MİLLETÇE KURTULUŞ “MÎSAK-I MİLLΔ, “MÎSAK-I İKTİSADÎ İLE KAİMDİR

Atatürk, millet olarak siyasal ve ekonomik bağlamda kesin ve gerçek kurtuluşa ulaşmanın “Mîsak-ı Millî /Ulusal Sözleşme” ve “Mîsak-ı İktisadî /Ulusal Ekonomik Sözleşme” ile olabileceği konusundaki kararlığıyla 19 Mayıs 1919’a Samsun’a çıkmıştı. O, İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşması’nda şöyle demişti:
“Siyasal, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, Ekonomik zaferlerle taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak zaferimizin bile sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği yararlı kazançları belirlemek için ekonomimizin, iktisadî egemenliğimizin sağlanması ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir.”[1]
(…)

“Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bunun hükümetinin milletten aldığı yetki tam bir istiklâl ve kayıtsız şartsız millî hakimiyet ilkelerine dayanarak memleketi bayındır yapmak ve milleti zengin, rahat ve mutlu etmekten ibarettir.”
(…)
“Efendiler! Yüce heyetinizin bugün toplamış olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir, çok tarihîdir. Nasıl ki Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi felâket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak konusunda Mîsak-ı Millî’nin ve Anayasa’nın ilk temel taşlarını hazırlamak konusunda etkili olmuş, girişimci olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, millî tarihimizde ve millî hayatımızda en kıymetli ve en yüksek hatırayı kazanmış ise,
(İzmir İktisat) kongremiz de milletin ve memleketin hayat ve gerçek kurtuluşunu sağlamaya araç olacak kuralların temel taşlarını ve ilkelerini hazırlayıp ortaya koymak suretiyle tarihe en büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı kazanacaktır.”{2]

Daha Cumhuriyet ilân edilmeden aylar önce Atatürk, vatanın bölünmez bütünlüğü ve milletin kayıtsız şartsız egemenliği için tam bağımsız bir ulus devlet yapısını oluşturmanın Mîsak-ı Millî ile gerçekleştirildiği gibi, ekonomik bağımsızlığın da Mîsak-ı İktisadî ile, yani “Say /Çalışma Mîsak-ı Millî” ile sağlanacağını 17 Şubat 1923’de İzmir İktisat Kongresi Açış Konuşması’nda açıklamıştı.
Atatürk’e göre ekonomi ne demekti?
“Ekonomi demek, her şey demektir. Yaşamak için, mutlu olmak için insan varlığı için ne gerekli ise onların hepsi demektir. Tarım demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir.”[3]
Ülkenin harap, milletin fakir kalmasının nedenini de Atatürk şöyle açıklamıştır:
“Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketimizi haraplığa sürükleyen türlü nedenler içinde en kuvvetli ve en önemlisi, ekonomimizde bağımsızlıktan yoksun olmamızdır.”{4]

Kur’an’da Yoksullukla Mücadele, Tevhit İnancı İle Eşdeğerdedir

Cehaletin ve yoksulluğun yenilmesi, çaplarının sıfırlanmaya kadar daraltılması dinimizin en önemli, olmazsa olmaz şartıdır. Bu konuda yüzlerce Kur’an ayeti, toplumun ekonomik bağımsızlık için yoksulluktan kurtularak sağlıklı konuma ulaştırılması yönünde Müslümanlara görev hatırlatması yapmaktadır.
– Yoksulluğun giderilmesinde en alt sınır, toplumda her bireyin zekât verecek varlık düzeyinde zengin olması;
– Cehaletin en alt sınırının ise ülkede yaşayanlardan bilge toplum oluşturmak düzeyini sağlamak sınırındadır.
Allah’ın Son Elçisi Saygıdeğer Muhammed’in insanları İslam’a davetinde, indiriliş sırasına göre daha vahyin başlangıcı sayılabilecek ilk yılda, yani dördüncü sırada olan Müddessir suresinde yoksulluğun toplumdan yok edilmesi, Yüce Allah’a iman ile eşdeğerde tutulmaktadır.

“Her benliğini bulmuş kimse -sağın yaranı hariç- kazancının karşılığında bir rehindir.”
“Sağın yaranı, bahçelerdedirler. Suçlulardan soruşur dururlar: * “Sizi Sekar’a sürükleyen nedir?” Suçlular,
– “Biz, salâtçılardan (mali yönden ve zihinsel açıdan destek verenlerden; toplumu aydınlatmaya çalışanlardan) değildik, – Miskini de yiyeceklendirmiyorduk; işsiz güçsüze de kendi ekmeğini kazanacak fırsat ve imkân vermiyorduk.
– Ve biz boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık.
– Ve de biz, tartışılmaz ve karşı çıkılmaz olan ölüm, kıyamet bize gelene kadar Din Günü’nü yalanlıyorduk” dediler. Artık onlara yardımcıların, kayırıcıların yardımı, kayırması yarar sağlamaz.” (Müddessir/38-48)

Bu ayetlerde iki önemli konu üzerinde duruluyor:
– Cennetliklerle cehennemliklerin birbirleriyle konuşacağı,
– Sekar cehennemine gidenlerin kendi hatalarını anlatmalarıdır.

1. Her Kişi Kazancının Karşılığında Bir Rehindir

“Her benliğini bulmuş kimse -sağın yaranı hariç- kazancının karşılığında bir rehindir.” (Müddessir/38-39)

Rehin olmak, bağlanmak, tutuklanmak ve ipotek altında olmak demektir. Bu ayet, her insanın bizzat kendi eliyle işlediği iş ve davranışla ipotek altına girmiş olduğunu bildirmektedir.
Bu ayetten de anlıyoruz ki, müminlerin kusurları onları ipotek altına sokmayacaktır, Rabbimiz müminlerin kusurlarını affedecektir.
Kur’an’da birçok kez yer alacak olan “sağın yaranı” deyimi ilk kez bu ayette kullanılmıştır. Araplar sağ tarafı uğurlu, sol tarafı uğursuz sayarlardı. Bu bakımdan Kur’an’da iyi insanların amel defterlerinin sağ taraflarından, kötü insanların amel defterlerinin ise sol taraflarından verileceği bildirilmiştir. Ayetteki “sağın yaranı” ifadesi ile amel defteri sağ tarafından /sağ eline verilmiş müminler kastedilmektedir[5] (Ayrıca bkz. Vâkıa’/ 27-40).
Bu dünyada kişinin ister kendisi ister toplum için yaptığı işler, gerçekleştirdiği eylemler onu mahşerde rehin kılacaktır. Benzer ayet şöyledir: “Ve iman eden, soyları da iman ile kendilerine uyan kimseler; işte Biz, onların soylarını da kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir.” (Tûr/21)
Ayette geçen rahîne sözcüğü “rehin alınmıştır” anlamındadır. Tûr/21’deki “rehin alma”, iyilerin/müminlerin amellerini bulacaklarını ifade ederken Müddessir/38’de ise, günahkârların, suçluların ve kötülerin amelleri tarafından rehin alınmalarını ifade etmektedir.
(a) İnsan özgürdür: Müddessir/38’de geçen kesebe “kazanma, işleme, yapma” fiilinin öznesi insandır. Demek ki insan davranışında özgürdür. Müddessir/37’de geçtiği üzere dilemesinde özgür olduğu gibi, amelinde de özgürdür. İşte özgürce dilemek, seçmek ve amelde bulunmak Allah’ın insana tanıdığı bir özgürlüktür. Bu özgürlük için de yaptığı ameller ve işler, ahrette kendisini rehin alacaktır.
( b ) Suç bireyseldir: Müddessir/38’de ayrıca hukukun temel ilkelerinden birini buluyoruz: “Suç bireyseldir.” Kimse kimsenin suçunu, günahını yüklenemez ve kimseye yükletilemez. İşte bu ayet, İsrâ/15 ile beraber modern hukukun temel ilkesi olan “suçun bireyselliğini” gündeme getirmektedir. Yüce Allah ahrette hiç kimseye başkasının günahı ve suçu ile işlem yapmayacak-tır; herkesi kendi eylemi, yani yaptıkları rehin alacaktır. Başka bir ifade ile herkes yaptığı kötü fiiller adına rehin tutulmuş olacaktır.[6]
(c) Kimse başkası için işlem/ibadet yapamaz: Hıristiyanlık’ta olduğu gibi Âdem ile Havva’ya atfen ilk günah diye nitelenen bir eylemden kurtulmak için her kişinin vaftiz gibi bir işleme muhatap kılınması makul değildir.
Onun için birileri, birileri için işlem/ibadet yapamaz. Çünkü iyi ameller de herkesin kendisine aittir, onlar da kendi amelleri için rehin tutulacaktır. Baba neslimizin yapmadığını biz, onlar adına yapamayız. Onlar adına ne kurban kesebiliriz, ne hacca gidebiliriz, ne de Kur’an okuyabiliriz. Bu amelleri Allah için yaparız, ama sevabı bize ait olur.

2. Müminler, Mahşerde Suçlulara Kendilerini Cehenneme Sürükleyen Eylemlerin Neler Olduğunu Soracaklar

“Sağın yaranı, bahçelerdedirler. Suçlulardan soruşur dururlar: “Sizi Sekar’a sürükleyen nedir?” (Müddessir/39-42)

Müddessir/39’da geçen el-yemîn sözcüğü, ahrette amel defterleri sağlarından verilen uğurlu kişiler, yani cennete gitmeyi hak edenler demektir. Bunlar dünyada yaptıkları iyi amellerinin karşılığında cennete gideceklerdir. Mücrimler ve kâfirler yaptıkları kötü amellerinden dolayı rehin tutulurken, müminler cennetlerde olacaklardır.
A’râf/ 44-51. ayetlerde de cennetliklerle cehennemliklerin konuşması geçiyor. Orada başka sorular ve başka isteklerden söz edilmektedir. Ama Müddessir suresinde Sekar cehennemine gidenlerle konuşmaları gündeme getirilmektedir.

3. Mahşerde Kişiyi Sekar’a/Cehenneme Sürüklecek Dört Temel Eylem

3./1-) “Suçlular, “Biz, salâtçılardan (mali yönden ve zihinsel açıdan destek verenlerden; toplumu aydınlatmaya çalışanlardan) değildik” (Müddessir/43)
Sekar denen cehennem ateşine sürüklenenler, verdikleri cevaplarla dünyada iken yaptıkları kendi amellerinin farkında olduklarını belirtecekler ve bunun ilk itirafı olarak “Biz, salâtçılardan değildik” diyecekler. Peki, “Salât” Nedir?
Dinin temeli olan salât eylemini gerçekleştiren kişilere musallin deniyor. Buradaki “musallîn” sözcüğü “namaz kılanlar” anlamında olmayıp sözlük anlamıyla “destekçi, sosyal yardım için koşan, çalışan” demektir. O halde “Salât” nedir?
“S-l-v” kökünden gelen “salât” sözcüğünün aslı “salvet” olup, kök sözcük son harfi illetli olduğundan, genel dilbilgisi kuralları gereği “salvet” sözcüğü, (salât) şekline dönüşmüştür. Nitekim sözcüğün çoğulu olan “salavât” sözcüğünde, kök sözcüğün asıl harfi olan vav açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durum, başka birçok sözcük için de geçerlidir. Zaten salât sözcüğünün, s-l-v kökünden türediği hususunda ittifak olduğu içindir ki, bir anlam karışıklığı olmasın diye mushaflarda salât sözcüğü, şeklinde elif ile değil, salât şeklinde vav ile yazılır.
Diğer taraftan, “s-l-v” kökünden türemiş olan “sallâ” (mastarı salât) sözcüğünün anlamı, Kıyâmet/31-32’de, hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde net olarak açıklanmıştır:
31Fakat o, ne onayladı (felâ saddaqa), ne destekledi (velâ sallâ).
32Fakat o, yalanladı (velâkin kezzebe) ve geri durdu (ve tevellâ).”
Yukarıdaki iki ayette dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. Şöyle ki:
– Saddaqa’nın karşıtı olarak kezzebe, yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzip etme, yalanlama” fiili kullanılırken;
– Sallâ fiilinin karşıtı olarak da tevellâ fiili kullanılmıştır.
Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan tevellâ sözcüğü; “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek” demek olduğuna göre, tevellâ]nın karşıtı olan sallâ da; “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak” anlamına gelmektedir.
Anlamı Kur’an’da bu kadar açık olarak belirtilmesine rağmen salât sözcüğü, ünlü bilgin Râgıb el-İsfehânî’nin “Müfredât” adlı eserinde, “Lügat ehlinin çoğu, salât: ‘dua, tebrik ve temcit’tir demiştir” ifadesiyle âdeta geçiştirilmiştir.

Sonuç olarak salât sözcüğünün anlamını; “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, aynı zamanda toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla salât sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru olmayıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutunu da içine alacak şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihinsel” ve “malî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:
o Zihinsel yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek;
o Malî yönü ile salât; iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermektir.[7]
Müddessir/43’de yer alan müsallîn sözcüğüyle ilgili bir başka değerlendirme de şöyledir: Bu sure indirildiğinde “namaz kılmak” diye bir ibadet söz konusu değildi. Buradaki mine’l-müsallîn ifadesindeki müsallîn sözcüğüne Hüseyin Atay’ın verdiği “Allah’a yönelenlerden değildik” manasını benimseyeceğimiz gibi, “inanıp kulluk etmek” anlamını da verebiliriz. Müddessir/23’te yer alan “sırtını çevirdi, arkasını döndü” ile yakın bir mana bağlantısı vardır. Oradaki sırtını dönmeye, buradaki Allah’a yönelmemek manası denk düşmektedir. Allah’a yönelmek de, Allah’a inanıp kulluk etmeyi ifade edebilir.
Ama her halde, bu müsallîn sözcüğünün anlamı içinde tevhide inanmak vardır ve bu dua etmekten gelmektedir. Çünkü bu kelimenin öz manalarından biri “dua etmek”tir. Allah’a dua etmenin iman ile bağlantısı da inkâr edilemez. Demek ki sekara gidenler Allah’a kul olanlardan olmadıklarını belirterek cevap vereceklerdir.[8]

3.2-) “Miskini de yiyeceklendirmiyorduk; işsiz güçsüze de kendi ekmeğini kazanacak fırsat ve imkân vermiyorduk.” (Müddessir/44)

“Miskîn” sözcüğü fıkıh kitaplarında “fakirden daha da yoksul kimse” şeklinde tanımlanır. Sözcüğün kök anlamından yola çıkılırsa, “miskin” ve “mesâkîn” sözcükleri ile kastedilenin “hareket kabiliyetini kaybetmiş, iş yapma imkân ve fırsatları kalmamış kimseler olduğu”[9] anlaşılır.
Bu durumda ayetin anlamı, “imkânları olmadığı için muhtaç durumda bulunan (miskinlerin) karınlarını doyurmalarını, ekmeklerini kazanmalarını sağlamaya yanaşmıyor, buna karşı bir istek duymuyor, birbirimizi bu konuda teşvik etmiyorduk” demektir.
Yoksulları doyurmamak, onların açlığı ile ilgilenmemek, onların çaresizlik iniltilerini duymamaktan kaynaklanan günah, ahrette insanı rehin alacak, sekar denen cehennem ateşine sürükleyen günahlardan biri olacak ve tevhit inancından sonra gelecektir.[10]
Biz buradan şu sonucu çıkarıyoruz: Fakirleri doyurmayanlar aslında bulundukları toplumun erdemini ateşe vermekte ve bu ateş ahrette sekar denen cehennem ateşine dönüşmektedir. Açlığın ve yoksulluğun ateşinde yanıp kıvrananın derdine çare bulmak istemeyen, bu uğurda çaba sarfetmeyenler, sekar cehennemini hak etmişlerdir.

3.3-) “Ve biz boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık.” (Müddessir/45)
“Boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşmak”, yani dalanlarla birlikte dalmak, günaha, ahlâkî endişelerden uzak bir yaşama, dine karşı gelen fikirlerin, anlayışların batağına dalmayı ifade etmektedir. Bu cümle ile cehennemlikler aslında şunu söylemek istiyor olacaklardır:
“Boş sözlere, boş felsefelerin, boş fikrin dünyasına, insanlığa bir şey getirmeyen her şeye dalardık. Yalanlamanın, inkârın, yanlış düşüncenin ve yanlış değerlendirmenin, kibrin, Allah’ın ayetlerine karşı inatlaşmanın batağına (Müddessir/11-25) dalıverdik. Bu, çıkışı olmayan bir dalış oldu, Elçi Muhammed’in (a.s) dalgıçlığı bile bizi bulup kurtaramadı. Bütün arayıp taramalarla bize ulaşılamadı. Aslında dalgıç yanımızdaydı ama, bize uzandıkça biz kaçtık, bize seslendikçe biz kulaklarımızı tıkadık, sonunda kendimizi burada bulduk.”[11]

3.4-) Yalanladıkları, Din Gününde Kimse Kimseye Efendilik Yapamaz

“Ve de biz, tartışılmaz ve karşı çıkılmaz olan ölüm, kıyamet bize gelene kadar Din Günü’nü yalanlıyorduk” dediler. Artık onlara yardımcıların, kayırıcıların yardımı, kayırması yarar sağlamaz.” (Müddessir/46-48)

Din Günü, İnfitar/14-19. ayetlerinden anlaşıldığı üzere ahretteki hesap günüdür. Hesap Günü, iyilerin iyiliklerinin, kötülerin de kötülüklerinin tam karşılığının verileceği gündür.
“Din-iman tanımayıp kötülüğe batmış olanlar da kesinlikle cehennemdedirler. Din Günü ondan kaybolmamak üzere oraya yaslanacaklardır.”
“Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra bir kere daha, Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Din Günü, kimse kimseye efendilik yapamaz. Ve o gün; İnşikak 1-5gök yarıldığı, Rabbine kulak verdiği ve gerçekleştirildiği zaman; yeryüzü de dümdüz olduğu, içinde ne varsa attığı, boşaldığı ve Rabbine kulak verdiği ve gerçekleştirildiği zaman 19buyruk, Allah’a aittir.” (İnfitâr/ 14-(1-5)19)
Pişmanlık içindeki inkârcılar sözlerini şöyle bağlarlar:
“İş işten geçtikten sonra geri dönüş yoktur. Akıllar başa toplanmalı, Kur’an’ın kıymeti bilinmeli, gerekli uyarı mesajları vaktinde alınmalı ve gereği yapılmalıdır.
Suçluların ahretteki korkunç durumları sahnelenip gösterildikten sonra ayetlerde söz hayattaki müşriklere getirilmekte, öğüt almaktan ve uyarılmaktan kaçmalarının anlamsızlığı vurgulanmaktadır.

Ceza gününü yalanlamak, ahret hayatını, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek anlamına gelmektedir. Ahrette amellerin değerlendirileceğini, cennet ve cehennemin olacağını, ceza ve ödülün verileceğini yalanlıyorduk, demektir.
“Sonunda ölüm bize gelip çattı.”
Bundan anlıyoruz ki, bu insanlar tevhit inancından yana değişime uğramadılar, değişime karşı direttiler ve karşılarında ölümü buldular. Ölünceye kadar inkâr ve ahlaksızlıklarını, yanlış düşüncelerini, yalanlamalarını sürdürdüler. Hayatlarının öyle gideceğini zannettiler. İşte Sekar cehenneminin ateşine doğru giderlerken cennetliklere bu cevaplan vereceklerdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah’ın burada bize aktardığı dört özellik hem caydırıcı, hem de teşvik edici bir özelliğe sahiptir. İmansızlık, fakirlerin elinden tutmamak, ahlâksızlık ve ahreti inkâr etmek aslında cehennem ateşini yakmaktan başka bir şey değildir. Din ve genel eğitim insanı bu ateşten kurtaracak bir şekilde verilmeli ve kişiler, Kur’an’daki değerlerle donatılmalıdır. İmanın, fakirin elinden tutmanın, ahlakın ve ahrete inanmanın ne denli önemli olduğu aşılanmalı ve bunun akılca zihinsel sindiriminin eğitimi verilmelidir. Onun için doğru düşünmek, doğru değerlendirmek, sırtını gerçeklere dönmemek ve kibirlenmemek gerekiyor. İnsanın başına ne gelirse, doğru düşünüp değerlendirmemesinden, kibrinden gelmektedir.[12] Müddessir/11. ayetinden itibaren sonuna kadar bunların insan hayatına verdiği tahribat işlenmektedir. Onun için Allah bu pişmanlığa düşmeden bu dünyada tedbirin alınmasını öngörmektedir.
Günümüzde, hem Allah’ın Son Elçisi Saygıdeğer Muhammed’in (a.s) daha İslam Dini’ne davetin başlangıcında toplumda ekonomik bağımsızlığın temeli olan yoksulluğun yenilmesi konusunda Kur’an ayetleriyle verdiği mücadele; hem de Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün siyasal bağımsızlığın da, kişileri insanlaşmak, uygarlaşmaktan yoksun kılacak durumdan kurtuluşta şart olan ekonomik bağımsızlığı sağlamada milletçe topyekün planlı kalkınma konusunda gerçekleştirdiklerini yeniden dikkatle değerlendirmekle karşı karşıya olduğumuzu bilelim, gereğini yapalım.

SEDAT ŞENERMEN

Kaynakça
[1], [2], [3], [4] Mustafa Kemal ATATÜRK Atatürk’ün Söylev Ve Demeçleri, Cilt: II, s.99-111-112-119, (17 Şubat !923); Ayrıca Bkz. Bugünkü dille yayına hazırlayanlar: Ali SEVİM, İzzet ÖZTOPRAK, M. Akif TURAL, Ankara, 2006, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.466-478; Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 2007, s.375; Ali KAYA, Siyasi ve Ekonomik Teslimiyetten Türkiye Nasıl Kurtulur? Kalpaklı Mucize, Ankara, 2008, Işık Eğitim, Kültür Yayını, s.197-209.
[5] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.120.
[6] Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.20, s.148.
[7] [9] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.1, s.51-52.
[8], [10], [11], [12] B. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.20, s.149, 150, 151.