatışmalı bir geçmişi vardır. Günümüzde Almanya’nın ve Fransa’nın PKK ve FETÖ’ye destek vermesi, hemen hemen tüm AB ülkeleri ile İngiltere ve ABD’nin Türk Yunan ihtilaflarında Türkiye karşısında durmaları bu tarihsel sürekliliğin göstergesidir. AB, Türkiye’yi kendi jeopolitiği için rakip görse de Türkiye’nin Rusya ve Çin ile yani Asya güçleri ile ittifak halinde hareket etmesini, Asya’ya yönelmesini, AB/ ABD etkisinden çıkmasını kabul etmez. Türkiye AB ile tam üyelik vizyonuna bağımlı ve aynı zamanda NATO içinde kaldığı sürece kendi jeopolitik egemenliğini elde edemez. Bu nedenle pek çok alanda egemenliği hedef alınan Türkiye’nin AB ile tam üyelik hevesini sürdürmesi gerçekçi değildir. Jeopolitik perspektifte celladına yanaşmaktan başak bir şey değildir. Diğer yandan ekonomik alanda Türkiye, 1996’dan bu yana AB ile Gümrük Birliği Anlaşmasından bazı kazançlar elde etse de aynı derecede kayıpları da olmuştur. Alman Dışişleri Eski Bakanı Klaus Kinkel Gümrük Birliği üyelik dönemi başlangıcında şöyle demişti: ‘’Türkiye artık bizim Cezayir’imizdir. Bu birliğin sonunda Türkiye tam üye olmadan yani tüm ortaklık haklarını elde etmeden kendi pazarını artık Avrupa’ya açmıştır.’’ Türkiye’nin AB tam üyeliğine kabul edilmeden Gümrük Birliğine kabulü ile kolaylaştırılmış ticaret, malların daha kolay hareket etmesine olanak tanınması ve yabancı sermaye girişinin teşvik edilmesi sağlanmış olsa da ülke ekonomisi için hayati önemde olan sanayi sektörü ve tarım sektörümüzün kaderi, karar mekanizmasında asla yerimizin olmadığı AB’ye bırakılmıştır. Tarımsal ihracat konusunda, bu sektörün büyümesini engelleyebilecek kısıtlamalarla karşı karşıya kaldık ve küçüldük. Bugün tarımda dışa bağımlı ülke haline geldik. Bu anlaşma ile Türkiye Avrupa mallarına kapılarını açtı. Buna karşılık diğer ülke ve bloklarla serbest ticaret anlaşmaları yapmamız kısıtlandı. En önemlisi AB’nin tüm ticari kararlarını çıkarlarımıza olsun olmasın kabul ettik. Diğer yandan Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için 27 ülke içinde siyasi irade ve istek yok denecek kadar az. Türkiye’nin AB’nin hukuk, insan hakları, yolsuzluklarla mücadele, şeffaflık gibi müktesebatının öne çıkardığı alanlarda çok geride kalması önemli rol oynuyor. Ancak AB’nin de özellikle İsrail Filistin krizinde insan haklarını soykırıma varan derecede yerle bir eden İsrail ile aynı cephede durması; Rusya Ukrayna Savaşını Ukrayna’nın büyük kayıplarına rağmen sırf AB savunma bütçesinin astronomik artışı için sürdürmeye odaklanması maksadıyla Rusya düşmanlığını en üst seviyeye taşıması; Almanya’da ADF’nin; Fransa’da Marine Le Pen’in, Romanya’da Calin Georgescu’nun yasaklanmasını teşvik etmesi; Ukrayna’da alenen neo Nazilerle aynı çizgide durması AB’nin güvenilirlik ve ideal oluşturma özelliklerini zayıflatmıştır. Peki, AB bugün ne durumdadır? ABD’den ilki jeopolitik, ikincisi ekonomik üst üstte yediği iki darbe ile AB nereye savrulmaktadır? Ukrayna Rusya savaşını kendisine büyük ekonomik kayıplar yarattığı ve yeteneği olmadığı halde neden desteklemektedir? Bu soruların cevapları Türkiye’nin AB’ye yaklaşım perspektifinde şüphesiz yol göstericidir.
AB JEOPOLİTİĞİ
AB emperyalist bir yapılanmadır. Savunma ve güvenlik boyutunda ABD’ye tam bağımlı kalmış, emperyalist karakterdeki Atlantik jeopolitiğinin ABD yanında ayrılmaz parçası ve temsilcisi olmuştur. Soğuk savaş bitince bağrında, neredeyse soykırım seviyesinde Boşnak katliamlarının yaşandığı Yugoslavya krizine müdahale edememiş, Amerikan silah gücüne muhtaç kalarak geri çekilmiştir. Daha sonra eskiden Sovyet etki alanında kalan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tamamının NATO üyesi olmalarını ve Amerikan etki alanına girerek Rusya’yı kışkırtacak yıkıcı hamleler yapmalarını teşvik etmiştir. 11 Eylül sonrası AB’nin büyük güçleri Fransa, İngiltere ve İtalya Amerikan neocon politikalarına (Terörle Küresel Savaş -GWOT) kayıtsız şartsız teslim olmuş, Neoconların uydurduğu Saddam’ın nükleer silah masalına, yalan olduğunu bildikleri halde inanmışlardır. Enerji arz güvenliğinde bağımlı olduğu sınırdaşı Rusya ile düşmanlık ve hatta savaşı göze alma eşiğini, soğuk savaş yıllarından daha üst seviyeye çıkarmıştır. Soğuk savaşın bitmesiyle Avrupa Silahlı Kuvvetleri, NATO üzerinden büyük bir savaşı kurşun atmadan başarmanın sarhoşluğu içinde ABD gibi küçüldü. Savaş gemileri, uçaklar, zırhlı birlikler hızla emekli edildi. 1993 yılında Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa’nın ortak dış ve güvenlik politikası (CSFP), gündeme geldi. Aynı yıl genişleme kararı aldılar. Ancak genişleme savunma yeteneklerinde söz konusu olmadı. ABD güdümündeki NATO’nun AB’ye savunma otonomisinin kapısını aralaması, ilk kez Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (ESDI) ile başladı. Bu kimliğin politikaya dönüşmesi (ESDP) ancak 1999 yılında başarıldı. Aradan geçen yıllarda AB, hırslı birkaç girişime rağmen (Avrupa Ordusu, PESCO vb.) gerek Rusya gerekse ABD karşısında kolektif askeri yeteneklerinin özgül ağırlığını artıramadı. Zira ABD 1949 sonrası Avrupa ülkelerini, İngiltere ve kısmen Fransa hariç stratejik tembelliğe alıştırdı. Avrupalılar kendilerine sunulan neredeyse bedava savunma ve caydırmadan memnun şekilde savunma harcamalarını ekonomik alanda değerlendirdiler, refah toplumu kurdular. Şimdi AB, refah devletleri topluluğundan, güvenlik devletleri topluluğuna geçme durumunda kaldı ve zorlanıyor. 800 milyar avroya yakın bir kaynağa 2030 yılına kadar ihtiyaç duyuyorlar. Bu kaynaklar halklar üzerinde ciddi kemer sıkma politikaları olmaksızın sağlanamaz. Bugün ABD gerilerken, AB ve İngiltere her alanda zayıflarken Ukrayna Rusya savaşı sona yaklaşıyor. Ukrayna artık Trump’ın açık askeri desteğini de kaybetmiş durumda. Avrupa’da Fransa dışında Ukrayna’da güvenlik garantisi sağlayacak yapılanmaya asker verecek ülke yok. Diğer yandan bugün için AB, yanında ABD olmaksızın Rusya karşısında tek başına caydırıcılık sağlayamıyor. Ancak bu zafiyet ABD’nin jeopolitik çıkarlarıyla uyum sağlıyor. Zira ABD, AB ile Rusya yakınlaşmasını ve dolayısı ile Avrasya adasının batısında birliğini sağlamış bir güç istemez. O nedenledir ki, Rusya’nın Avrupa’ya tehdit teşkil edecek şekilde davranması her zaman teşvik edildi. Diğer yandan AB’nin bugünkü yönetim kadroları ile Londra merkezli küresel Oligarşik Finansal yapı ve monarşi ile ABD’li neoconların etki alanında olduğu söylenebilir. Bu yapı Rusya’nın dünyanın en büyük nükleer savaş gücüne; çok zengin doğal kaynaklara ve en büyük yüzölçümüne sahip bir devlet olarak Avrupa’nın yanı başında büyümesine izin vermez. Ancak Ukrayna’yı destekleyecek askeri güce sahip olmadıkları halde Ukrayna’nın savaşa ve Rusya’ya zarar vermeye her koşulda devam etmesini dayatıyorlar. Bu durumun ABD askeri endüstrisinin AB ülkelerine sürekli silah satışını da teşvik ettiğini ekleyelim. Geçen yıl ABD, Avrupa ülkelerine 120 milyar dolar değerinde silah sattı. Bu çok kıymetli ticaretin devamı için ABD her zaman Avrupa için bir tehdidin varlığını ister. ABD, Çin ile denge arayışında Avrupa’dan uzaklaşırken, AB’nin savunma harcamalarını artırıp Rusya ile sürekli düşman kalmasını arzular. Bu nedenledir ki 9 Mayıs 2025 tarihinde Moskova’da yapılan Zafer Törenlerine İkinci Dünya Savaşında Avrupa’yı Nazi işgal ve rejiminden kurtaran asıl güç Sovyetler olduğu halde AB iştirak etmemiştir.
AB VE AŞİL TOPUKLARI
AB eski Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell Avrupa’yı ‘’dünyanın geri kalanının vahşi ormanı ile çevrili bir refah bahçesi” olarak tanımlamıştı. Ancak önce Covid dönemi ve ardından Rusya Ukrayna krizi ve son olarak Trump’ın MAGA rejiminin AB Savunma ve Ekonomisine doğrudan saldırı sayılabilecek açıklama ve uygulamaları ile AB refah bahçesi olmaktan hızla uzaklaşıyor. Avrupa Birliği (AB), Trump yönetiminin 20 Ocak 2025’te iktidara gelmesinden sonra ciddi kriz içine girdi. Bugün itibarıyla çeşitli alanlarda önemli zorluklarla karşı karşıya. Bu zorluklar, AB’nin iç bütünlüğünü ve küresel etkinliğini ciddi şekilde tehdit etmektedir. Bunlar AB’nin “Aşil topukları” olarak değerlendirilebilir. Bu zorluklar sırasıyla Ekonomik Durgunluk ve Rekabet Gücü Kaybı; Göç ve Sığınma Politikalarındaki Zayıflıklar; Dış Politika ve Savunma Alanında Stratejik Zafiyetler; Enerji Açığı ve Sanayisizleşme; Üye Devletler Arasındaki Siyasi İstikrarsızlıklar; Tarım Politikaları ve Çiftçi Protestoları, Nüfus azalması ile Kurumsal ve Stratejik Uyum Eksikliği olarak sıralanabilir. Bu zafiyetler AB’nin 21.yüzyılın son 75 yılında yeni vizyon belirlemesi ve rota çizmesini gerekli kılıyor.
EKONOMİK DURGUNLUK
AB yaşlanıyor ve üretkenliği düşüyor. Dijitalleşme ve yeşil dönüşüm konularında ABD ve Çin’in gerisindeler. Lokomotif Almanya’nın sanayi temeline bağlı ekonomisi Çin rekabetinden ve Rusya Ukrayna Savaşı nedeni ile ABD’nin uyguladığı baskılardan ciddi şekilde etkileniyor. AB ekonomisi, son yıllarda düşük büyüme oranlarıyla dikkat çekmektedir. 2025’te %1,5’lik bir büyüme öngörülürken, bu oran ABD ve Çin gibi büyük ekonomilerin gerisindedir. Ayrıca, yüksek kamu borçları ve bütçe açıkları, özellikle Yunanistan, İtalya, Fransa, Belçika, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde ekonomik esnekliği kısıtlamaktadır. 2023’te AB’nin Çin ile 291 milyar avroluk bir ticaret açığı vardı ve bu da bir dengesizliğe işaret ediyordu. Bugün bu açık Çin lehine 305 milyar avroya varmıştır. Çin, nadir metaller, ilaç ve kimyasallar da dahil olmak üzere AB’nin bağımlı olduğu 200’den fazla ürünün yaklaşık üçte birini tedarik ediyor ve bazı sektörler %90’a kadar bağımlılığa ulaşıyor. Çin, 2025’in sonuna kadar AB’nin en iddialı olduğu otomobil üretiminde AB’yi geride bırakacaktır. Bu süreçte AB’nin kendi iç kurallarının katılığı da önemli rol oynuyor. AB’nin başta çevre düzenlemelerini basitleştirmemesi ve azaltmaması durumunda Avrupa otomotiv pazarının on yıl içinde yarıdan fazla azalabileceği konusunda uyarılar medyada yer alıyor. Trump yönetimi de AB karşısında artan ticaret açığını aşağıya çekmek ve AB’den yapılan ithalatı yeni tarifeler üzerinden azaltmayı çoktan hedefe koydu. ABD 2022’de AB lehine 131 milyar dolar ticaret açığı vermişken bu açık 2024’te 235 milyar dolara yükseldi. Trump bu oranı tersine çevirmek için AB ekonomilerinin zayıflamasını hedeflerken diğer yandan da savunma harcamalarının artışını istemektedir. Bu durum şüphesiz büyük kırılganlıklar yaratacaktır. Diğer taraftan AB ekonomisinin bir diğer lokomotifi Fransa, artan borç stokları ve dengesiz iç siyasetle karşı karşıya kalmış durumda. Göçmen ve kültürler arası çatışmalarla uğraşan Fransa, 2024 yılında milli gelirinin %5,8’ine eşit bir bütçe açığı kaydetti. Uzmanlar bu durumda 3-4 yıl içinde, sadece borç faizinin yılda 108 milyar doları aşabileceğine dikkat çekiyor. Bu miktar Fransa’nın eğitim ve savunma bütçelerinin toplamına eşit. Diğer yandan AB’de genç işsizliği şubat ayında %14,5 oldu ve bu da gençlerin işgücü piyasasına entegrasyonundaki zorlukları yansıtıyor.
YASADIŞI GÖÇ SORUNU
ABD neoconlarının, İsrail ve NATO’nun neden olduğu Kuzey Afrika ve Ortadoğu krizleri nedeni ile AB, Arap Baharı sonrası ciddi yasadışı göç ve mülteci akımına sahne oldu. İşin ilginç yanı Akdeniz üzerinden bu hareketlenmenin öngörülmesine rağmen AB’nin ABD ve İsrail politikalarına (Somali, Sudan, Afganistan, Irak, Libya, Suriye) kayıtsız şartsız destek vermesidir. 2011 ile 2015 arasında 604 bin mülteci ve kaçak göçmen AB topraklarına girdi. Bu sayıya 2015 yılında neredeyse 2 milyon eklendi. Türkiye ile AB’nin -9 milyar avro karşılığı- onur kırıcı yasadışı göç mutabakatını imzalaması ile bu sayı 2016’da yarım milyona düştüyse de 2017 ile 2025 arasında toplamda 1,8 milyon Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Sahel göçmeni daha AB ülkelerine geçmeyi başardı. Bugün itibarıyla AB sınırları içinde 6,2 milyon Ukraynalı dışında 3 milyon Ortadoğu/Afrika kaynaklı mülteci/geçici koruma altında insan mevcut. Ayrıca yıllık bazda 900.000 ila 1 milyon arasında ilk sığınma başvurusu yapılırken 200.000 ile 250.000 arasında düzensiz göçmen AB’ye giriş yapmaktadır. 27 üyeli AB’de toplamda 3 milyon Ortadoğu/Afrika kökenli mülteci/geçici koruma altında insan varken Türkiye’de tek başına 2,8 milyon Suriyelinin bulunması son derece üzücü ve düşündürücüdür. Diğer yandan AB’nin göç ve sığınma politikaları, üye ülkeler arasında uyumsuzluklar nedeniyle etkin bir şekilde uygulanamamaktadır. 2015’ten bu yana artan zorunlu göç hareketleri karşısında AB neredeyse savunmasız durumdadır. Bu konuda yeni ve bağlayıcı düzenlemelerin 2026’da yürürlüğe girecek olması, mevcut sorunların çözümünü geciktirmektedir. AB’nin en büyük göç nedeni olan Afrika’ya bakışı da değişmiş değil. Bugün Afrika’nın geri kalmasının en büyük nedeni 15 -17 yüzyıllar arasında ucuz emek olarak köleleştirilen milyonlar ve daha sonra başta altın olmak üzere değerli mineral ve madenlerin sınırsızca ve acımasızca sömürülmesidir. AB, bugün sömürdüğü ülkelerden değişik nedenlerle göç eden mülteciler, kaçak göçmenlerle dolup taşmaktadır. Afrika kıtası ve bilhassa Sahel bölgesi insanları Akdeniz kıyıları üzerinden Avrupa limanlarına erişim için her yolu denemektedir. Bu göçün durması Afrika’da kan dökülmesinin durmasına, iç savaşların sona ermesine ve ekonomik istikrarın tesis edilmesine bağlıdır. Afrika’nın bugünkü nüfusu 1,4 milyardır. Yüzyılın başında bu nüfus 133 milyon idi. Mantıklı düşünce yolu ile Avrupa, 11 kat bu artıştan etkilenmemek için Afrika’da istikrar yaratmalı ya da istikrar yaratacak güçlerle iş birliği yapmalıdır. Bugün Afrika’da en büyük istikrar yaratıcı devlet Çin’dir. AB’nin Afrika’da Çin’i rakip olarak değil iş birliği unsuru olarak görmesi gerekirken AB, Çin’i rakip görmektedir. Avrupa sömürgeci kimliği ile Afrika’da Çin’in güçlenmesinden rahatsız olmaktadır. Bu durum Avrupa’ya yönelik göçün önlenmesine hizmet etse de bu anlayıştan kurtulamıyorlar.
DIŞ POLİTİKA VE ORTAK SAVUNMA SORUNLARI
AB, dış politika ve savunma konularında ortak bir strateji geliştirmekte zorlanmakta. Bu zayıflık Rusya-Ukrayna Savaşı’nda ABD’ye olan bağımlılığı tekrar ortaya çıkardı. Üye devletlerin egemenlik alanlarında yetki devrine sıcak bakmaması, birliği askerî açıdan zayıf ve ABD’ye bağımlı hâle getirmiştir. Bu durum, aynı zamanda AB’nin küresel bir aktör olma potansiyelini sınırlamaktadır. Özellikle Macaristan, Slovenya gibi Rusya’ya yakın ülkelerin durumu AB’nin oydaşma içinde güvenlik politikası geliştirmesine izin vermiyor. Diğer yandan son 76 yıldır savunma bütçesine milli gelirden ortalama %2 civarında ve hatta altında kaynak aktaran çoğunluk AB devletinin 2022 Ukrayna Rusya savaşı sonrası savunma bütçelerini %2 üzerine çıkarması halktan henüz ciddi tepki almadı. 2022’de savunmaya 240 milyar avro harcayan AB 2024’te 326 milyar avro harcadı. Ancak Trump’ın iktidarı sonrası ABD ve AB elitlerinin Rusya ile düşmanlık uğruna bu oranı %5’e yükseltme baskısı devam ediyor. Bu kapsamda AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, 4 Mart 2025’te Avrupa’yı Yeniden Silahlandırma Planı (ReArm Europe) adlı stratejik bir savunma girişimi önerdi. Bu plan, 2030 yılına kadar Avrupa’nın savunma altyapısını güçlendirmek amacıyla 800 milyar avroya kadar yatırım yapmayı öngörüyor. Bu artışın halka yüklenecek yeni vergiler üzerinden sağlanacağı kesin. Bu durumun da ciddi sosyal patlamalar yaratma potansiyelini hatırlatalım. Bu kaynak bulunsa da son 76 yıldır refah toplumuna dönüşen Avrupa halklarının savaşçı ve ölmeye hazır güvenlik paradigmasına geçmesi kolay değil.
ENERJİ AÇIĞI VE SANAYİSİZLEŞME
Avrupa Birliği, Ukrayna Rusya savaşının başlamasından sonra enerjide ucuz Rus doğal gazından uzaklaşarak (%41’den %10’a) ABD kaynaklı pahalı LNG tedariğine (%20’den %45’e) yönelmiştir. Bu durum hane halkının enerji faturasını toplamda 2 kattan fazla artırmış, toplamda enerji kıtlığı yaşayan kitlelerin sayısı 30 milyondan 80 milyona çıkmıştır. Almanya’da 2022 yazında sabotaj sonucu imha edilen Kuzey Akım boru hatlarının durumu ile ilgili soruşturma bile açılmamıştır. ABD, İngiltere ve Baltık ülkelerinin istihbarat ve özel kuvvetlerinin bir operasyonu olan bu sabotaj Alman milli servetine zarar verdiği halde açıklama dahi yapılmamıştır. Diğer yandan Rusya ile Avrupa’nın başta enerji olmak üzere ticaretin önlenmesi bir yana başta Almanya olmak üzere Avrupa sanayinin ABD’de üretime devam etmesi için her türlü manipülasyon yapılmış ve sonunda ağır tarifeler getirilmiştir. Avrupa sanayi üretimi 3 yılda %3 gerilemiştir. Benzer şekilde egemen AB ülkelerinin elektrik çevrimlerine AB müktesebatı ve komisyon kararları sonucu müdahaleler ile ülkeler birbirlerine daha bağımlı hale getirildi. 2025 baharında İspanya, Portekiz ve Fransa’nın bazı bölgelerinde yaşanan kitlesel elektrik kesintisinin neden olduğu, krizin paniğe yol açması nedeniyle AB’de olağanüstü hâl ilan edildi. Böylece Avrupa’nın enerji güvenliğini sağlamadaki başarısızlığı bu alanda da ortaya çıktı.
ORTAK POLİTİKA EKSİKLİĞİ
Bugün 27 üyeye sahip AB genişliyor. Ancak genişlemenin asıl nedeni jeopolitik. Bunun en tipik örneği Kıbrıs. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin bölünmüş olması ve ciddi siyasi -askeri sorunlarla iç içe olmasına rağmen 2004 yılında üye yapılması AB’nin Doğu Akdeniz havzasında etki alanını genişletmesine yönelikti. (Türkiye’nin bu hamleye garantör devlet olarak onay vermesi cumhuriyet tarihinin en büyük hatalarından birisiydi.) AB’nin karar alma mekanizması, özellikle dış politika, vergi ve bütçe gibi hassas konularda oybirliği esasına dayanmaktadır. Bu durum, herhangi bir üye devletin vetosu ile kararların alınamamasına yol açabilmektedir. Avrupa Parlamentosunda 7 ayrı siyasi gruplaşma (Avrupa Halk Partisi, Sosyalistler ve Demokratlar vb.) jeopolitik perspektifte, batı, doğu, kuzey ve güney üye gruplaşmaları; ekonomik perspektifte Şengen ve avro Bölge ayrışmaları mevcuttur. Bu çeşitlilikler AB’nin zenginliği olarak lanse edilse de ABD’nin Avrupa güvenliğinden çekilmesi ve Trump’ın gümrük tarifeleri sonucu söz konusu zenginlik aksine ayrışmayı daha da hızlandıracak, bu durum da karar süreçlerini menfi etkileyecektir. Diğer yandan AB içinde entegrasyon bugüne kadar iki farklı hızla ilerledi. Almanya-Fransa odaklı “çekirdek Avrupa” derin entegrasyonu sürdürürken, doğu ve güney ülkeleri daha gevşek entegrasyon istiyor. Macaristan ve Polonya gibi ülkeler, AB’nin hâkim görüşüne göre demokratik değerler ve hukuk devleti ilkeleri konusunda sorun yaratıyor, bu da birlik içinde çatlaklar oluşturuyor. Ukrayna’nın üyelik süreci de tamamen jeopolitik nedenlerle gündemde tutuluyor. Ancak gerçekçi değil. AB’nin iki büyük ekonomisi olan Almanya ve Fransa, iç siyasi sorunlarla mücadele ediyor. Almanya’da ekonomik yavaşlama, Fransa’da ise gerek ekonomik kriz gerekse hükümet krizleri, bu ülkelerin AB içindeki liderlik rollerini zayıflatmaya devam ediyor. Tarihinin en zor dönemini yaşayan AB’nin ortak politikalar geliştirme kapasitesi bugün için büyük yara almış durumda. Üye devletler arasındaki görüş ayrılıkları ve ortak vizyon eksikliği, birliğin krizlere karşı etkin bir şekilde tepki vermesini engellemektedir.
TARIM POLİTİKALARI VE ÇİFTÇİ PROTESTOLARI
Avrupa’da çiftçiler AB tarım politikalarından menfi şekilde etkileniyorlar. Çiftçiler artan üretim maliyetleri ve AB’nin tarım politikalarına karşı protestolar düzenlemektedir. Yüksek enerji, yakıt ve gübre maliyetleri ile dış ülkelerden gelen ucuz tarım ürünleri, çiftçilerin tepkisini çekmektedir. Bu durum, AB’nin tarım politikalarının sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır. Çiftçilerin üretim maliyetleri Rusya-Ukrayna savaşının ardından enerji, gübre ve nakliyede yaşanan artışlar, nedeni ile önemli ölçüde arttı. Diğer yandan çiftçilerin gelirleri azaldı. AB’nin Yeşil Mutabakat kapsamında pestisit ve gübre kısıtlamaları ya da nadas mecburiyeti gibi çevresel düzenlemeler de üretim süreçlerini zorlaştırdı. Bunların üzerine AB’nin Ukrayna’dan gelen tarım ürünlerinden gümrük vergisi almaması ile Güney Amerika ülkeleriyle (MERCOSUR) imzaladığı serbest ticaret anlaşmaları çiftçileri zorladı. AB’nin Ortak Tarım Politikası çerçevesinde sağladığı sübvansiyonların büyük işletmelere gitmesi de başta Doğu Avrupa ülkelerinde çiftçilerin protestolarını tetikledi. Halen bu sorunlar aratarak devam ediyor.
NÜFUS AZALMASI
AB’nin 2050 yılına kadar karşı karşıya olduğu demografik sorunlar ekonomik büyüme, sosyal güvenlik sistemleri ve iş gücü piyasalarını ciddi şekilde etkileyecektir. AB nüfusu 2026’da 453,3 milyona eriştikten sonra 2050’ye kadar 448 milyona düşecektir. 65 yaş üzeri nüfus ise 94 milyondan 136 milyona çıkacaktır. Sosyal güvenlik sorumluluğu altında devletin yükü önemli ölçüde aratacaktır. Bu durum 15-64 yaş arası çalışan nüfusu %64’ten, %56’ya düşürecektir. Bunun anlamı üretim kapasitesi ve ekonomik büyüme alanında zafiyet yaratacak şekilde 27 üyenin 22’sinde çalışan insan sayısı düşecektir. AB, özellikle sağlık, inşaat ve bilişim gibi sektörlerde bugün dahi ciddi zorluklar yaşamaktadır. Her yıl yaklaşık 1 milyon iş gücü kaybı yaşamaktadır. Bu açıkları kapatmak göçmen işçiye ihtiyaç duymaktadır. Her ne kadar mülteciler ve yasa dışı göçmenler kaçak olarak çalışıp bazı sektörlerde açığı kapasalar da bu durum bazı ülkelerde siyasi kutuplaşmayı ve yabancı karşıtlığını körükleyebilir. Dolayısı ile bu kitlelerin yaratacağı sosyal sorunlar bugünün ekonomik kazançlarından çok daha fazla olacaktır. Fransa’da ve İngiltere’de yaşananlar buna örnektir.
DEĞERLENDİRME
ABD’nin hegemonik gücü her alanda gerilemektedir. Buna paralel olarak AB’nin de hem ekonomik hem jeopolitik gücü gerilemektedir. Rusya ve Çin, Küresel Güney ile artık küresel siyaseti belirleyici güçlere dönüşmüştür. AB’nin karşı kaldığı ciddi hamlelere rağmen ABD’nin yörüngesinden çıkıp çıkmayacağı savunma yeteneklerinin ve siyasi bütünlüğünün bir fonksiyonu olacaktır. Ancak refah devletleri topluluğunun güvenlik devletine dönüşmesi çok zordur. ABD’nin 1968 sonrası Nixon döneminde yaşadığı Vietnam tecrübesi ortadadır. ABD, kendi hegemonik çıkarları için AB ülkelerini başta Almanya, Polonya, Romanya ve Yunanistan’ı vassalları olarak kullanmaya devam edecektir. Ancak Rusya ve Çin karşısında durum üstünlüğü sağlayamayan, kendi içinde çok ciddi demokrasi, ekonomi ve iç savaş tartışmalarını gündeme getirecek kadar hayati kamplaşma sorunları yaşayan ABD, diğer AB ülkelerinde hızla güven kaybına neden olmaktadır. ABD karşısında sağlam duruş sergileyemeyen AB nomenklaturası da AB ülkeleri içinde güven kaybına neden olmaktadır. Macaristan ve Slovenya’nın durumu ortadadır. Bu durum gelecekte pek çok AB ülkesinin Rusya ve Çin ile dostane ilişkiler kurmasını engellemede AB ve ABD’yi zorlayacaktır. Böylesine bir karmaşık konjonktürde AB’nin Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesi ve tam üyelik perspektifini açması ancak ve ancak Türkiye’nin kollektif batı jeopolitiğine boyun eğerek KKTC, Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de tavizler vermesiyle, mümkün olacaktır. Bu sürecin de ucu açık tutulacaktır. Türkiye tam üye olsa bile 21. Yüzyıl jeopolitiğinin yakıcı sorunlarını AB uğruna kendi aleyhinde sonuçlandırmak zorunda kalacaktır. Bu da mümkün değildir. Diğer yandan Türkiye’nin güvenlik devleti ve büyük bir silahlı kuvveti idame ediyor olması ABD savunma şemsiyesinden ayrılmak zorunda kalan Avrupa’nın savunma yeteneklerini geliştirmek için fırsatlar sunmaktadır. O nedenle son aylarda Türkiye’ye son derece iltifatkar şekilde yaklaşmaktadırlar. Ancak bu durumun tek taraflı bir çıkar ilişkisi olduğunu hatırlatmak gerekir. AB, Yunan ve GKRY gibi açık Türk düşmanı ve çok sayıda dolaylı Türk düşmanının mevcut olduğu bir kulüptür. Türkiye asla ve asla jeopolitik çıkarlarını garantiye almadan bu tuzağa düşmemelidir. Şüphesiz Türkiye’nin geleceğinde son 66 yıldır dışında tutulduğu AB’nin çıkarları değil, Türkiye’nin çıkarları öncü rol oynamalıdır. Türkiye, hayali bir AB üyeliği yerine, coğrafyası, ekonomisi, ticareti ve tarihinin gerektirdiği Avrasya merkezli kendine has çok boyutlu dış ve savunma politikası oluşturmalı ve uygulamalıdır. Türkiye 21. Yüzyılda anti emperyalist ve anti Siyonist tutum içinde kalmalıdır. Bu durum diğer taraftan devletimizi batı karşıtı (anti western) yapmamalıdır. Türklerin Avrupa’ya batı uygarlığı olarak yönelişi Osmanlı Devleti döneminden bu yana devam etmektedir. Türkiye, laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti kimliğini koruyarak batı uygarlığı olarak tarif edilen, evrensel kültür, hukuk, kurallar, insan hakları normları çerçevesi içinde hareket etmelidir. Din temelli ve etnik temelli siyasi partiler bu hedeflere erişimde engebeler yaratsa da Türk milleti, başta dinin siyasallaşması üzerinden din ile aldatılmaya, maddi değerler üzerinden yolsuzluklara, baskılar sonucu oluşan kanunsuzluklara karşı durmalıdır. Mandacı doktrin altında kayıtsız şartsız gerileyen batıya teslimiyete karşı uyanık olmalı, şartlar ne olursa olsun ülkemizi iç karmaşa ortamına taşıma potansiyeli olan kışkırtmalara, kutuplaşma tuzaklarına düşmemelidir. Türkiye’nin hâlâ “AB’ye tam üyelik hedefimizdir” gibi jeopolitik gerçeklerle uyuşmayan bir hayali sürdürmesi, Tanzimat’tan bu yana süren Batı’ya hayranlık ve bağımlılık zihniyetinin devam ettiğini gösteriyor. AB üyeliği artık Türkiye için somut ve elde edilebilir bir hedef değil, gri bir alanda oyalama istasyonudur. AB’nin Türkiye’ye biçtiği rol göçmen deposu ve çevre ülke olmaktan öteye gitmemektedir. 1996’dan bu yana bir kısım avantajlar elde ettiğimiz ancak bir o kadar kayıplar yaşadığımız Gümrük Birliği yeniden gözden geçirilmeli ve AB’nin bugün karşı karşıya kaldığı çok ciddi zafiyet alanları göz önüne alınarak fayda ve mahzur analizi yeniden yapılmalıdır. AB hedefi gibi soyut ve elde edilmesi jeopolitik nedenlerle çok zor olan bir hedef ile oyalanmak yerine BRICS+ ve Avrasya/Afrika merkezli politikalar, Türkiye’ye bağımsızlık temelinde kalkınma ve çok yönlü diplomasi imkânı sağlayabilir. Bu dönüşüm hem ekonomik bağımsızlık hem de jeopolitik egemenlik açısından zorunlu hale gelmiştir. AB, Türkiye için artık bir hedef değil; karşılıklı saygıya dayalı sınırlı iş birliği yapılabilecek bir aktör olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin asıl önceliği, kendi jeopolitik çıkarlarıdır. AB ile kurumsal ilişkilerini eşit statüde sürdüren ama üyelik takıntısından kurtulmuş bir dış politika esas olmalıdır. Bağımsız, çok yönlü, pragmatik bir dış politika ile ne Batı’ya tam angajman ne de Doğu’ya tam yöneliş yerine her iki tarafla dengeli ilişkiler kurarak kendi stratejik özerkliğini inşa etmesi esas olmalıdır. Türkiye gelecek on yıllara sıcak para akışına bağımlı küresel finans tuzağından uzaklaşmış, üretim ekonomisine yönelmiş, ekonomik bağımsızlık parametrelerine yakınlaşmış bir devlet olarak temellerini sağlam tutmalıdır. Böyle bir Türkiye ısrarcı bağlantısızlık, çok kutuplu dünya düzeni içinde aktif tarafsızlığı başarabilir. Bunun reçetesi de şüphesiz Kemalizm’in altı okunun yani devletçilik, halkçılık, devrimcilik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkelerinin içinin sözde ya da teoride değil özde ve pratikte doldurulmasıdır. Türklerin Atası, Büyük Türk bu reçeteyi boşuna yazmamıştır.
(Başta şehit ve gazi anneleri olmak üzere Cumhuriyetimizi koruyan, temellerini sağlamlaştıran; başı dik, namuslu, dürüst, vefakâr ve cesur nesiller yetiştiren tüm annelerin Anneler Günü’nü yürekten kutluyorum. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Kadınlarını geri bırakan toplumlar, geride kalmaya mahkûmdur’ sözüyle belirttiği gibi, Türk annesi hem milletimizin hem Cumhuriyetimizin en güçlü dayanağıdır.’)
Cem Gürdeniz
AB, yeni jeopolitik konjonktürde Türklerin askeri gücünü bir yandan yanına çekmek isterken bir yandan da Türkiye’nin Kıbrıs, Ege, Doğu Akdeniz, güneydoğumuz ve Karadeniz’deki jeopolitik çıkarlarını yok saymaya ve rakip görmeye devam etmektedir. Diğer yandan Gümrük Birliği’nin… https://t.co/WA2GTwto0X
— Cem GÜRDENİZ (@cemgurdeniznet) May 11, 2025