Papa 14. Leo’nun 28 Kasım 2025 tarihinde İsa’nın Tanrı ile aynı özden olduğunun ilan edildiği ‘’İznik İnanç Bildirgesi (Credo)’’nun 1700. Yıldönümünde gerçekleştireceği İstanbul ve İznik ziyareti tek başına sade bir inanç faaliyeti değildir. Diğer yandan 971 yıl önce birbirini aforoz ederek (Büyük Schizma) ayrılan Katolik ve Ortodoks Kiliselerin temsilcilerinin İznik’te bir araya gelmesi çok kutuplu küresel düzenin kurulma sancılarının yaşandığı günümüzde batının kalpgâhı çevreleyen kenar kuşak jeopolitiğine katkı sağlayan ciddi bir hamledir. Gücünü vahyi kullanan hegemon aklından alır.
DİNİN JEOPOLİTİĞE GERİ DÖNÜŞÜ
Bugün din, hegemonyanın el değiştirme sürecinde siyaset, ekonomi, savaş ve toplumsal kimlik inşasında hem eskatolojik (kıyamet merkezli kurtuluş anlatıları) hem de teopolitik (ilahi meşruiyet arayışıyla politikayı yönlendirmek) biçimlerde yoğun biçimde kullanılmaktadır. Günümüz jeopolitik koşulları 400 yıl sonra dini Westphalia (1648) öncesi döneme taşınmıştır. Artık vahiy bilimin; inanç, düşüncenin yerini almıştır. Ve bundan siyasetçiler beis görmezler zira başta finans kapital olmak üzere din onlar için asla amaç değil mükemmel bir yönetim aracıdır. O dönemde de din, devlet egemenliğinin temel meşruiyet kaynağıydı; krallar Tanrı adına hükmediyor, savaşlar “hak ve din” uğruna yürütülüyordu. Westphalia düzeni bu teopolitik bütünlüğü yıkarak laik egemenlik ilkesini getirmiş, dini siyasetten ayırmıştı. Ancak günümüzde küresel düzende yaşanan kırılmalar, hegemonya krizleri ve kimlik çatışmaları, dini yeniden politik bir araç haline getirdi. Böylece dünya, modernitenin seküler çerçevesinden çıkıp, tıpkı Westphalia öncesindeki gibi Tanrı, kader ve kurtuluş kavramlarının yeniden jeopolitik dilin merkezine yerleştiği bir döneme girmektedir. Bu dönemin bir diğer özelliği dinin etkisinin her alanda artışı devam ederken yolsuzluk, ahlaksızlık ve çöküşün de artmasıdır. Adeta iki alan birbiriyle yarış halindedir.
DEĞİŞEN KÜRESEL DÜZEN
21. yüzyılın ilk çeyreği, dünya siyasetinin, ekonomisinin ve askeri dengelerinin hızla değiştiği bir yeniden yapılanma dönemidir. Üretim ve ticaret merkezlerinin Asya’ya kayması, enerji ve finans akışlarının yeni koridorlar oluşturması, Amerikan deniz egemenliğine Batı Pasifik, Arktik ve Kızıldeniz’de meydan okunması küresel düzenin altyapısını dönüştürmektedir. Neoliberal paradigma 2008 kriziyle sarsılmış, pandemi, enerji şokları ve bölgesel savaşlarla çöküşe geçmiştir. Finansal varlıkların reel ekonominin yedi katına çıkması, gelir eşitsizliğinin zirveye ulaşması sistemin sürdürülemezliğini göstermektedir. ABD, artık tek süper güç değildir; borç yükü, toplumsal kutuplaşma ve üretim zafiyetiyle zayıflamaktadır. Donanması küçülmüş, üç cephede birden savaş yürütebilecek kapasitesini kaybetmiştir. Teknolojik üstünlük artık zafer garantisi vermezken asimetrik direniş modelleri ve stratejik sabır öne çıkmaktadır. Çin ve Rusya uzun vadeli stratejilerle ilerlerken, ABD ve Batı kriz üretimiyle hâkimiyet kurmaya çalışmakta, bu da küresel kaosu derinleştirmektedir. Diğer yandan İran–İsrail savaşı ve Kızıldeniz krizleri, Batı’nın yenilmezlik imajını çökertmiştir. Jeopolitik denkleme İsrail’in eskatolojik ve finansal gücüyle dâhil olması, süreci daha da karmaşık hale getirmiştir. ABD, Ekonomik, ahlaki, siyasi ve askeri alanlarda çöken sistem gerileyen ve kaçınılmaz çöküşe ilerleyen her hegemon gibi zamanı kendi lehinde kullanmaya; yeni dönemde pozisyon almaya ve bu dönemi en az hasar ile kapatmaya gayret sarf ediyor. Zira çöken aslında ABD hegemonyası değil Keşifler çağı ile başlayan 500 yıllık Atlantik çağı yerini Asya’ya bırakış sürecidir. Günümüzde kazanca doymayan finans kapital oligarşisi için savaş, kredi, borçlanma ve silah satışı döngüsü yaşamsal araç haline gelmiştir. Ancak Batı artık beş yüzyıllık hegemonyasını sürdürecek güçte değildir. 2022’de başlayan Ukrayna Savaşı’yla birlikte küresel hesaplaşma fiilen sürmektedir ve bu savaşı batı kaybetmiştir.
Günümüzde dine bir siyasi araç olarak sarılmanın en büyük nedeni sosyo ekonomik sorunların unutturulması, gelir dengesizliğinin, devletin sağlık ve eğitimden çekilmesinin, azalan sendikal ve sosyal hakların kader döngüsü içinde toplumlara normalleştirilmesi ve sonunda kaynayan kitlelerin enerjisinin soğutulmasına hizmet etmesidir. Dün ayını zamanda yarattığı kutuplaşma ile savaşın fakir halk kitleleri üzerinde meşrulaştırılmasına da hizmet etmektedir. Örneğin Köktendinci bir İsrailli için Müslüman Filistinlinin hiçbir değeri yoktur. Daha da öte her ikisi de Ortodoks Hristiyan olduğu halde Ukraynalı Ortodokslar kiliseleri ve patrikleri bölünerek düşmanlaştırılmıştır. Ya da batıda yaşayan Katolik Ukraynalılar Doğuda yaşayan ve Rusça konuşan Ukraynalılardan nefret eder.
ABD’DE İSA VE JUDAS’IN BARIŞMASI
Bugün dinin siyasette en yoğun kullanıldığı ülkelerin başında ABD gelmektedir. Bu çerçevede dinin öne çıkmasında en belirgin sebeplerden birincisi İsrail ve Siyonizm’in ABD’deki etkisinin artması diğeri de ABD hegemonyasının çöküşüdür. Çöküş arttıkça dine sarılma da artmıştır. ABD ‘de din son 75 yılda o denli öne çıkmıştır ki örneğin Evanjelizmin yükselişiyle birlikte, Hristiyan dünyası ile Yahudi geleneği arasındaki siyasi ve teolojik yakınlaşma ‘Judeo-Hristiyanlık’ adı altında Batı ideolojisinin temel dayanaklarından biri haline gelmiştir. Hristiyan Siyonizm’i olarak da ifade edilen Evanjelizm Eski Ahit’in vaatlerini siyasi anlamda İsrail devletine bağlayarak, Yahudi halkının “Tanrı’nın seçilmiş milleti” olduğuna dair inancı merkezine aldı. Yüzyılladır birbirine düşman olan iki ayrı vahiy artık tek vücut olmuştur. Eski ve yeni Ahit artık birdir. Yüzyıllar boyunca Hristiyanlığın Judas üzerinden Yahudilere yönelik köklü nefret ve dışlama geleneği, Holokost’un yarattığı ahlaki şok, Soğuk Savaş’ın ideolojik ihtiyaçları, Evanjelist eskatolojinin “Mesih’in dönüşü için İsrail’in güçlenmesi gerekir” anlayışı ve Amerikan Yahudi topluluğunun medya–akademi–finans üzerindeki etkisiyle ABD’de radikal biçimde tersine döndü; böylece tarihi gerçeklikte asla var olmayan “Judeo-Hristiyanlık” kavramı, 20. yüzyıl ortasında siyasetin, istihbarat aygıtlarının ve Evanjelist apokaliptik teolojinin mühendisliğiyle kurgulanarak Amerikan kimliğinin ideolojik temeline yerleştirildi. Holokost sonrası suçluluk duygusu Batı’ya ahlaki rehabilitasyon imkânı sunarken, ABD stratejistleri Hristiyanları ve Yahudileri “Tanrı’ya inanan Batı uygarlığı” sloganıyla komünizme karşı tek blokta topladı; 1967 sonrası Evanjelist hareket İsrail’i kıyamet sürecinin zorunlu aktörü ilan etti; kültürel alanın büyük kısmını etkileyen Amerikan Yahudi topluluğu ise bu yeni birlik anlatısını toplumun tüm katmanlarına taşıdı. Böylece günümüz Amerikan dış politikasının, Orta Doğu stratejisinin ve Siyonist–Evanjelist ittifakının ideolojik omurgasını oluşturdu. Emperyalizm finans kapital oligarşinin de katkısı ile vicdana ve barışa yönelik İslam dinini de özellikle Sovyetlerin Afganistan işgalinden sonra silahlı mücadele ideolojisine dönüştürdü ve batı istihbarat örgütleri daha da ileri götürerek bu grupları terör ile tanıştırdı ve kendi çıkarları için kullandı. Örneğin bugüne kadar IŞID (ISIS) İsrail’e bir kez dahi saldırmamıştır. Eski El Kaide teröristi, Colani’nin Beyaz Saray’da büyük bir itibar ile karşılanması başka nasıl izah edilebilir ki? Bugün ABD içindeki neoconlar, evanjelistler, Siyonistler, masonik ve tekno-feodal yapılar farklı ajandalarla dini kullanarak iktidar mücadelesi yürütmektedir.
FELSEFE TOPLUMU ÇİN’İN UYANIŞI
Bu çok katmanlı, çok bilinmeyenli ve karmaşık süreçte ABD için en önemli rakip Çin’dir. Sekülerleşmeye ara veren ve köktenci ve savaşçı din toplumuna dönüşen batının aksine felsefe toplumu olan Çin, Soğuk Savaş jeopolitiğindeki SSCB’nin yerini almıştır. Tek farkla. Devlet kapitalizmi uygulayan Çin, ABD için ideolojik bir rakip değildir. Rekabet ekonomik ve askeri haliyle kaçınılmaz sonuçları olan küresel etkinlik ve yeni dünya düzeni kuruculuğudur. Bu meydan okuma basit bir şey değildir. 500 yıllık finans kapital birikimi, sömürgecilik, onlarca bölgesel savaş, iki dünya savaşı ve bir soğuk savaşı galip tamamlamış batı hegemonyasının yenilgiyi kabul etmesi kolay değildir. Bu mücadelede savaş, terör, din, darbeler, ambargo, yaptırım, uyuşturucu, mafya, sahte bayrak operasyonları ve akla gelen her yöntem denenecektir ve denenmektedir.
SAVAŞA DOYMAYAN BATI
Bugün için yedi büyük ve ciddi savaş/kriz batı hegemonyasının mücadele alanıdır. Ukrayna, İran, Gazze, Tayvan, Güney Çin Deniz, Kızıldeniz ve Venezuela bilek güreşinin yoğunlaştığı alanlardır. Bu alanlardaki her kriz batı tarafından çıkarılmıştır. Ukrayna’da 2014 Kiev darbesi olmasa ve NATO genişlemesi söz konusu olmasa Rusya etnik Rusları korumak amacıyla Donbas bölgesine girmezdi. ABD koruması ve tam desteği altındaki İsrail, Filistin devletini kabul edip, Büyük İsrail projesinden vaz geçse Doğu Akdeniz’de başta Lübnan olmak üzere komşuları ile barış içinde bir arada yaşasaydı bölgeyi soykırıma varan kan gölüne çevirmez, İran’a sürpriz saldırıda bulunmazdı. Böylesi bir durumda Yemenli Husiler Kızıldeniz’i asimetrik savaş uygulayarak kapatmazdı. ABD, Güney Çin Denizinde 1945’ten bu yana tanıdığı Çin deniz yetki alanlarını tanımaya devam etse ve Tayvan’ın tek Çin politikası altındaki statüsüne değişiklik getirecek kışkırtmalarda bulunmasa ve de seyir serbestisi (FON) adı altında bölgeye eski sömürgeci devletlerin (Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya) ve kendisinin savaş gemilerini yollamasa her sene 5 trilyon dolarlık ticaretin geçtiği bu sular riskli alanlara dönüşmezdi. Venezuela’da ABD rejimine meydan okuyan Madura’dan intikam alma duygusu ve dünyanın en büyük ve en kaliteli petrol rezervlerine sahip olma hırsına kapılmasa durum daha farklı olurdu. ABD neden bu krizleri ve savaşları istiyor? Bunun üç nedeni var. Birincisi, jeopolitik, İkincisi Finansla; üçüncüsü de dinsel (Eskatolojik) nedenlere dayanıyor.
JEOPOLİTİK NEDENLER
Tek Tanrılı dinler ortaya çıkarken insanoğlu okyanuslarda mücadeleye başlamamıştı. Keşifler çağı dediğimiz 15. Yüzyıldan önce de pek çok kültür örneğin, Vikingler, Araplar, Çinliler okyanus aşırı seyirler yapmıştı ancak bu seyirler bir devlet politikasına dönüşmemişti. Küresel düzen Avrasya merkezliydi. 4,5 milyar yaşındaki dünya için 15. Yüzyıla kadar merkez burasıydı. İpek ve Baharat Yolları üzerinden Dünya Adası denilen Asya, Avrupa ve Afrika birbirine bağlanmıştı. Çin, Türk Dünyası ve Hindistan küresel ekonominin ve ekonomi tarihinin merkeziydi. Çok merkezli kara ağlarıyla küresel denge sağlanmıştı. Kolomb’un 15.yüzyıl sonunda başlattığı okyanus aşırı seferler ve keşiflerle başlayan süreç bu dengeyi bozdu. Gerçekte dünyada keşfedilmeyen yer pek kalmamıştı ancak Avrupa dünyası ilk kez devlet/kilise gücünü kullanarak sistematik bir sömürge düzeni kurmak için batıya erişmeye çalışıyordu. Böylece ilk kez dünya adasının değişik merkezleri ilk kez okyanus güçleri ile denizden çevrelenmeye başlandı. Diğer yandan 19/20.yüzyılda yaşayan Mackinder’a göre bu üç kıta, yani dünya adası dünyadaki nüfusun, kaynakların ve üretim gücünün büyük bölümünü barındırdığı için jeopolitik açıdan merkezî öneme sahipti. Dünya Adası’nı çevreleyen Amerika kıtaları ve Avustralya ise “dış adalar” veya “kenar adalar” olarak tanımlanıyordu. Bu nedenle Mackinder, stratejik formülünde, ‘’Doğu Avrupa’yı yöneten Kalpgâhı, (yani kabaca Volga’dan Sibirya’ya, Himalayalardan Kuzey Buz Denizi’ne kadar uzanan doğal savunma engelleriyle korunmuş alanı); Kalpgâhı kontrol eden de Dünya Adası’nı (Avrasya ve Afrika) dolayısı ile dünyayı yönetir’’ tezini savunuyordu. Sanayi devrimleri ve kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesi ile ‘’okyanusları kontrol eden dünyayı kontrol eder’’ tezi galip geldi. İngiltere bu şekilde 150 yıl Avrupa’yı parçalı tutarken dünya denizlerini ve önemli deniz ulaştırma düğüm noktalarını kontrol ederek 21 milyon km karelik güneşin batmadığı sömürgeler imparatorluğunu yönetti. Bu süreçte İngiltere doğuya yani kalpgâha ilerlemek isteyen 19.yüzyılda Napolyon Fransa’sı, 20. Yüzyılda Hitler Almanya’sı ile kapıştı. Ancak savaşları genelde denizde yaptı. Waterloo (1815) dışında Kraliyet Ordusu Avrupa’da büyük savaş kazanmadı. Ancak Avrasya birleşirse deniz imparatorluğunun çökeceğini biliyordu. Zira Avrasya’nın kaynakları ve derinliği uzun vadeli direnme ve güç kapasitesine sahipti. Tarih boyunca Avrupa’da oluşan ve Asya nın içlerine giren güçler bu nedenle daima yenildiler. Napolyon, Hitler, bunu denediler ve kaybettiler. İngiltere’nin kenar kuşak paradigmasını 1945 sonrası ABD devraldı. Spykman’ın kenar kuşak teorisi yani Dünya Adasının denizle kesiştiği sınırı kontrol ederek ve de Mahan’ın deniz hakimiyet teorisini uygulayıp okyanuslarda hakimiyet kurarak hem Avrasya’nın birleşmesini önledi hem de Asya güçlerinin denize çıkışına mâni oldu. Bu süreçte ABD temsil ettiği batının 500 yıllık deniz üstünlüğünü sürdürmek için Asya’yı daima bölmeye çalıştı ancak bu başarısı ancak 75 yıl sürebildi. Diğer bir deyişle ABD ve batı üst üste yaptıkları hatalar ile bugün Asya güçlerinin birleşmesini tetiklediler. Örneğin Ukrayna savaşı NATO genişlemesi üzerinden teşvik edilerek Rusya’nın Avrupa’dan tamamen kopması, Asya’ya ve Çin’e dönmesi ve dolayısı ile Avrasya’nın birleşmesi tetiklendi. Bugün Avrasya’da Rusya, Çin, Hindistan, İran ekseni ile BRICS ve ŞİÖ, finans, enerji, veri ve lojistikte yeni bir Avrasya düzeni kurmaktadır. Diğer bir deyişle, bugün ortaya çıkan yapı, çok merkezli bir kıtasal ortaklıktır. Bu süreçte kuvvet çarpanı olarak rol oynayan iki önemli jeopolitik faktör ekonomik büyümesi dışında Çin’in yükselen bir deniz gücü olarak Batı Pasifik’ten okyanuslara denize geri dönmemek üzere çıkması ve Rusya’nın Arktik kıyılarını tamamen kontrolü altına alarak yeni Kuzey Deniz Geçidini uluslararası nakliyatın hizmetine sokmasıdır. Böylece günümüzde Jeopolitik üstünlük artık deniz üstünlüğünün hakimiyetinden kıtayı birbirine bağlayan lojistik çevrimlerin etkinliğine ve yoğunlaşmasına dayanıyor. Çin hem karada iletişim ağları kuruyor hem de denizden gelen gücü engelliyor. İşte ABD sürekli savaşlar döneminde Asya’nın yükselişini tetikledi. Şimdi aynen İngiltere’nin 100 yıl önce Almanya’nın denize çıkışına mâni olmak için yaptığını Çin için yapmaya çabalıyor. Bu süreçte Rusya’nın Çin ile nihai hesaplaşmada zayıf kalması için onu yıpratmaya çabalıyor. Çin’in zaman kazanmasını engelleme stratejisi izliyor. Bunu Çin’i kritik eşiğe yaklaştırmadan vekilleriyle dengeleyerek ve de askeri, finansal, teknolojik enstrümanları kullanarak ancak en önemlisi medya üzerinden algı yaratarak başarmaya çalışıyor. Yine de bu zaman kazanma süreci kendi geleceğini oluşturmaya yeterli olmuyor. Bu süreçte en ilginç olan faktör hem finansın hem de medyanın Siyonizm’in emrinde ve kontrolünde olmasıdır.
FİNANS KAPİTAL FAKTÖRLER
Londra Borsası (City of London) ve Wall Street, küresel finans kapitalin iki ana eksenini oluşturan, dünya sermaye akışlarını, yatırım normlarını ve finansal düzeni belirleyen merkezlerdir. City of London, uluslararası bankacılık, türev piyasalar, sigortacılık, denizaşırı vergi rejimleri, navlunlar ve küresel hukuki-finansal mimari üzerinde tarihsel bir hegemonya kurarken; Wall Street, doların rezerv para konumu sayesinde küresel likiditenin yönünü belirleyen, dev yatırım fonları, borsalar, kredi derecelendirme kuruluşları ve teknoloji-finans (fintech) bileşiminde hegemonik bir güç üretir. Bu iki merkez birlikte çalışarak sermayenin sınır aşan hareketliliğini düzenler, devletlerin borçlanma maliyetlerini şekillendirir, küresel risk iştahını kontrol eder, jeopolitik kararları dolaylı biçimde etkiler ve ulus-devletlerin ekonomik egemenliğini aşan bir “üst kurumsal finans ağı” oluşturur. Böylece çağdaş kapitalizmin komuta-kontrol merkezleri niteliğini sürdürürler. Vatikan’ın da büyük bir finans kapital sahibi olarak bu yapıda önemli yeri ve rolü vardır. Ukrayna savaşı ve bölgesel çatışmalar görünürde jeopolitik gerekçelerle açıklansa da bunların arkasındaki asıl belirleyici dinamik, tarih boyunca savaşların yanında yer alan finans-kapitalin çıkarlarıdır. Sürekli genişleme ve kâr artışı hedefiyle hareket eden bu yapı, yeni pazarlar, ham madde kaynakları ve borçlandırılabilir ülkeler için savaşları teşvik eder, krizlerde ise savaşı ekonomik canlandırma mekanizması olarak kullanır. 1929 Buhranının ABD tarafından İkinci Dünya Savaşı ile aşılması bunun tipik örneğidir. Bugün reel ekonominin ürettiği 110 trilyon dolarlık değere karşılık 730 trilyon dolarlık finansal türev hacmi oluşmuş ve bu devasa güç, büyük ölçüde Amerikan ve İngiliz merkezli bankalar, fonlar ve teknoloji-finans devleri tarafından kontrol edilen bir oligarşiye dönüşmüştür. Bu yapı hükümetleri, seçimleri, darbeleri ve savaş kararlarını yönlendirme kapasitesine sahiptir. NATO da soğuk savaş sonrası güvenlik ihtiyacı azalmış olmasına rağmen finans-kapitalin sürdürülebilir tehdit, sürekli silahlanma ve artan savunma bütçeleri talebinin jeopolitik yürütme aracına dönüşmüş; savaşı varlık nedeni olarak benimsemiştir. Kolektif Batı’nın Ukrayna üzerinden yürüttüğü “ucuz kan” stratejisi, Avrupa’nın savunma harcamalarını artırma baskısı ve ABD’nin Pasifik’ten Orta Doğu’ya kadar yürüttüğü yıpratma hattı, finans-kapitalin küresel hegemonyasını sürdürme amacının parçasıdır. Bugün Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Venezuela ve bazı direnç odaklarının yükselişi dengeleri değiştirirken, finans-kapitalin savaş ekonomisi yaklaşımı, hegemonik düzeni korumak için çatışmaların kapanmasına değil sürekli yeni cephelerin açılmasına dayanmakta, savaşların bitişini devletler değil bu oligarşik yapı belirlemektedir.
ESKATOLOJİK (KIYAMETÇİ) FAKTÖRLER
Günümüz jeopolitiğine baktığımızda, 1648 Westphalia öncesi dönemin din eksenli güç mücadelelerini hatırlatan bir tabloyla karşı karşıyayız. Bugün dünyada farklı inanç çevreleri, birbirinden kopuk gibi görünse de aynı patlayıcı hayali besliyor. ABD ve Latin Amerika’daki Evanjelistler İsa Mesih’in ikinci gelişini ve Armageddon savaşını, İsrail’deki Mesiyanik Siyonistler Üçüncü Tapınakla birlikte Davud soyundan bir Mesih’i, Şii dünyası Mehdi’nin zuhurunu, Sünni dünyanın önemli bir kesimi ise Mehdi–İsa ikilisinin “ahir zamanda” yeryüzünü adaletle doldurmasını bekliyor; kısacası farklı coğrafyalarda milyonlarca insan, tarihin bir noktada büyük bir ilahî hesaplaşma ve kanlı bir finalle resetleneceğine inanıyor. Bu beklenti, özellikle Evanjelist-Siyonist blokta, yalnızca kişisel iman konusu olmaktan çıkıp devlet stratejisine ve güvenlik doktrinlerine sızdığında Armageddon, sembolik bir kehanet olmaktan çıkıp, jeopolitik hedef haritalarını, savaş kararlarını, müttefiklik ilişkilerini ve düşman tanımlarını şekillendiren aktif bir zihniyete dönüşüyor. Vahiy metinlerinin, kıyamet senaryolarının ve hadis külliyatının soğukkanlı akıl yürütmenin, rasyonel risk hesabının ve uluslararası hukukun önüne geçme tehlikesi tam da burada başlıyor. 2000’de, özellikle neoconlarla 11 Eylül 2001 sonrası kurulan yeni dönemden itibaren ABD’de Evanjelistlerin Beyaz Saray, Pentagon ve Kongre üzerindeki etkisinin artması, İsrail ile kurulan teolojik ortaklık, Kudüs’ün başkent ilanı, Üçüncü Tapınak hazırlıkları, kırmızı düve ritüeli, Armageddon söylemi ve “Tanrı’nın planı” vurgusuyla meşrulaştırılan Batı Asya savaşları tıpkı Otuz Yıl Savaşları’nın “mezhep mi, hegemonya mı?” ikilemini çağrıştıracak biçimde hem inanç hem güç paylaşımı mücadelesini iç içe geçiriyor. Westphalia öncesinde papanın veya imparatorun fermanları neyse, bugün de Washington’dan, İsrail–Evanjelist lobilerden ve teknoloji şirketlerinden çıkan söylem, “Tanrı’nın takvimi”, “Armageddon (kıyamet savaşı)”, “seçilmiş ulus” ve “Mesih’in dönüşü” kavramlarını jeopolitik kararların zımni gerekçesine dönüştürüyor. Ukrayna’dan İran’a, Gazze’den Tayvan Boğazı’na kadar birçok kriz hattında “iyilik–kötülük”, “düzen–kaos” gibi teolojik imgeler, jeopolitik çıkar hesaplarıyla birlikte çalışıyor. Siyonizm’in ve Anglosakson yapının kontrolü altındaki küresel finans-kapital bugün yalnız parayı, medyayı ve teknolojiyi değil, dini de araçsallaştırmaktadır. Özellikle ABD, İngiltere ve İsrail gizli servisleri ile yakın ilişki içinde bulunan bu oligarşik yapı Petro dolar düzeni, Körfez sermayesi, vakıflar ve kripto-offshore ağları üzerinden jeopolitik müdahalelere olanak sağlayacak senaryolara katkı sağlamaktadırlar. Bu yapı batıda teknokratik gözetim düzenini meşrulaştıran bir korku iklimi üretilmesine de katkı sağlıyor. Böylece radikal şiddet uygulayan dinci grupların fetva üzerinden kurduğu itaat mekanizması ile teknokrasinin veri, algoritma ve yapay zekâ kodları üzerinden kurduğu dijital itaat, aynı finansal damar tarafından beslenen iki eşzamanlı ortak kontrol biçimine dönüşebiliyor. Algoritmik görünmezlik, medya tekelleri ve dikkat ekonomisi de bu yapının gerçek niyetini perdeleyerek korku ekonomisini ayakta tutuyor. Günümüz dünyasında savaş da barış da artık topraklarda değil, zihinsel alanlarda yürütülüyor. Finans-kapital hem dini hem teknolojiyi bilinç yönetimi için birlikte kullanıyor. Sonuçta ortaya çıkan tablo, form olarak Westphalia sonrası ulus-devlet sistemini, dil olarak seküler insan hakları ve demokrasi söylemini kullanıyor. Ancak içerikte, tıpkı 1648 öncesi gibi, dünyayı “seçilmişler ve lanetliler”, “inananlar ve sapkınlar”, “Tanrı’nın tarafı ve şeytanın tarafı” diye ikiye bölen, üstelik bunu algoritmalar, büyük veri, yapay zekâ ve küresel finans ağlarıyla birleştirerek çok daha gelişmiş bir “dijital teokrasi”ye doğru evrilerek gerçekleştiriyorlar. Din yeniden jeopolitiğin merkezine dönmüş durumda, fakat bu kez vaaz kürsüsü sadece kilise değil, ekran; kutsal metni yalnızca İncil değil, kod; haçlı ordusu da sadece askerler değil, sermaye akışları, medya ağları ve platform ekonomileridir. İnsanlık, termonükleer silahların, balistik füze sistemlerinin, siber savaş kapasitesinin ve yapay zekâ destekli hedefleme teknolojilerinin üzerinde otururken, karar verici elitlerin ya da kitleleri sürükleyen aktörlerin zihin dünyasında “nasıl olsa bu düzen çökecek, Tanrı’nın planı savaşla tamamlanacak” türü bir eskatolojik (kıyametçi) ruh hâlinin kök salması, her diplomatik krizi potansiyel bir kıyamet eşiğine dönüştürüyor. Bilgi çağında olmamıza rağmen derin cehaletin, dogmatik inatların ve kutsal metinlerin tek boyutlu, bağlam dışı okunmasının, Hiroşima’yı, Nagazaki’yi, Küba Füze Krizi’ni görmüş bir uygarlığı tekrar uçuruma doğru sürükleyebilmesi işte bu yüzden mümkündür. Kısacası, Mesih’i, Mehdi’yi ya da İsa’yı bekleyenlerin sayısı arttıkça, vahyin mutlak yorumunun aklın, bilimin ve ortak insanlık hukukunun önüne geçmesine izin verdiğimiz ölçüde, elimizin altındaki nükleer silahlar ve yaygınlaştırılmış cehalet, gezegeni tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar kırılgan, tek bir yanlış karara, tek bir fanatik hamleye bağlı hâle getiriyor.
PAPA’NIN TÜRKİYE ZİYARETİ
Yukarıda vurgulananların ışığında Amerikalı Papa 14. Leo’nun İznik ziyaretinin teolojik, Jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutlarının varlığından söz edebiliriz. İznik’e yani ilk Hıristiyan dogmasının başladığı yere dönüş ile Teolojik mesaj; Fener Patrikhanesi’ni Doğu’nun temsilcisi olarak yanına alarak tamamen siyasallaşmış bir kurum olarak meşrulaştırma üzerinden jeopolitik mesaj; Doğu-Batı kilise birliğini yeniden kurma teşebbüsü ile eskatolojik mesaj verilmektedir. Bu çerçevede Hristiyanlığın en önemli anlatılarından birisi olan İznik Konsülü zamanında (MS 325) yani başlangıçta ‘’nasıl tek isek, yine tek olacağız” mesajı veriliyor. Nasıl ki Evanjelizm Amerikan topraklarında 2000 yıl boyunca birbirine düşman iki dini (Yahudiler ve Hristiyanlar) dost yapmışsa neden Katolikler ve Ortodokslar yeniden tek olmasınlar? Bu anlatıya göre birlik sağlanınca İsa Mesih’in dönüş devri başlıyor. Böylece Hristiyanlık alemine psikolojik üstünlük sağlayacak şekilde Tarihin kendi kurdukları miras üzerinden devam ettiği anlatısı güçlendirilmiş olacak. Yani Papa 14. Leo’nun İznik’e dönüş çağrısı, “bölünmüş Hıristiyanlığın son kez yeniden birleştirilmesi” fikrine dayanıyor. Doğu-Batı Kilisesi’nin yeniden birleşmesi ise Kudüs’ün kutsal merkez olarak teyidini ve aynı zamanda İsa Mesih’in ikinci gelişi doktrininin hızlandırılması gibi teolojik hedefleri içerir. Evanjelistler için bu durum Kiliseyi tekleştirmek, Kudüs’ü merkez kılmak ve eskatolojik finali hazırlamaya hizmet eder. Evanjelizm ABD’nin iç siyasetiyle resmen birleşmiş durumdadır. ABD’de 70 milyon Evanjelist seçmen vardır. Senato ve Kongre’de doğrudan temsil edilirler. Birinci döneminde Dışişleri Bakanı Pompeo Başkan Trump için şöyle demişti: “Tanrı, İsrail’i kurmamız için Trump’ı gönderdi.” Aynı dönemde Başkan yardımcısı olan Pence de şöyle demişti:” Kudüs’ü Tanrı’nın takvimine yerleştirdik.” Bu sözler Trump’ın Amerikan vatandaşı Yahudi Kumarhaneler Kraliçesi Miriam Adelson’dan bağış olarak aldığı 120 milyon dolar karşılığında Kudüs’ü İsrail’in başşehri olarak tanıması üzerine söylenmişti. Kısacası karışık bir jeopolitik ortamda dinci yapılanmaların en üst aşamaya girdiği bir dönemi yaşıyoruz. Papanın temsil ettiği Katolik dünyanın evrenselci-merkezî otorite vurgusu, Ortodoks dünyanın ekümenik meşruiyet iddiası, Protestan-Evanjelist ve Siyonist dünyanın apokaliptik hızlandırıcı siyaseti bugün Batı Asya’dan Doğu Avrupa’ya, Pasifik’ten Kafkasya’ya kadar pek çok kriz hattında birbirine eklemleniyor. Böylece zamanında Medeniyetler Çatışması tezi ile ortaya çıkan Amerikalı tarihçi Samuel Huntington’ın çizdiği medeniyet fay hatları, papalık diplomasisi, Ortodoks ekümenizm’i ve Evanjelist eskatolojinin politik müdahaleciliğiyle birleşerek modern jeopolitiği adeta 1648 öncesi teopolitik düzene geri itiyor, rasyonel devlet aklının yerini kutsal metin yorumları, güvenliğin yerini kehanetler, uluslararası hukukun yerini ise eskatolojik vizyon alıyor ve insanlık nükleer silahların gölgesinde irrasyonel bir inanç-siyaset bileşiminin yarattığı en tehlikeli döneme giriyor.
TÜRKİYE DERSLERİ
Jeopolitik denklemin hızla Asya lehine dönmesi, Türkiye’ye eşsiz fakat dikkatle yönetilmesi gereken bir fırsat penceresi açmaktadır. Türkiye, Kalpgâh ile Kenar Kuşak arasında yer alan benzersiz konumunu; enerji hatları, lojistik koridorlar, ticaret akışları, savunma sanayi kapasitesi ve deniz jeopolitiğindeki avantajlarıyla birleştirerek hem Batı’nın baskılarına karşı stratejik özerkliğini artırmalı hem de Asya güçleriyle dengeli, uzun vadeli ve eşitlikçi ortaklıklar kurmalıdır. Ancak bu yönelim Batı ile kopuş anlamına gelmemeli; Türkiye, Atlantik sisteminde kriz derinleşirken ilişkileri tamamen yakıp yıkmak yerine, ulusal çıkarlarını önceleyen fakat köprüleri açık tutan bir “denge ve esneklik doktrini” izlemelidir. Türkiye için doğru yol, Avrasya’nın yükselişinden yararlanmak, Batı ile karşıtlığa saplanmamak, çok taraflı diplomasi, ekonomik çeşitlenme, savunma bağımsızlığı ve mavi vatan odaklı, deniz gücü merkezli bir jeopolitik vizyonla yeni dünya sisteminin kurucu aktörlerinden biri olmaktır. Diğer yandan Türkiye, hızla teopolitikleşen ve akıl ve bilim dışı inanç–siyaset bileşimlerinin küresel karar alma süreçlerini belirlediği bir dönemde, kendi cumhuriyet kimliğinin temel direği olan laiklikten asla taviz vermemelidir. Zira laiklik yalnızca bir yönetim ilkesi değil, bugün dinin siyaset, teknoloji, finans ve güvenlik aygıtlarıyla birleşerek eskatolojik eğilimler ürettiği bir çağda ulusal egemenliği, toplumsal barışı ve devlet aklını koruyan en güçlü kalkan niteliğindedir. Laikliğin zayıflaması, Türkiye’yi hem bölgesel mezhep rekabetlerinin hem de küresel kıyamet senaryolarının içine çeken bir jeopolitik savrulmaya açık hale getirir. Bu nedenle Türkiye’nin önümüzdeki dönemde yapması gereken, dinin araçsallaştırıldığı küresel atmosferi dikkatle analiz ederek, devlet aklını bilim, rasyonalite ve ulusal çıkar zemininde tahkim etmek; toplumsal dokuyu güçlü tutacak bir seküler-kamusal alanı kararlılıkla muhafaza etmektir.
(29 Ekim 2025 tarihinden itibaren kendi YouTube kanalımı ‘’Cem Gürdeniz ile Mavi Vatan ve Ötesi’’ adı altında kurdum. Değerli gazeteci arkadaşlarım Gökhun Göçmen ve Emre Öztürk ile devam ettirdiğimiz kanal, her Çarşamba ve Cumartesi saat 1700’de yeni değerlendirmeler sunmaktadır. Okurlarımı ve takipçilerimi beklerim.)
Kanalın linki aşağıda olduğu gibidir.
https://www.youtube.com/@CemGurdenizz
Cem Gürdeniz
İznik’te Katolik Papa ve Ortodoks Patrik buluşmasının sadece teopolitik değil jeopolitik sonuçları da vardır. Günümüzde çok kutuplu düzen kuruluşunu tamamlıyor ancak bu süreç sancılı ilerliyor. Sancılı dönemde jeopolitik dinamikler kadar finans-kapitalin, Siyonizmin ve… https://t.co/vAWBdJ206M
— Cem GÜRDENİZ (@cemgurdeniznet) November 16, 2025



