Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası NATO üyeliği ve ABD’nin komünizm ve SSCB düşmanlığı üzerine şekillenen kenar kuşak stratejisi kapsamında Batı’ya eklemlenmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası laiklikten hızla uzaklaşılmış, ulus devlet ve üniter yapısına iç ve dış saldırılar üzerinden etnik bölünme tuzağına çekilmiş, özelleştirmelerle ekonomik bağımsızlık zedelenmiş, tarım ve sanayisi geriletilmiştir. Türkiye’nin iç siyaseti, dış müdahalelere açık hale gelmiş; Kurucu ve koruyucu değerler özellikle 2002 sonrası askeri yüksek komuta kademesinin geri çekilmesi ile sistemli biçimde tasfiye edilmiştir. 2003 yılında ABD’ye Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta cephe açma olanağı tanıyan 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddi ile 2004 yılında KKTC’nin sonunu getirecek Annan Planının Rumlar sayesinde reddi jeopolitik kayıplarımızı önlerken, 2005 sonrası Kuzey Irak’ta Bölgesel Kürt Yönetiminin kurulmasına ve 2011 sonrası Suriye devletinin yıkılmasına doğrudan katkılarımız jeopolitik intihar seviyesinde gerçekleşmiştir.
ÇEVRELENEN TÜRKİYE
Çevrelenen Türkiye. Türkiye, bugün için güneyde İsrail, BAE, Suudi Arabistan, GKRY ve ABD’nin PYD/YPG gibi vekil güçleriyle; batıda ABD, Fransa ve Yunanistan’ın deniz-hava üstünlüğüyle; Kuzeyde NATO’nun Ukrayna savaşı üzerinden Rusya’yla çatışma senaryolarıyla; doğuda ise İran’ın olası çöküşüne endekslenen senaryolar üzerinden çevrelenerek çok boyutlu bir kuşatma altına alınmıştır. İran karşısında geri çekilme öncesi İsrail’in Türkiye’yi küstahça ve açıkça hedef ilan etmesi (11 Mayıs Jerusalem Post) ve ABD’nin Dedeağaç merkezli tatbikatları gibi hamlelere rağmen Ankara hâlâ NATO’ya güvenmekte, bu ise stratejik kararları geciktirmektedir. Oluşan bu jeopolitik kuşatma artık klasik değil; stratejik, asimetrik ve psikolojik düzeyde ilerleyen bir abluka halini almıştır. Türkiye’nin bu tabloyu henüz bütüncül bir stratejik yaklaşımla karşıladığı söylenemez. Bu tablo, yalnızca klasik silahlanmayla değil, asimetrik ve psikolojik caydırıcılıkla da kırılmak zorundadır. Bugün Türkiye’nin iç cephesinde istikrarsızlık, moral bozukluğu ve güvensizlik hakimdir. Kamuoyu 2016 Mart’ında 400 üzerinde şehit vererek PKK terör örgütüne karşı kazanılan ‘’hendek savaşlarından’’ sonra terörün kökü kazındığı halde yeni bir açılım sürecinin ve paralelinde yeni anayasa çalışmalarının neden başladığını anlamış değildir. Buna karşılık Suriye’de onbinlerce PKK uzantısı, ABD ve İsrail komutası altındaki PYD/YPG varlığından ciddi endişe içindedir. Kuzeyde özellikle Romanya’nın gönüllü ve hevesli vekillik rolü sonucu Rusya’ya karşı NATO oldu bittileri ve hatta ters bayrak operasyonlarına açık durumdayız. Benzer şekilde Azerbaycan’ın İsrail ile her geçen gün gelişen stratejik ilişkisi Türkiye’de haklı olarak endişeye neden olmaktadır. Batıda Yunanistan’ın Dedeağaç’ta ABD liderliğinde -açıkça ilan edilmese de- Türkiye karşıtı Europe Defender 2025 tatbikatına seyirci kalmaktan öteye gidememiş haldeyiz. Mavi Vatan’da 2020 Kasım ayından bu yana tamamen geri çekilmiş, tüm sismik ve sondaj faaliyetlerine ara vermiş durumdayız. Kısacası fiziki şartlar 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi konjonktüründen farklı da olsa, sosyo psikolojik ortamda ve toplumda ciddi bir kuşatılmışlık ve iç cephede bölünmüşlük psikolojisi hakimdir.
ABD HEGEMONYASININ DURUMU
İçerde söz konusu karanlık tabloya rağmen bu tabloyu yaratan ABD hegemonyası da kendi içindeki finans kapital temsilcisi küreselciler ile Önce Amerika diyen MAGA’cılar arasındaki rekabet ortamında kriz eşiğindedir. Ancak her iki gruba da öncelikle küreselciler olmak üzere İsrail yanlısı Siyonistler ve Evanjelistler hakimdir. Mayıs ayı içinde Los Angeles’te yağmaya ve iç savaş provasına dönüşen anti- ICE ayaklanmalarında ulusal muhafızlar dışında yıllar sonra ilk kez deniz piyade birlikleri kullanılmıştır. Bazı eyaletler ayrılma söylemleri içindedir. Trump’a Ocak 2025’te gösterilen güven bugün çok gerilere düşmüştür. Soğuk Savaş sonrasında kurallara dayalı uluslararası düzenin lideri olarak görülen ABD, Gazze’deki soykırıma varan insanlık dışı uygulamalara sessiz kalmaya devam etmekte, bazı senatörler Gazze’ye nükleer bomba atalım diyecek kadar ileri gitmekte; 13 Haziran 2025’te İsrail’in İran’a uluslararası hukuku yok sayarak gerçekleştirdiği saldırıya destek vererek ve 22 Haziran’da doğrudan İran’a hava saldırısı düzenleyerek 1945 sonrası kurulan sistemin meşruiyet temelini toptan ve kökten sarsmaya devam etmektedir. ABD adeta eski düzeni kendi elleri ile yıkarak yeni kurulacak düzenin alt yapısını oluşturmaktadır. Kosova, Irak, Afganistan, Libya, Suriye, Ukrayna ve son olarak İran’daki müdahaleleriyle uzun süredir sorgulanan ABD, bugün ne barış yapıcı ne de güvenilir bir arabulucu olarak görülmektedir. Bu savaşlar ve gerilimler Amerikan gücünün tarihsel gerilemesini hızlandıran dönüm noktaları olmuştur. ABD’de bugün ekonomik ve askeri zayıflama iç içe geçmiş durumdadır: 36,2 trilyon doları aşan kamu borcu, gerileyen imalat sanayi, donanmadaki küçülme, Ukrayna, Yemen ve İran savaşları yüzünden azalan –özellikle hava savunma– füze stokları, insan gücü krizleri ve derinleşen iç kutuplaşma, bu çözülme sürecini hızlandırmaktadır. Washington artık ne Ukrayna’da ne de İran’da kriz yönetebilecek ve kendi iradesini dayatabilecek durumdadır. ABD’de devletin en önemli kurumları başta Kongre ve CIA olmak üzere neocon ve Siyonistlerin kontrolündedir. Bu yapılar hükümet kontrolü dışında hareket edebilmektedir. İsrail’in ABD içinde özellikle finans kapital güç üzerinden satın almadığı ya da Epstein dosyaları üzerinden şantaj ile tehdit etmediği siyasetçi ya da kanaat önderi az sayıdadır. Diğer yandan ABD, bugün için Çin’e karşı ekonomik denge bir yana gerek Güney Çin Denizi gerekse Tayvan Boğazında özellikle deniz harekât ortamında denge kurma kapasitesini kaybetmiştir. Bu gerileme tablosunun karşısında Rusya ve Çin ekseninde yükselen Avrasya güçleri, stratejik iş birliklerini derinleştirmektedir. Her ne kadar Hindistan özellikle Pakistan ile mayıs ayında yaşadığı kısa süreli çatışma sonrası Avrasya güçleri yerine ABD ve İsrail’e yakınlaşmaya başlasa da BRICS ve Şanghay İş birliği Örgütü gibi Batı dışı kurumsal yapılar küresel güney nezdinde daha etkili hale gelmektedir. İran artık Batı’ya güvenini tamamen kaybetmiştir. Rusya ve Çin ile askeri yakınlaşma ve nükleer silah geliştirme seçenekleri ciddi biçimde gündemdedir. Bu çerçevede 2025 Haziran ayında yaşanan 12 gün savaşında İsrail’in İran karşısında yıllardır üzerine inşa ettiği “yenilmezlik miti” çökmüş; İran en gelişmiş balistik sistemlerini dahi kullanmadan İsrail’e ağır hasar verebilmiştir. Bu savaşta ilk kez ateşkes isteyen taraf İsrail olmuş, bu da ciddi bir psikolojik kırılma yaratmıştır. Öte yandan Batı’nın savunma teknolojileri de şöhretlerini kaybetmektedir. Patriot, THAAD ve Demir Kubbe gibi sistemler, yoğun füze saldırıları karşısında yetersiz kalmıştır. Başarı oranları medya ve propaganda aracılığıyla abartılmış, Hayfa Limanı, Ben Gurion Havalimanı gibi stratejik merkezlerdeki zafiyetler sansürle gizlenmiştir. Gerçek maddi hasar yüz milyarlarca şekeli bulmasına rağmen kamuoyuna açıklanmamaktadır. Diğer yandan IAEA, BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar istikrar ve barışı korumak yerine giderek finans kapital ve kolektif batı çıkarlarının taşıyıcısına dönüşmüş, kurumsal meşruiyetleri zedelenmiştir. Güç mücadelesinde konvansiyonel yöntemler yerine unortodoks, teknoloji eseri suikast saldırıları ya da 13 tonluk bomba taşıyan B2 bombardıman uçakları ile yapılan ve seçilen Fardow gibi hedeflere fiziki etkisinden çok psikolojik etkisi yüksek gösterişli saldırılar gündeme oturmuştur. Bu gelişmelere rağmen İsrail ve ABD taktik başarılar kazansa da stratejik düzeyde gerileme yaşamışlardır. ABD, bir süper güç refleksiyle değil, bir taşeron gibi savaş tetikleyicisi rolüne bürünmüş; İran ise diplomasiyi, moral üstünlüğü ve jeopolitik uyumu ön plana çıkararak savaşın asıl kazananı konumuna yükselmiştir. Yaşanan bu gelişmeler yalnızca batı Asya’nın değil, küresel güç dengesinin de dönüşümünü hızlandıracaktır. ABD desteğini her geçen gün kaybeden NATO’nun içi boşalmakta, ekonomisi pahalı enerji ve endüstrisizleştirme üzerinden zayıflayan Avrupa Birliği stratejik özne olmaktan uzaklaşmakta, ABD ise liderlik ve meşruiyet üretemeyen bir güç olarak çöken bir hegemonun eşgüdümsüz ve panik içinde hareket eden bir varlığına dönüşmektedir. ABD’nin küresel askeri varlığının ekonomik maliyeti de artık sürdürülemez hale gelmiştir. Ulusal bütçe üzerindeki bu baskı, sosyal harcama taleplerinin yükselmesiyle birlikte dış politika seçeneklerini sınırlayan bir faktör haline gelmiştir. Kamu borcu/milli gelir oranları, faiz yükleri sürdürülemez bir noktaya erişiyor. Doların rezerv para konumunun sarsılmasıyla birlikte Amerikan finansal hegemonyasının sürdürülebilirliği de tartışmaya açılmıştır. De-dolarizasyon sürecinin ivme kazanması, ABD’nin küresel ekonomik gücünün en temel dayanaklarından birini aşındırmaktadır. Toplumsal düzlemde ise ABD artık eskisi kadar bütünleşik ve dirençli değildir. Siyasi kutuplaşma, gelir eşitsizliği ve kimlik temelli çatışmalar, ulusal kriz anlarında kolektif hareket kapasitesini zayıflatmaktadır. Mevcut tablo, dünyanın çok merkezli bir yapıya evrilmekte olduğunu ve ABD önderliğindeki düzenin tarihsel misyonunu yitirdiğini açıkça göstermektedir.
CAYDIRICILIĞIMIZ
Türkiye gerçekte eşsiz coğrafyasının ve yakın tarihinin statik çerçevesi içinde nüfusu, ekonomik büyüklüğü ve savunma sanayisinin eriştiği dinamik faktörler ışığında stratejik kapasiteye ve dolayısıyla yüksek düzeyde potansiyel caydırıcılığa sahip bir devlettir. Bu caydırıcılığın kinetik enerjiye dönüşümü siyasi iradenin bir fonksiyonu olacaktır. Diğer yandan Türk caydırıcılığının en temel özelliği tahmin edilemez belirsizliğidir. Bu sadece cumhuriyet dönemine ait bir özellik değildir. Birinci Dünya Savaşında Balkan Harbinde siyasallaşan ordunun yaşadığı büyük kayıp ve hezimetle Türkün savaş azim ve iradesinin yıkıldığını zanneden İngiliz emperyalizmi Osmanlıya saldırmanın bedelini Çanakkale’de ve Kut-Ul Amare’de yenilerek ödedi. Almanya’nın yenilgiyi kabul etmesi ile savaştan mağlup ayrılmasına ve 30 Ekim 1918’de Mondros ateşkesi ile Osmanlı Hükümeti teslim olmasına rağmen Mustafa Kemal liderliğinde Türk milleti yenilgiyi ve Sevr’i kabul etmedi. Yunan ordusu arkasına emperyalimin bütün gücünü aldığı halde ayaklanan Türk milleti karşısında önce Sakarya’da sonra 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’de yenildi. İstiklal Harbi zaferi Türk’ün en zor şartlarda dahi bir araya gelme ve savaşma yeteneğini koruduğunun 100 yıl önceki örneğidir. Avrupa kıtasında 100 yıl savaşmamış az millet bulunur. Türkler bunlardan birisidir. Aynı ruhun devamı 1950’de Kore Harbinde Amerikan tümenini mutlak imhadan kurtaran Türk tugayının savaş azim iradesi ve kahramanlığında ve daha sonra 1974 Temmuz’unda yaşanan Kıbrıs Barış Harekâtında görülmüştür. Kıbrıs’ta Nikos Sampson darbesinden 120 saat sonra Türk Silahlı Kuvvetleri, tarihinde ilk kez müşterek harekât icra etmiş ve saatler içinde kıyı başı ve hava başını tutmuştur. Böyle bir başarı dünya askeri tarihinde ender görülür. Türk Silahlı Kuvvetleri son başarısını 15 Temmuz 2016 FETÖ Darbe girişiminde yaşamıştır. Silahlı kuvvetler içinde Atatürk’ün gerçek evlatları CIA, MI6, BND ve MOSSAD emrindeki asker kılıklı hainlerin iç savaş başlatma denemesinde direnç göstererek millete sahip çıkmıştır. Ancak 2016 sonrası Hükümet tarafından alınan önlemler başta askeri hastanelerin, askeri liselerin kapatılması, Harp Okullarının Kuvvet Komutanlıklarından ayrılması, Genelkurmay Başkanlığının siyasi makam olan MSB’ye bağlanarak ordunun siyasallaşmasının kapısının açılması, 1949 sonrası kurulan kuvvet komutanlıkları ile Genelkurmay ve MSB arasındaki 67 yıllık komuta kontrol kimyasının bozulması küresel, kıtasal ve bölgesel dengelerin alt üst olduğu dönemde ve etrafımızdaki ateşin her geçen gün arttığı bir ortamda caydırıcılığımızı etkilemiştir. Bu menfi gelişmelere rağmen, başta MİLGEM ve deniz silahlarında yaşanan gelişmeler ile SİHA imalat yeteneğimizin artışı 2016 sonrası yaşanan gelişmeleri kısmen dengelemiştir. FETÖ’nün TSK içinde en büyük kümelenmesi ve CIA ve FETÖ liderliğinde kumpas davalar üzerinden komuta kontrol yapısının ve insangücü temelinin sarsılmasının 2002 – 2016 arasında gerçekleşmesi çok büyük oranda tecrübeli personel ve kültür birikiminin tasfiyesine neden olmuştur. Bu makamlar 2016 yılına kadar çoğunluk FETÖ tarafından doldurulmuş ve bu hain kadrolar kendi halkına ateş açmıştır. FETÖ tasfiyeleri sonucu boşalan başta pilot kadrolarımız olmak üzere yüksek liyakat gerektiren kadroların her üç kuvvette gerekli istatistiklerine geri dönmesi zaman alacaktır. Emperyalizm bugün TSK hakkında durum muhakemesi yaparken maalesef saydığım bu zafiyeti mutlaka göz önüne alıyordur. Kısacası 2002 sonrası AB süreci, açılımlar, demokratikleşme, TESEV gibi kurumlar üzerinden askeri vesayetin kalkması gibi söylemlerle emperyalizmin TSK içindeki operasyon hücresi FETÖ’ye taze kan verilmiş ve bugünlere gelinmiştir. Belki emperyalist istihbarat uzmanları yaşananları Balkan Savaşında yaşananlara benzetiyor olabilir. Ancak Türk’ün Birinci Dünya Savaşında ve Kurtuluş Savaşında başardıklarını düşününce büyük bir kumar oynadıklarını ve hesapsız büyük risk aldıklarının sanırım göz önüne alıyorlardır. Türkiye 2002 sonrası kendi elleri ile kendine onarılması çok güç büyük zararlar vermiş olabilir. Ancak her şeye rağmen Türk’ün yakın tarihi yerindedir. O tarihin yaratıcılığı kumar riskinden çok daha tehlikelidir. Bugün maalesef sahip olduğumuz stratejik kapasiteye rağmen zayıflamış ve etkisizleşmiş bir görüntü sergiliyoruz. Bu durumun temel nedeni içinde bulunduğumuz ekonomik durumun dayatmasıdır. Sıcak paraya bağımlılığımız caydırmada ciddi zafiyetlere neden olmaktadır. Finans Kapitalin sahibi ABD, Londra bankerleri ve vekil İsrail bu bilinçte hareket etmektedir. Özellikle İsrail basınında Türkiye’yi doğrudan hedef alan harita ve söylemler karşısında Ankara’nın sessiz kalması, Kürecik Radarı ve BTC Boru Hattının açık kalması yalnızca dış politikada değil, kamuoyu psikolojisinde de caydırıcılığın erozyona uğradığını gösteriyor. Türkiye’nin kırmızı çizgimizdir eşiği, ciddi tehditlere rağmen harekete geçmiyor. Bu kapsamda stratejik hazırlık ancak doğrudan bir alan kaybı ya da saldırı sonrası tetiklenecek gibi görünüyor. Türkiye’nin diğer bir zafiyeti, NATO’nun kâğıt üzerinde kalan 5. maddesi ile kendini güvende hissetmesidir. Ancak NATO’nun Türkiye için bu maddeyi özellikle İsrail ya da Yunan ile bir çatışmada işletmeyeceği artık anlaşılmış durumdadır. ABD ve bazı Avrupa ülkeleri, Türkiye’ye ABD için CATSAA, AB için farklı yaptırımlar üzerinden silah ambargosu uygularken PKK / PYD-YPG’ye modern silahlar gönderiyor, Güney Kıbrıs’a silah yığabiliyorlar. FETÖ kaçaklarına her ortamda kucak açıyorlar ya da içimizdeki mandacılara Türkiye aleyhinde kitaplar ve makaleler yazdırıp, İsrail’in Türkiye’ye karşı doğrudan tehditlerine sessiz kalabiliyorlar. Böyle bir ortamda Ankara için NATO üyeliği, caydırıcılık yerine sınırlandırıcı bir bağlayıcılığa dönüşmüş durumdadır. Türkiye’nin askeri teknolojileri, özellikle donanma, denizaltı gücü ve SİHA alanında güçlü bir görüntü verse de nükleer silaha sahip olunmadığından stratejik caydırıcılık açısından yetersiz kalıyor. Komuta-kontrol altyapısı, hava hakimiyeti ve erken uyarı sistemleri gibi alanlarda ciddi eksiklerimiz var. Diğer yandan Türkiye’nin caydırıcılığına en büyük menfi etkiyi kararsızlık ve stratejik vizyon eksikliği yaratıyor. Stratejik kurumlar zayıflamış, karar alma süreçleri merkezileşmiş, hesaplı risk alma ve ademi merkezi icra kültürü sendelemiş durumdadır. Gri alan çatışmalarına verilecek tepkileri tanımlayan doktrin eksikliği etkisiz bir tablo yaratıyor. Bu zafiyet hem rakipler tarafından test ediliyor hem de müttefikler tarafından kullanılabiliyor. Türkiye, güç, yetenek ve olanakları olmasına rağmen, bu gücü kullanacak iradeden yoksun bir ülke görüntüsü veriyor. İsrail ile ABD /AB gölgesindeki vekiller, Yunanistan ve GKRY Seville haritası gibi haritalar çizerken ve fiilen Akdeniz’de uygulamalarda bulunurken Türkiye yalnızca izliyor; NATO, Türkiye’yi korumadığı gibi baskılıyor, askeri refleksler ise stratejik değil, gecikmeli ve etkisiz kalıyor. Sadece tatbikat yapmak, haftalık MSB basın açıklamaları ya da aylık MGK bildirileri sunmak caydırıcılık yaratmıyor. Sahada doğrudan ya da dolaylı tutum içinde hamle yapmak esas olmalıdır. Bu tablo sürdükçe, şüphesiz Türkiye’nin caydırıcılığı daha da aşınacaktır.
DOKTRİN VE KARAR MEKANİZMASI EKSİKLİĞİ
Türkiye, gelişen krizlerde hangi durumda nasıl tepki vereceğini önceden tanımlayan bir doktrine sahip değildir. Bunun temel nedeni NATO üyeliğidir. Gri alan çatışmalarına ve ABD, İngiltere ve İsrail gibi ülkelerin fikir merkezi olduğu olası ters bayrak operasyonlarına karşı net refleks oluşturma kararlılığını sergilemede geç kalabiliriz. Örneğin Yunan sahil güvenlik botları iç sularımıza kadar girdiği halde tepki veren bir kolluk gücü olmadığını geçen sene yaşadık. Siyasal baskılar nedeni ile karar mekanizmaları merkezî, yavaş ve risk almaktan kaçınır hâle gelmekte. Ekonomik fatura endişesi ile ne masada ne de sahada maliyetli hamle yapmak istenmiyor. İsrail’in TV ve gazetelerinde Türkiye ile alay edilebiliyorsa; İran 13 Haziran sonrası hedef olurken Türkiye Amerikalı neocon yazarlar tarafından ikinci hedef olarak yazılıyorsa Türkiye’nin NATO dışında kendi caydırıcı doktrinini sadece yazma zamanı değil uygulama zamanı da çoktan gelmiş olabilir. Bu caydırıcı doktrin, Türkiye düşmanlarının son hamlelerini sınırlarken, ABD’ye karşı pazarlık gücünü artırır, Arap-İsrail eksenine karşı asimetrik caydırıcılık sağlar ve kendi haritasını ve sınırını tek taraflı savunma hakkı üretir. 2025 yazında dünya, artık devlet aklının veya uluslararası hukukun belirleyici olduğu bir sistemde yaşamıyor. Donald Trump‘ın şu sözleri, yeni dünyanın manifestosudur: “Bizim çocuklar iyi vurdu. Şimdilik Hamaney’i öldürmeyeceğiz.” Bu cümle sadece bir ABD başkanının cüretini değil, aynı zamanda uluslararası sistemin çöküşünün, şiddetin kural haline gelişinin ve artık hukuki caydırıcılığın tarihe karıştığını ilan etmektedir. Artık finans kapital ve hegemonyanın istediği haritalar masada çizilmiyor. Haritalar, siber ve unortodoks saldırılar, füzeler, dronlar ve sosyal medya imaj savaşıyla yeniden çiziliyor. Bu haritaları kimse konvansiyonel bir diplomasi diliyle değil, kaba kuvvetin doğrudan meşrulaştırılmasıyla ilan ediyor. Türkiye, artık şiddet dönemine girildiğinin farkında olmalıdır. Kuzeyimize ve güneyimizde ve hatta doğumuzda şekillenen savaşların ortasında hala NATO’ya sadakat gösteriyoruz ama NATO’dan caydırıcılık görmüyoruz. Suriye’de üs kurmak istiyoruz ama İsrail uçakları Palmira’da bu üssü vuruyor, Ankara sesini çıkarmıyor. Akdeniz’de enerji mücadelesi yaşanıyor ama Mavi Vatan’da 2020 Kasım ayından bu yana hiçbir hamle yapmıyoruz. Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz aramalarında yokuz. Bu bir doktrin eksikliği kadar finansal kriz korkusu ile geri adım atılmasına bağlı varoluş eksikliğidir.
YENİ KÜRESEL DÜZEN VE TÜRKİYE
Küresel hegemonyanın tek merkezli yapısından çok merkezli yapıya yani çok kutupluluğa geçişi Türkiye için hem risk hem de fırsatlar yaratmaktadır. Bu geçiş sürecinde başarılı olacak aktörler, katı ideolojik çerçeveler yerine pragmatik esnekliği benimseyen, iç bütünlüklerini korurken dış ilişkilerinde çeşitlilik sağlayan ve savunma yeteneğinde modern hibrit savaşa topyekûn hazır olabilen ülkeler olacaktır. Bu yönüyle Türkiye açısından önümüzdeki dönem hem tarihsel bir sınav hem de stratejik bir fırsattır. Yeni dünya düzeninde “orta güç” kimliğiyle öne çıkma potansiyeli, doğru stratejik tercihlerin yapılması ve uygulanmasıyla gerçekleşebilecektir. Bugün dünyada hiçbir ülke için “güvenli liman” yoktur. Yalnızca kendi olanak ve yeteneklerini güçlendiren, kendi iç istikrarını koruyabilen, kendi doktrin ve stratejilerini geliştirebilenler ayakta kalabilecektir. NATO ve Batı, çözülürken, Avrasya yükseliyor ve Türkiye bu tarihsel kırılmada “izleyici” mi, “oyun kurucu” mu olacağını seçmek zorundadır. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu temel zorluk, farklı güç odakları arasında denge kurarak ulusal çıkarlarını maksimize etmektir. Bu bağlamda gerektiğinde KKTC ve Mavi Vatan ile Montrö Sözleşmesinden doğan çıkarlarımızın korunması ve güneyimizde denize çıkışı olan bağımsız Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkmamız Kırmızı Çizgi olarak korunmalı ve her durumda tepki verecek hal tarzları yürürlüğe sokulmalıdır. Bu çizgilerin aşındırılması caydırıcılığımızı örseler.
TÜRKİYE İÇİN YENİ CAYDIRICILIK PARADİGMASI
Günümüzde geleneksel savaş-barış döngüsünün yerini, hibrit savaşlar, sürekli gerilim ve değişken ittifaklar almıştır. Bu yeni dönemde en büyük risk, stratejik istikrarsızlık sarmalıdır. Kıtalararası vekâlet savaşları diplomasiyi zayıflatmakta ve savaş kararlarını öngörülemez hâle getirmektedir. Bugünün güç mücadelelerinde yalnızca tank, drone ve savaş uçakları değil; stratejik zekâ ve moral üstünlük belirleyici hale gelmiştir. Batı medyası krizi kişiselleştirerek, karşı cepheyi şeytanlaştırarak karmaşık toplumsal/siyasal dinamikleri yok sayıyor. Müesses nizamın gazeteci ve akademisyenleri nesnel olmaktan uzaklaşıp savaş yanlısı anlatıyı yaygınlaştırıyor. Örneğin “Unprovoked War- Kışkırtılmamış savaş” gibi etiketlerle kamuoyu kolayca saptırılabiliyor. Bugün sol çevreler dahi neocon ve Siyonistlerin “insani müdahale” söylemiyle Amerikan askeri gücünün eylemlerine destek verebiliyor. Müdahaleye karşı çıkanlar ise ya marjinalize ediliyor ya da antisemittik olarak damgalanıyor. Bu karmaşık yapı içinde Türkiye gibi orta güçler için “stratejik esneklik“, klasik caydırıcılıktan çok daha yaşamsal hale gelmiştir. Türkiye’nin jeopolitik güvenliği artık sadece askeri kapasiteyle değil, aynı zamanda sosyal, teknolojik ve diplomatik dayanıklılıkla belirlenmektedir. Yeni dönemde ayakta kalabilmek için Türkiye’nin gerçekçi bir yetenek/olanak analizine dayanarak, eksiklerini belirlemesi ve bunları stratejik bir bütünlük içinde gidermesi şarttır. Bu çerçevede NATO’dan bağımsız savunma mimarisi, çok yönlü diplomasi, yerli savunma teknolojileri ve stratejik iletişim yetenekleri ana yapı taşları olmalıdır. Ukrayna-Rusya ve İran-İsrail krizleri, klasik doktrinlerin yetersizliğini ve kuralların geçersizleştiği bir döneme girildiğini göstermektedir. Günümüzde zafer, artık tankla değil, akıl ve anlamla kazanılmaktadır. Türkiye, klasik “dengeci” anlayışı terk edip, “oyun kurucu ve dengeleyici” bir aktör olmak zorundadır. Aksi hâlde bölgesel etkisini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Türkiye’nin teknolojik kazanımları, psikolojik güç sunsa da mutlak caydırıcılık açısından yetersizdir. Stratejik caydırıcılık; belirsizlik yönetimi, özgün doktrinler ve teknoloji entegrasyonu ile sağlanabilir. Türkiye’nin önünde enerji transit merkezi olma, savunma sanayii gelişimi, diplomatik arabuluculuk gibi fırsatlar olduğu gibi blok baskısı, bölgesel çatışmalar, bilgi savaşları gibi risk alanları da vardır. Bu ortamda, sadece askeri değil; siyasi, teknolojik ve sosyal alanda da “oyun kurucu” olmak gerekir. Özellikle hibrit savaşlarda bilgi operasyonları, ekonomik yaptırımlar ve vekil aktörlerin rolü büyümektedir. Modern savaş, sürekli ve katmanlı bir mücadeleye dönüşmüştür; avantaj kazanma zaferin önüne geçmiştir. Türkiye’nin bu düzlemde başarılı olabilmesi için NATO’ya tam bağımlılıktan çıkıp, bağımsız dış politik esaslı özgün ve esnek bir yapı kurmak şarttır. Bu kapsamda uzay, siber ve elektronik harp altyapısının geliştirilmesi için teknolojik kapasite geliştirilmek zorundadır. Algı yönetimi ve bilgi savaşına karşı dirençli toplum oluşturmak için stratejik iletişim esas alınmalıdır. Türkiye’nin belki de en zayıf halkası budur. Bugün ülkemizde ABD ve AB fonları ile alenen finans kapital ve Amerikan hegemonyasının bayraktarlığını yapan ve kendini Türk milli çıkarları aleyhinde konuşlandıran çoğunluk bir yapı vardır. Bu grup NATO ve AB’nin Türkiye için tek kurtuluş olduğunu sunmakta Rusya ve Çin’e yakınlaşmayı adeta şeytanlaştırmaktadır. Gazze’de iflas etmiş tüm insanlığın tepkisini çeken cepheye sadakati esas alan bu cephe Türkiye’nin bağımsız dış politika ve çok yönlü ittifak stratejisi inşa etmesine karşı çıkmaktadır. Bu kapsamda Uluslararası sistemin meşruiyet temelleri zayıflarken, Türkiye’nin hâlâ NATO’nun kolektif koruma beklentisine sığınması, ciddi bir stratejik körlüktür. ABD ve Batı, artık müdahaleci ve kural tanımaz bir çizgiye yönelmişken, Türkiye’nin bu denklemi yeniden değerlendirmesi gereklidir. Jeopolitik güç, artık harita çizenin değil; çizdirenin, yönetenin elindedir. Türkiye, bir hedef hâline gelmemek için kendi senaryosunu yazmalıdır. Aksi takdirde başkalarının yazdığı oyunda figüran olmaktan öteye geçemez. Bu nedenle Türkiye’nin yeni caydırıcılık stratejisi, sadece fiziksel tehditleri değil, gücünü akıl dışı (Evanjelistler için Armageddon gibi) senaryolardan alan zihinsel kuşatmaları da bertaraf edecek kapsamda olmalıdır. Bu çerçevede Türkiye’nin etrafında oluşan ve gücünü Armageddon gibi vahiyden alan senaryolara Mustafa Kemal Atatürk ve onun akılcılığı içinde cevap verilmesi gerekir. Türkiye fanatik Siyonizm’e, neoconlara ve ultra ortodoks dini fanatizme Atatürk laikliği ile karşı çıkmalıdır. Bu çağda güvenlik dışarıdan satın alınamaz; onu yalnızca kendi aklı, iradesi ve hazırlığı olanlar inşa edebilir. Sonuç olarak, Türkiye için artık tercih değil, zorunluluk olan şey; kendi kaderini belirleyecek bağımsız bir caydırıcılık stratejisidir. Caydırıcılık başta Mustafa Kemal’e sadakatle sağlanır. Türkiye’de iktidar ve muhalefetin onun ipine dört elle sarılma zamanı her geçen gün yaklaşmaktadır. Onun adını anmak caydırmanın en büyük başlangıcıdır.
(Değerli yazar, gazeteci, fikir adamı Nihat Genç’in vefatını büyük bir teessürle öğrendim. Sürekli gerçeği arayan ve gerçekleri çekinmeden, korkmadan savunabilen, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatan, bayrak, dil ve tüm kutsal değerleri ile bağlı kalmayı başarabilen; her zaman güçsüz ama haklının, ezilenin yanında durabilen, içinde bulunduğumuz neoliberal düzenin maddi tuzaklarına ve sahte çekiciliğine kanmayan, Mustafa Kemal’in yiğit askeri, cesur yürek, erdemli, vefalı ve bağımsız kalem sahibi Nihat Genç’e tanrıdan rahmet diliyorum. Yakınlarına, takipçilerine, sevenlerine ve kurucusu olduğu tüm Veryansın TV çalışanlarına baş sağlığı diliyorum. Rotası cennet olsun. O bir Kuvvacı ve devrimci Kemalist olarak her zaman toplumsal mutluluğu kişisel mutluluğa; Bedensel refahı vicdani ve ruhsal refaha, Erdem’i Kurnazlığa; Aklı dogmaya, Millet’i ümmete, Türk’ü Türkiyeliliğe; Onur’u köleliğe tercih etti. Nihat Genç Sakarya Meydan Savaşını kazanan %1’lik azınlığın aslında bugünkü temsilcisi olduğunu ispat etti. Nihat Genç Sakarya’yı mümkün kılan muazzam %1’dir. O ruhu bu topraklarda yok etmek kimsenin harcı değildir.)
Cem Gürdeniz